neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Cuma, Haziran 29, 2007

Üç Vakit

Üç vakit doldu, yeniden buradayız. Üç gündür beni hırpalayan, sinirlendiren, üzen, çalkalayan ne olduğunu bilmediğim şey bugün ortaya çıktı.

Benden dokuz ay küçük kuzenim Mustafa, bir süredir tanısı koyulamamış rahatsızlığı nedeniyle hastanede yatıyordu. Özel muayenehanesinde yüklü miktarlar ödenerek konsültasyon yapan profesör son olarak dizanteri teşhisi koymuştu. Bugün bitkisel hayata girmiş ve makinalara bağlı yaşıyor. Şüphesiz ki Allah'tan ümit kesilmez. Tek yapabileceğimse dua etmek.

Ölüm benim için çok sorun değilken, bir başkasının ölümü üzüyor. Aslında onu bir daha göremeyecek olmak değil beni üzen. Ne olduğunu biraz biliyorum, gri bir bulut gibi, henüz söze gelemiyor. Bunu da öğrenmek gerekiyor, ne de olsa her şey insanlar için, görmek öğrenmek için...

Perşembe, Haziran 28, 2007

İlişki

İlişki diyince aklıma hep üniversitenin ilk yılında aldığım Interpersonal Relationships dersi gelir. Hoca ilk derste şöyle demişti:

İlişki iki yönlü bir yoldur, bir gidiş bir geliş.

Bu ders sırasında ilişkiyi karşı cinsle olan ilişkiden ayırmak gerektiğini farkettim. İlişkinin iki kişi arasındaki bir ağaç olduğunu, kişilerden bağımsız olarak gelişip, serpildiğini, çiçek açtığını, bakımsız kaldığında yaprak döktüğünü öğrendim. Tabi kuruyup, cansız yere serilmesi de mümkün.

Bazı ağaçlar çok su istemez, zor şartlara dayanıklıdır. Bazılarıysa ilk soğukta yerle yeksan olur.

Bazen ağacı budamak gerekir, yanlış dala vurunca testereyi, ağacın canı yanar. Ağacı budayınca budaklara çamur sıvamak gerekebilir, hasta olmasın, haşerat zarar vermesin diye.

Böyle şeyler.

Pazartesi, Haziran 25, 2007

Neye Uyar?

Bu zamanın insanı değil dedim. Neye uyuyor? Rüyaya en çok, rüya için uyuyor.

Sükûnete tamam, sorguya ama kabule, dengenin bir önceki durağına, çocukluğa uyuyor. Sezgiye, bilmek için bilmeye, bakmaya ve göze, gözlüge, camekana uyuyor.

Bu kadar.

Gözardı Edilen

Burada siyasetten bahsedilmiyor, çünkü siyasetten bahsedecek fikri olgunluğa ulaşıldığına inanmıyorum. Büyüğünden küçüğüne basın-yayın organlarının dümen suyunda eskilerden kalma, iki kutuplu ve dahi körüklenmiş fanatizm içinde olup gidiyor bütün işler. Siyah ve beyaz netliğinde.

Aynı insanlar binlerce renk gösteren ekranlara hayran hayran bakıyorlar. Durun, durun her şey aslında başka türlü. Birileri söylüyor ama kimse de duymuyor.

Bu ve bunun gibi çeşitli sebeplerle duyurmayı kendime görev bildim. Bunu ve şunu okursanız çok memnun olurum.

Kim oluyorsam, pay biçtim işte kendime.

Cumartesi, Haziran 23, 2007

İlişik Kabuk

Kabuktan bahsederken ilişkilere gelince nefessiz kalmıştım, oradan devam etmek niyetindeyim. Yol haritamızda benim kabuklarım da var, kabuğun mahiyeti hakkında da konuşacağım. Bakalım nereye götürecek yol bizi.

...

İlişki diyince bir zaman not aldığım bir kaç kelimeyi hatırladım: Seçmediğimiz ilişkileri öngörülmüş yakınlıkta sürdürebilmek adına birbirimize eziyet mi ediyoruz?

Kabuklarımız doğuştan mı geliyor acaba? Yoksa seçmediğimiz ilişkiler yüzünden örselendikçe mi oluşuyor. Çocuklukta yaşanan normal şartlarda önemsenmeyebilecek deneyimlerin bile kişilerin davranış kalıplarının oluşumundaki etkisini göz önüne alınca kabuğun bununla bir alakası olduğunu düşündüm.

Seçmediğimiz ilişkiler derken neyi kastediyorum? Basitçe ailemiz bir seçilmemiş ilişkidir. Dayatılmış arkadaşlıklar, zorunlu akrabalık ilişkileri ve dahi belki komşular yine seçilmemiş ilişkilerimiz olabilir.

Kendi özgür irademizle seçmeyebileceğimiz insanlarla kurduğumuz ilişkileri sürdürebilmek adına maskeler, kabuklar gibi çeşitli alet edavattan yararlanmamız gerekebilir. İlişkinin başlangıcında olduğu gibi kabul edilmeyeceğini farkeden kişi; bu kabullenmeyişin kendisine getireceği zararları gözeterek çeşitli savunma mekanizmaları yahut kabuklar geliştirebilir. Evet, kabuklarımız ile savunma mekanizmaları arasında da bir bağlantı kurmayı deneyeceğim.

Bir çocuğun ilk defa olduğu gibi olmayı bırakması, muhtelen daha çok küçükken yaptığı görece yanlışa ebeveynin aşırı tepkisiyle oluyor. Sosyal bir düzene katılmasıyla birlikte evde kısıtlı bir çevrede oluşturduğu tecrübesi kemikleşmeye başlıyor ve kırılması zor kabuklar haline gelebiliyor. Bu noktada Necati Serdengeçti'yi hatırlamamak elde değil: Savunma mekanizmaları hareket serbestimizi kısıtlayan can yelekleridir bazen.

Okulda kendin gibi olduğunda gülünç duruma düşeceğini düşünürsen, kendin olmaktan vazgeçersin. Denizin altında tahayyül ettiğin ağaçları öğretmen aptalca bulursa, artık resimlerinde yer bulamazlar.

Sonra ne olur? Sanırım sonra çokları, önerilen hayatı benimsiyor. Önüne konulan hayatı, demek ki buymuş diyip kabul ediyor olmalı. Yoksa bu düzen nasıl böyle işlesin ki? Vitrinde bulunan kabuklardan birini giyip yola devam etmek, bilinen en güvenli yol zira. Bunu giyilen kabuğun şeklini almak, içini doldurmak, tam da o şekli almak takip eder.

Yine anlatmak istediğim noktaya gelemedim, yine dağınık bırakmak istiyorum.

Cuma, Haziran 22, 2007

Kabuklu Yemişler

Bazı yemişler kabukludur, bazısı değildir. Kabuğu soyulmuş antep fıstığı hiç keyifli değildir. Leblebinin kabuğu yoktur ama o da öyle güzeldir. Fındık doğal haliyle kabukludur ama kabuksuz yemesi daha iyidir.

Bir de antep fıstığı çıtlatma işi var. Biz fıstıkları kolayca açalım diye fıstık yetişen yörelerde kadınlar ve çocuklar fıstık çıtlatma sektöründe çalışıyorlar.

Çarşamba, Haziran 20, 2007

Kabuk Yeniden

Tamam, tekrar deniyorum kabuk üzerine yazmayı. Yazmasam olmaz, kafamın içinde bir karıncalanma oluşturuyor. Hiç böyle hissettin mi? Bazen bir konu dönüp dolaşır, camdan dışarı çıkabilmek için uğraşan kelebek gibi. Eğer pencereyi açan olmazsa, oracıkta ziyan olur. Dışarı çıkmak için çırpınan düşünceler için de benzer bir durum geçerli, ölüverirler, iyisi mi desenli kanatlarını başkaları da görebilsin diye pencereyi açmak.

Yoğurdu mayalamak için az miktarda yoğurt gerekir, ilk defa nasıl yaptılar hep merak etmişimdir. Yoğurdun ilk defa nasıl mayalandığını bilemediğim gibi zihnimin ilk defa nasıl işlemeye başladığını da bilemiyorum. Yeni düşüncelerin mayalanması için gereken tohumlara bakalım:

Sakın kabuğunu kırma. genişlet ve kendine mal et. Kanınla işle ve canlandır onu. kabuğun kendi derin olsun. (Huzur, A.H.Tanpınar)

bir koza istiyorum. ipek bir koza. ipek bir kozam olsun diye bir sürü yaprak yiyebilirim. dut yaprağı da olur, zakkum yaprağı da... hepsini yerim. sonra ipek kozamin içinde o en müthiş dönüşümü geçiririm. her bir anı pek değerli bir dönüşüm. benekli bir tırtıldan, müthiş bir kelebeğe dönüşürüm. kanatları yağmur suyuna dahi dayanmayan, güzel, gözalıcı ve kısa ömürlü bir kelebek. kimsenin duymadığı şarkımı söyler ve ölürdüm. *

içinde rahat edilen, huzur bulunan, daim kalınmak istenen mekan. insan için de benzer bir durum söz konusudur. *

Ayrıca vitamini kabuğunda olan meyveler var ama konuyla ilgisi var mı bilemiyorum.

Dilin, tüm bu birbiriyle tam olarak örtüşmeyen ama benzer kavramları aynı kelime ile ifade ediyor olmasını zenginlik veya fakirlik olarak algılamak mümkün. Halbuki dilin oluşum sürecinde bu kelime tümünü kapsayıcı bir kavram olarak ortaya çıkmış olabilir ve dahi bunun ardında bizim mahiyetini anlayamadığımız bir bilgelik yatıyor olabilir.

Kabuk, güven duygusu veren bir şeydir çoklukla, kaplumbağanın hissettiği gibi. Bizlerin yaptığı sınırlı sorumlu çıkışlar kaplumbağaya göre biraz daha geniş çaplı oluyor, tek fark bu. Evimizi [dönmek üzere] bırakıp işe, yemek yemeye, dostlarımızı görmeye gidiyoruz. Bu da bizi kaplumbağadan daha hızlı kılıyor. Kabuğun yavaşlatıcı etkisi.

Bir evi olmak, bizi o şehre bağlayan bir etkendir. Bağlanmak, toprağa bağlanmak kök salmakla olur. Köksüzlük var bir de değil mi? Kabuk ve kök. Tohum, kabuğu çatlatır ve toprağa kök salar.

Bir evimiz varsa, onu istediğimiz zaman terkedemeyiz. Toplum da bizi bağlamak için çeşitli önlemler almıştır. Ev sahibine önceden haber vermek, kanunen uygun görülmüş süreyi beklemek, elektrik, su, gaz ve bilimum diğer sözleşmeleri feshetmek icab eder. Geçici süreli ayrılıklar içinse anahtarı birilerine bırakmak gibi çözümler bulunur. Yoksa birileri mutlaka kabuğumuza göz diker.

[Kişiyi] Yavaşlatan, istediğinde terkedilemeyen ve bulunduğu mekana bağlayan kabuk denen şey bu durumda özgürlüğümüzü kısıtlıyor mu yani? Sanki konu burda Özgür irade mevzusuna doğru dallanıp budaklanıyor.

Özgürlük neydi? Yapabileceği halde yapmamayı seçmek gibi görünüyor şimdilerde. Yasaklar özgürlüğün önünde engelse, yapabilecek yetiye sahip olduğu halde yapmamak [veya yapmak] özgürlüktür. Seçimleri özgür iradeyle yapmak.

Bu durumda kabuk bunun önünde bir engel gibi görünüyor. Kabuk ne için? Kendini güvende hissetmek için. Bu durumda özgürlükten feragat edip güven satın alıyoruz. Evet, takas. Birileri bu takas için de değişim değeri üzerinden rant sağlıyor mu?

İlişkilerimizde de kabuklar var, çat çut. İki adet kabuklu midyenin sarılmak için hamle yaptıklarında çıkan ses: çat çut. Cemiyet hayatının sunduğu şey tamamen bu. İnsanlar, zarar görmemek adına mümkün olabildiğince her türlü farklılığın örtüldüğü bir kabuğun içine kendilerini hapsediyorlar.

Aklıma dikdörtgenler prizması şeklindeki karpuzlar geldi. Nakliye operasyonları için kolaylık sağlıyormuş. Birbirlerine daha yakın durabilirler böylece.

Hayatımızın tüm alanlarında olduğumuz gibi olmak şansına erişemeyiz her nasılsa. Çeşitli durumlar için gerekli soyutlama katmanlarını devreye sokarız bu durumda. Farklı sosyal örgütlenmeler için farklı normallere uyum sağlarız.

Herkes bunu yapmaz, yapmak zorunda da değil elbet. Ben pazardan alışveriş yapmam, otobüse binmem diyen pek çok insana rastlamak mümkün. Halbuki ne de güzel sosyal gözlem yapma mekanıdır oralar.

Net bir şekilde durduğum yer şurasıdır diyince pek sorun çıkmaz aslında. Plaza insanıyım dedikten sonra her yere özel aracınla gider, büyük alışveriş merkezlerinden, MMM Migros'lardan alış-veriş yapar, afilli restoranlarda yersiniz olur biter. Her şekilde kamplar bellidir, proleteryanın yaptıkları artık banal olmaya başlamıştır ve tenezzül etmemelisiniz.

Görüldüğü üzere konuyu çok dağıttım, ilişkilerde kabuk özelinden devam etmek üzere bırak dağınık kalsın demek istiyorum.

Kabuk

Yazmaya başladığım halde henüz ne yazacağım konusunda [çok zaman olduğu gibi] net bir kurgu yok. Kabuktan bahsedeceğim ama bu sadece bir başlangıç, bir giriş yazısı bile olabilir. Zuhurata göre gelişecek her şey. Oluşa izin vermek gibi bir şey belki bu. Evet, çok çağrışık biriyim.

Geçtiğimi günlerden birinde Shell logosunu görünce aklıma yine kabuk geldi, kabuk adam geldi. Şimdi anlat desen, hikayenin detaylarını hatırlayamam ama kabuk adamın hafifçe buruk, domates hurmaya benzer bir tadı vardır zihnimde. Sonra bir de kabuk yazısı okudum, tam oldu.

Kabuk adamın şimdilik konuyla ilgisi yok, belki sonra.

Pazartesi, Haziran 18, 2007

Çello


Sevgili dostlarım!
[Mahalle kahvesinde, parkta, kantinde sandalyenin üstüne çıkıp meraklı dinleyicilerine heyecanla hitab eden adamlara hep özenmişimdir. ]

Bugün sizlere çellodan bahsetmek istiyorum kısaca. Fonda Bach efendinin 2 numerolu çello süitini dinleyebilirsiniz.

Halk arasında çello olarak bilinen bu güzide enstrümanın gerçek ismi viyolonsel olup, kalbe yaslanarak çalınıyor olması beni hep etkilemiştir. Türlü kaynaklarda insan sesine en yakın müzik aleti olarak anılması belkide kalple ilgilidir.

Oda orkestrasının eşsiz bir tamamlayıcısıdır, olmadan eksik kalır. Keman ailesinin en büyük üyesi kontrbasdan hemen sonra gelir. Tok ve hüzünlü sesi, sanki gerçeklerden bahsediyor gibidir. İnsan gibidir, farklı yerlerde farklı ruh hallerini titretebilir. Bir Apocalyptica'ya bakınız, bir de Cellisima'ya...

Bazen cıbıl hatunların önünde arz-ı endam ediyorsa da bu kesinlikle kendisinin suçu değildir, aldanmayınız.

Çello güzeldir yahu.

Pazar, Haziran 17, 2007

Basınç ve Yürüyüş Halleri

Basınç, bir yüzey üzerine etkide bulunan dik kuvvetin, birim alana düşen miktarı. Katı, sıvı ve gazlar ağırlıkları nedeniyle bulundukları yüzeye bir kuvvet uygularlar. Kuvvetin kaynağı ne olursa olsun birim yüzeye dik olarak etki eden kuvvete basınç(P), bütün yüzeye dik olarak etki eden kuvvete de basınç kuvveti(F) denir. [Wikipedia]

Sakar biri değilsem de açık renk kıyafetler giydiğimde üstüme kahve yahut çikolatalı dondurma damlatmamak için özen gösteririm. Askıdan temiz kıyafetleri alırken yine aklıma dondurma geldi, hava sıcak, dondurma ne de iyi gider!

...

Yalnız başına yürürken insanların ne yaptıklarını çok merak ediyorum. Hayır benim yaptığım şeyleri yapmadığınıza göre daha önemli ne yapıyor olabilirsiniz?

İnsanların yüzlerini incelemek, hikayeleri hakkında çıkarımlar yapmak keyiflidir. Bazıları yere bakarak yürürler, hiç yüzlerini kaldırmadan. Şaşırırım, niye etrafa bakmazlar ki? Hayır dalıp gitmek gibi değil, daha çok kimseyle yüz yüze gelmemek için bakışları kilitlemek. Yalnız kalmak için belki de.

İnsanlara bakmak yerine binalara bakmayı tercih ederim bazen, sürekli geçtiğim bir sokaksa nasıl devinim içinde, neler değişiyor görmeyi severim. İlk defa geliyorsam, neye benzediğini, içinde yaşayanlara nasıl hayat sunduğunu algılamaya çalışırım. Kimi çilekeş, kimi mağrur, kimi güngörmüş...

Çok sevgili cihazım arızalı olmadığı zamanlarda, eğer sakin bir yerde yürüyorsam mail veya blog okuyabilirim. Hayır, internet bağımlısı değilim, belki bilgi bağımlısı olabilirim. Aslında sadece bilgi değil bu, başka bir şey. Şimdi olmaz, konu dağılmasın.

Hayal kurabilirim bir de, başka alemlerde gezebilirim. Ezilmeyecek, takılıp düşmeyecek ve insanlara çarpmayacak kadar algımı bu dünyaya ayırıp, zihnimin geri kalanını hayallere ayırabilirim.

...

Bugün de öyle yaptım, öğle saatlerinde Üsküdar'a inerken Başdeğirmen'e** gittim.

Başdeğirmen, İzmit Körfezini geçtikten sonra Karamürsel'e varır varmaz ilçe merkezine girmeden sola dönüp dağların tepelerin arasında 7-8 kilometre daha yol katedilerek ulaşılan bir vaha, bir ab-ı hayat. Ormanlarla kaplı yüksek tepelerin ortasında, cep telefonu şebekelerinin çalışmadığı, müthiş bir sessizliğin ortasında bir başka dünya.

Ormanda geziyordum, kimseler yok etrafta, bir kaplumbağa geçiyor bana aldırmadan, bir akarsu var mıdır buralarda? Yemek saatine yetişebilir miyim? Sessizlik nasıl da huzur verici. Sapları çıkarılmış ve oluşan oyuğa peynir koyulup fırına verilmiş mantarlara ne demeli?

Ben ağaçların arasında dolaşırken yolun sağında duran, kaputu açık arabayı farkettim. Markasını bir türlü hatırlamıyorum ama vasatın altında bir kalite sunduğunu algılayabiliyorum. Arabanın yanından geçmem toplamda dört adım, yaklaşık 5 saniye sürecek. Arabanın başında duran iki adamdan biri, bir litre civarında sıvı barındırabilecek bidon benzeri plastik bir şeyin kapağını tutuyor. Bir şekilde bu bidonun kapağa basınç uyguladığı belli. Açacak mı bilmiyorum, bir yandan ağaçlara bakıyorum, ne kadar yüceler. Diğer adam konuşuyor: gider abi bu araba.

Bu sırada düşüncelerim hızlanıyor. Yerde yapraklar, elimde kitap, adam o kapağı açacak mı, arabayı geçmem için son üç adım, kapağı çeviriyor, son iki adım, biraz daha çevirdi ve tahmin ettiğim şey oldu, gevşeyen kapak hızla yerinden fırladı ve bidonumsu hazneden kırmızı bir sıvı fışkırmaya başladı. Kan kırmızı o şeyin havada salınımını görmemle birlikte Maksimum kart reklamlarındaki çapraz insanlara benzer bir formda kendimi ileri ve sola doğru attım.

Zihnimin bir yanı hala ormanda, toparlamaya çalışıyorum, nedir durumumuz? Ah evet, açık renk giydim ben bugün, üstüme başıma baktım, evet bir kaç damlalık bir hasar var, çıkar mı acaba yıkanınca? Ya çantam?

Neden sonra dönüp adama bakmak geldi aklıma, suratına fışkırmış olmalı. Orman, sessizlik, kaplumbağa? Adam iyi görünüyor. Yola devam etmeliyim, ağaçlar çok yüksek, güneş ışığı gelmiyor.

Bir kaç saniye daha hayal ile gerçek arasındaki noktada kaldım, toparladım ama bir kaç saniye içinde salgıladığım adrenalin de fazla gelmişti doğrusu.

Sonrasında gelen bir saat boyunca tavan yapan zihinsel aktivitelerim yüzünden bir garip işleyen beynimi sakinleştirmeye çalıştım. O anı, kapağın açılışını, sıvının havada yaptığı salınımları defalarca yeniden gördüm.

Sonra düşündüm de, giyotine mahkum edilmiş bir mahkum da bıçağın serbest bırakılış sesiyle boynuna inmesi arasında böyle bir şeyler hissediyor olmalı, geliyor, geliyor, geld...

O kapağın açılışı gibi.

Basınç neymiş?

Cuma, Haziran 15, 2007

Bir Beslenme Çantası Olarak Rüyalar ve Muhayyile

Sebebini bilmeksizin sabaha karşı 4 civarında uyanıyorum birkaç gündür. Bu gece yine uyandım ama biraz farklı bir deneyimle; müthiş bir sancı karnımda. Sebebini bilemediğim bu sancı rüyalarımı bölmeseydi bu kadar sorun olmazdı sanırım.

Sabah uyandığımda rüyamı net olarak hatırlamıyordum. Genel itibariyle sıkıntılı olmasına rağmen yine de beslemişti ve hatırlamak için can atıyordum. Bunun nasıl bir zihinsel mekanizma olduğunu bilemiyorum ama ilk etapta bilememek için can atıyor, enteresan.

Sonra rüyamda gördüğüm bir arkadaşımı görünce başladım anlatmaya: sen gördüm rüyamda. Anlatırken bir kaç parça daha söküldü geldi. İçerinden söküp alıyormuş gibi.

Rüyalar ve hayaller nasıl [güzel] besliyorlar beni, merak etmeye başladım, belki bunun üstüne yazmaya çalışmak önümde çeşitli yollar açar diye düşündüm. Hayal dünyası için imgelem demekse çok saçma geldi, imge derken? Muhayyile çok daha güzel, bir de havsala var.

İki gün önce gördüğüm rüyada, Soğukçeşme Sokak benzeri bir sokakta bir çuval üzerinde uyurken güzelleşen, güzelleştikçe göz alıcı bir hal alan bir kız vardı. Bu süreci seyretmek tıpkı güneşin doğuşunu seyretmek gibi bir süreçti. Tabii ki çok daha pırıltılı...

Bugün gördüğüm garip araba, kullanması biraz zor da olsa oldukça keyifliydi mesela. Otomobil, tramvay, minibüs arası bir forma sahipti desem anlatabilir miyim bunu? Gerçek dünyada olmayan nesneler ve hisler bunlar. Anlatması güç olduğu kadar yaşaması da güzel.

Hayaller ve onları barındıran muhayyile var bir de, gün ortasında belirip enerji deposu işlevi gören. Düşünüp duruyorum bunu nasıl anlatabilirim, bulamıyorum bir türlü. Beklenmedik bir anda beliren geçmişe dair bir görüntü, youtube videosu gibi kısa bir yüklenme sürecinin ardından oynayan bir video gibi. Yahut hiç yaşanmamış, görülmemiş bir formun otobüs camından sokakları ve insanları seyrederken insanın aklına düşmesi gibi.

Kurt Vonnegut, "Sadece gerçeklerle yetinen insanları anlayamıyorum" derken ne kadar da haklıymış meğer, hep aynı şeylerin yapıldığı makinamsı bir hayat ne kadar yavan olurdu. Filmler çekemez, şarkılar besteleyemezdik, kitaplar yazıp havsalamızı derin zevklere garkedemezdik.

Aranızda Yann Tiersen'in başka bir dünyadan beslenmediğini söyleyebilecek biri var mı? Bjork, Army Of Me için bu klibi nasıl çekmiş mesela:




Ne zaman bu konuda yazmayı düşünsem bir sürü şey geçiyor kafamdan, yazmaya kalkınca bir türlü toparlayamıyorum. En iyisi film falan önerip bu işten sıyrılayım: Brazil.

Ayrıca bu da okunabilir.

Antitez de burada.

Perşembe, Haziran 14, 2007

%100 Güven


"%100 güvenmenin rahatlığını yaşayın" diyor radyodaki reklam, filanca sigorta diye bitiriyor sözünü. Şarkı çalıyor bir yandan, ah etme ahın tutmaz, söz verme sözün yetmez...

Ne diyor bunlar kuzum? Bunun promosyonunu yaptıklarına göre, piyasada eksikliği hüküm sürüyor olmalı, değil mi? Şu kadar para verirseniz, biz size %100 güven veririz, hastalıkta sağlıkta sizinle birlikte oluruz. İlginç tabi.

...

Sabah yolda gelirken, bir amca el arabasında fesleğen ve domates fideleri satıyordu. Fesleğenin başını okşayınca etrafa güzel kokular saçıyor. Domates fidesinin üstünde de yedi adet minik domates var, birisinin rengi kırmızıya döndü bile. Güneşe koyduk, yarın yiyebilmeyi umuyoruz.

...

Bu kadar.

Çarşamba, Haziran 13, 2007

Kat Kat Tat

Bir zamanlar Kat Kat Tat vardı, öyle ahım şahım bir şey de değildi. Altı üstü milföy hamurunun içinde çikolata, fırında ısıtınca da güzel oluyordu. McDonald's amca bir benzerini satıyor ama aynı keyfi vermiyor, birincisi dış yüzeyi yağlı oluyor, ikincisi mikrodalga fırında ısıttıkları için hamurun ortasındaki çikolata/reçel aşırı ısınıp ısırır ısırmaz ağzımı yakıyor.

Aklı çelinmek sadece aklı çelinmekmiş. Çel, çelmek, çelinmek, çelme, çelenk. Ayağımız çelinmez ama aklımız çelinebilir. Ayağı çelinip düşene yardım ederiz, aklı çelinene yardım etmez miyiz? Çelenk göndeririz olmazsa. Çengelin de çelmekle bir ilgisi olmalı. Evet, doğru, aklı çelinmek, sadece aklı çelinmektir, düşene bir tekme daha atmamak gerek. Bir de çelişki var, o da bununla bir şekilde alakalı galiba. Çello?

Hayat dediğin aslında katman katman, kat kat tat yani. Tüm katmanlarda aynı metin var aslında. Sorun nerde? Üst üste koyunca denk gelmiyorlar bazen. Hani aynı metni içeren iki kağıda ışık kaynağına yönelip baktığımızda üst üste bindirmeye çalışırız ya, öyle işte. Mesela şu A'ları sizin için üst üste koydum, fotoğrafını çektim. Olmuş mu? Olmamış ve dahi olmayacak gibi duruyorlar.

Yeri gelmişken denk gelmeyen katmanlardan bahsedeyim biraz. Bir akşam oturmuş xml dosyaları ile uğraşırken, ateş böcekleri gördün mü sen hiç? Yok yok, Yılmaz Erdoğan'la hiç bir alakası yok bu böceklerin, yanlış anladın. Yok yok diyince de aklıma başka bir şey geliyor, evet benim aklıma ne çok şey geliyor böyle. Neyse, ateş böcekleri minik pırıltılar saçar karanlığın ortasında, sonrasında birden sahne değişir kısa bir süre için, bir şeyler görürsün farklı bir katmandan, mutlu olursun, ruhun beslenir oradan ve sonra ekranda yine gerçekler belirir.

Bunu tam olarak nasıl anlatacağımı bilemedim, bu sebeple şöyle bir egzersiz öneriyorum. Bu metni A4 sayfaya 14 punto ile iki nüsha bastıktan sonra birini ışık alan bir pencereye yapıştırıp diğerini üzerine yerleştirin. Sonrasında üstteki nüshayı aşağı-yukarı, sağa-sola milimetrik hareketlerle kaydırın, işte o zaman görünecek anlatmak istediklerim.

...

Bir şey daha vardı anlatmak istediğim; ihtiyaç duyulduğunda yalnız kalmak yanyana. Yanındakinin içine dönmesine, kendiyle kalmasına izin vermek. Bunu da sonra anlatayım bari.

Cuma, Haziran 08, 2007

11001001


Tamam biliyorum, yeterince özen göstermiyorum belki. Yaş gününü ve diğer önemli günleri de unutuyor olabilirim. Yayınladığım 201. yazı olacakmış bu, girmeden önce hatırlattı blogger. Gözlerim yaşardı tabi. Müsadenizle serbest çağrışacağım.

...

Şehrin gri bölgeleri var, vücudumuzun gri bölgeleri gibi. Ben bugün bunu gördüm. Bugün görmedim, dün gördüm aslında. Şehrin gri bölgeleri, vücudumuzun gri bölgelerini yoruyor. İki gri yanyana gelmiyor demek ki.

Geçenlerde Madonna'nın lafı geçmişti, hemen fona ekleyelim:


Ne diyorduk, gri bölgeler evet. Aşağıda yağmurun hallerini yazmıştım ya, o halleri şehrin gri bölgelerinde yaşamak kabil değil, denemeyin bile. Hatta denenmesi telafisi na-mümkün hasarlara sebebiyet verebilir.

Bir de demir var, dövmeden önce gri, döverken ateş rengini alır, sonra şekil alır, güzel olur, dövdükçe güzelleşiyor, işe bak!

Ufuk çizgisinin göründüğü güzel yerlerde, gün batımı pek güzel olur, gök binbir renge bürünür, maviden kızıla. Bak gördün mü, kızıl her şeye güzellik katıyor. Hayır, hayır, rica ederim, kızıl orduyla alakası yok bunun. Ayrıca kuzeye gittikçe gök, kızıllığını yitirir, o zaman kuzeye gitmeyelim.

Nil Karaibrahimgil ile oturup bebekleriyle oynayan bir arkadaşım var, çok iyi anlaşıyorlar. Onların bir de Antalya'lı arkadaşları var, büyümüş yetişkin olmuş. Acıyan gözlerle bakıyor onlara, büyümemiş daha bunlar küçük diyor içinden sanki, bir yandan da özeniyor ama hiç çaktırmıyor. İnsanın iç dünyasına böyle sınırlar çizilmiş olması ne kötü. Bende de var bir kaç tane, ilgimi çekiyorlar.

Zühtü Pekmez'i keşfettim bir kaç gün önce, çok eğlenceli bir abimizmiş kendisi, dünyevî meselelerden bahsediyor. Dilimizi yoğuran atalarmızın havsalamızla ilgili tasavvurları çok ilgimi çekti mesela, çok güldüm.

Mudurnu, Bolu'nun şirin bir ilçesidir. Otoyoldan uzak kalması sebebiyle sakindir, kendi halindedir. Çok güzel köylü bebekler yaparlar orada. Eskiden tavuk yapıyorlardı, şimdi yapmıyorlar galiba. Otoyoldan Abant sapağını takip ederek ayrılıp Abant yönüne gitmek ve sonrasında Mudurnu tabelasını takip etmek gerek. Şimdi bilmiyorum, eskiden yollar dar ve çok virajlıydı, acelesi olmayanlar için pek güzel bir seyir sunar, inip fotoğraf çekilebilir fakat durulacak yer konusunda hassas olmak kaydıyla.

Mudurnu'ya gittikten sonra Göynük namında küçük bir ilçe daha var görülmesi muhtemel, Fatih Sultan Mehmet'in hocası Akşemsettin'in kabri oradadır, üstünde kocaman bir ıhlamur ağacı vardır, açtığı vakit her yerler mis kokar. Biraz ıhlamur toplayınca, mis kokulu bir dönüş yolculuğu yaşanabilir. Döndükten sonra da afiyetle kaynatılıp içilir, kalbi ve ruhu yumşatır, dinginlik verir, yerseniz tabi.

61 xx 061 plakalı Volkswagen Touran araç sahibi, buradan sana seslenmek istiyorum, alkollü araç kullanmak çok tehlikelidir. Şayet alkollü değildiysen lütfen ileri sürüş gerekmez, normal sürüş teknikleri konusunda tekrar eğitim almanı öneririm. Ayrıca ani hızlanmalar ve yavaşlamalar benzin tüketimini artırır. Tabi diyebilirsin ki ben hepsini biliyorum ama Trabzonluyum, ne yapayim? Eyvallah demek düşer bana bu durumda.

Geçen nerde gördüm hatırlamıyorum, sevgiyle çalışan makina yapmışlar! İşte budur dedim, küresel ısınmaya, savaşlara, yoksullağa ve kirlenmeye karşı en iyi çözüm. Seviyorsun çalışıyor, sevmezsen çalışmıyor. Kendi bilgisayarımdan biliyordum aslında, biraz hibrid bir versiyon benim ki, elektrik ve sevgiyle çalışıyor. Sevgiyle elektriğin bir alakası var diyenlere buradan selam ediyorum.

Hala seyretmemiş olanlar için The Science of Sleep'i kat'iyetle tavsiye ederim. Rüya görmek ve dahi rüyada görülmek üzerine bir güzelleme yazmak isterdim ama şu anda sadece bir konuya odaklanabilecek bir konsantrasyona sahip değilim, bu yüzden iyisi mi filmi seyredin.

İşten çıkınca Ankara'ya gitmek enteresan bir şeymiş, ben bugün, yani aslında dün bunu gördüm. Hiç bir hazırlık yapmadan, aniden, eve gider gibi başka bir şehre gitmek, belki biraz nefes almak, hiç değilse yol tepmek, güzelmiş.

Kuş cıvıltıları ve cırcır öten bir takım böcek sesleri arasında uyanmak, sonra serbest çağrışıp onları yazmak da güzelmiş. Aklımdan geçen bir sürü başka şey daha vardı ama onları unuttum, hatırlayınca yazacağım, söz!

Perşembe, Haziran 07, 2007

Yağmurun Halleri

Soru :

Yağmurlu havalarda insanoğlunun büründüğü halleri sayınız ve açıklayınız.

Cevap:

1. Şükür hali : Çeşit çeşit ısınmalar nedeniyle kurak geçen bir bahar yaşayan ülkemizde yağmurun yağmasıyla birlikte ilk hissedilen şey sevinçtir. Suyu israf etmeyin, susuz kalabiliriz denilen bir yerde daha ne olabilirdi ki?

Başka sebepleri de olabilir bu halin, mesela uyanınca pencereden görünen ağacın her zamankinden daha parlak bir yeşile bürünmüş olması çok güzel. Camı açınca gelen toprak kokusu da güzel. Ufuk çizgisinin görülebildiği bir yerden bakınca sanki tüm dünyada yağmur yağıyormuş gibi bir hissetmek de güzel.

2. Duru bir dinginlik hali : Sanki tüm doğa sakinleşiyormuş gibi geliyor bana. Serçeler, martılar, kediler ve bilimum canlılar korunaklı bir yere çekilip huşu içinde yağmuru izlerken ister istemez bir sükûnet, bir dinginlik hali çöküyor üstüme. Sokaklar da daha az insan yürüyor, tadını çıkararak. Yağmurda koşanlardan olmaz bizim orada, bu da güzeldir mesela.

3. Ruhun yıkanıp paklanma hali : Saçlarıma düşen yağmur suyu süzülüp kafa derime temas ettiği zaman büyük keyif alıyorum, saçlarım tümüyle ıslanana kadar sürüyor bu. Yağmur suyunun saf olması ve hiç bir elektrik yük taşımaması nedeniyle olabilir tüm bunlar. Bunun yanında her şeyin yıkanıyor olmasıyla insan da kendini yıkıyor, paklıyor olabilir.

Salı, Haziran 05, 2007

Sevginin Kaynağı

Bir yerlerde şöyle yazmışlar:


Ah sevgili, bilir misin, bilmezsin; seni parlatan ancak benim içimde parlayandır. O parlayan ki benden değildir, benim içimdeki başka bir şeydir.

Ve sevgili; sen kapılarını kapattığın vakit, parıltın da sönüverir.

Korkarım ben, o seni parlatan güneşin kendimden olduğunu sanarım diye.

...

Sevgi öyle bir şey ki, ancak O'ndan gelir, çağlayıverir ancak önüne set koyanda kabahat.

Ben bir nehrin yatağıyım, ancak o sular ki Rahmet-i Rahmandır, oldukça çağlayabilirim. Nereye akacağımı da bilemem, O'nun gönderdiği damlalar nereye yönelirse, ben de oradaki nehir yatağı olurum.

Yalnızlık

Bir zamandır toparlayıp yazamıyorum, bugün şunu okudum, biraz daha susmakta fayda var. Belki başka şeyler yazarım...

...

Bir de şunu farkettim, belli bir tarihten önceki yazıların etiketi yok, bana bu konuda yardım edecek birileri olabilir mi diye düşünmedim değil.

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de