Özgür İrade
{ 23 Mayıs'07 : Bu yazının yazılmasına sebep olan blog kapanmış, ne olur ne olmaz diyerek kendime sakladığım bir kopyasını ilgilenenler için yayınlayacağım.}
olmak ya da olmamak: Bir yıl sonra bugün, yaşamayı bırakacağım.
Geçtiğimiz günlerde limk'te dolaşırken yukarıdaki başlığa rastladım . Neler oluyor, köprüden atlamak yerine blog'dan atlamayı tercih ediyorlar artık diye düşünürken baltayı fena taşa sapladığımı farkettim. Ne yaptığını gayet iyi bilen ve bilinci açık olarak ölümü deneyimlemek isteyen bir hanımefendi yazıyormuş. Bazı takıldığım, sormak istediğim noktalar oldu okurken, oraya yorum olarak girmektense ilişkili bir yazı yazmanın daha iyi olacağını düşündüm. Sonrasında da bu cümleleri yazdım işte...
Özgür iradenin yerini kollektif bilince bıraktığı zamanlarda oldukça radikal bir çıkış bu:
Bakın, başka yaşam formları da olabilir, hatta içinizden biri olarak öyle ileri gidiyorum ki, sizlere ne kadar vahim bir durumda olduğunuzu göstermek için kendimi feda ediyorum.
Nedenini tam olarak kavrayamasam da böyle bir ses benim duyduğum. Bunu yaparken, bir yıl süreceğini söylediği bu süreçte ilerlerken, ne hissedecek? İnsanlığın daha iyi bir geleceğe kavuşması için küçük bir şey de ben yapıyorum, diyecek mi?
Merak ettiğim başka şeyler de var tabii; nasıl bir geçmişten gelip böylesi bir seçip yapar bir insan? Çocukları var mıdır? Hayatının geri kalanını yaşamak istemediğine göre, görüp görebileceği, yaşayabileceği her şeyi yaşadığı vehmine mi kapılmıştır? Vehim diyorum, öyle keskin halleri var ki yaşamın, hiç bir zaman tamam ötesi olmaz demeye gelmiyor. Her ne kadar mutluluk aptallara has bir şey olsa da mutlu bir insan yapar mı böyle şeyler? Yoksa hüzün ki en çok yakışandır bize mi diyordur?
Evet, çok merak ediyorum böyle bir farkındalık içinde olan bir zihin başka neler düşünür, neler hisseder, sokakta yürürken bambaşka mı görür arnavut kaldırımını, afilli binaları. Bu zihnin kıvrımlarını keşfetmek istiyorum, anlamak istiyorum. Onun için yazıyorum zaten tüm bunları. An itibariyle 359 gün kaldığına göre, acele etmeliyim sorularımı sormak için.
Kasnakta hareket eden sabit bir dişli olmayı kabul ettiğimiz şu sistemde yaşamaya çalışmak da en az buna son verme kararı kadar çılgıncadır.Sabit bir dişli olmak kimseye çılgınca gelmez ki! Herkesin dişli olmadığı bir yerde ancak yerinden çıkmış civatalar çılgın olarak addedilir. Aslında bunu görmeye hiç bir zaman vaktimiz olmaz. Doğarız, doğduğumuz andan itibaren gerekli gereksiz her şey tıkıştırılır zihnimize.
Öncelikle ağlayınca istediklerimizi elde edebileceğimizi biliriz tabii ki! Sonrasında iyi ve kötü, duruma göre dini ritüeller. Daha sonra ne olduğunu anlamadan ana okulu başlar ve hiç olmadığı kadar çok toplumsal kod tepemize üşüşür. Sonra hep okullar, hep okullar, hayati önem arzeden sınavlar ve hiç bitmeyen okullar. Hadi hayata hazırsın dediklerinde çark olmaktan başka seçebileceğin ne vardır ki? Geçen 23-25 sene boyunca bütün donanımın buna göre hazırlanmıştır. Göz kırpan bir kaç minik ışık, gecenin karanlığında parlayan ateş böcekleri gibidir.
Böyle düşününce, insanlara çark olmaktan başka şeyler de yapabileceklerini anlatmaya çabalamak beyhude mi acaba? Bu kadar umutsuz mu durum? Bir yerlerde düşünen bir zihin bunu yapmak istediyse, bir umut ışığı görüyor olmalı. Belki bu da benim kavrayamadığım bir farkındalık.
Hayatımın sizler için bir anlamı olmasını beklemiyorum. Bu yaptığım sadece size, sizin de üzerinde denetim sahibi olduğunuz bir hayatınız olduğunu hatırlatma çabasıdır.Dünyanın çeşitli yanlarında pek çok insan ölür ama bunları ruhumuz bile duymaz. Edinebildiğimiz bilgiler hayatımızın sahnelerini oluşturur. 1994 yılında Ruanda'da 1 milyon insan kesilirken ruhumuz duymadı, çünkü o sıralar ülkemiz medyası için hükümet çekişmeleri, kanlı mı kansız mı muhabbetleri ve sosyetik insanların eski-yeni sevgilileri daha önemliydi. Tüm dünya için de aynısı geçerliydi. Yıllar sonra bununla ilgili bir film çevrilince gördük tüm olanları ve içimiz sızladı. Bilsek de ne değişiyor?
Evet, biri'nin ölümünün diğerleri için anlamı olması beklenmeyebilir. Neticede galat-ı meşhur dilimize dolanır: Hayat devam ediyor.
İnsanların, diğerlerini kalıplara sokmak için ürettiği kurallar bütünü olan yasalar bunu önemser. Öyle kafanıza göre yaşamınıza son veremezsiniz. Sistemin bir parçası olan her hangi bir şeyin sistemden ayrılması öyle veya böyle sistemi etkiler. Ayrıca bilinçli olarak bunu yapan biri, sistemdeki diğer parçalar üzerinde de etkili olabilir. Bu ve bunun gibi hususlar nedeniyle eğer ölmeyi başaramazsanız bu konuyla ilgili olarak sistemin koruyucusu olan kolluk güçleri tarafından ifadeniz alınır ve gerekirse kamu davası açılabilir. Nedense Asimov'un multivac'ını hatırladım birden...
Mantık bulabiliyor musunuz yaşamın değişmez olduğuna inandığınız saçmalıklarına? Tabii ki bunlarla yaşamayı ve “gerçekler” adını verdiğiniz bir dizi illüzyonu kabullenme yolunu seçtiniz. Böylesi daha güvenli...
. . .
Çünkü içimizden geldiği gibi sokağa çıkıp oyun oynarsak, uzun vadede toplum tarafından fena halde cezalandırılırız.
. . .
Evet, ne ironiktir ki, seçim hakkımız olmadığını iddia ettiğimiz her şeyi yine “seçerek” sürekli kılıyoruz.
. . .
Ama bizi özgür iradelerimizi uygulamaktan alı koyan da bunlar değil midir zaten? Yargılanma, aşağılanma, garipsenme, dışlanma korkuları...
Cezalandırılmamak, ayıplanmamak ve dışlanmamak için değil mi zaten tüm yaptıklarımız? Tüm bunların en uç noktası değil mi zaten hapis cezası. Böylece ömür boyu sürecek bir tecride uğramış olursunuz.
Peki hata nerede sayın yazar? Bir şekilde toplum içinde çoğunluğun benimseyeceği fikirler olacaktır. Nesilden nesile aktarılırken yeni nesiller bu fikirleri sorgulamayacak ve kendilerine ait olduğunu düşündükleri bu fikirleri takım tutar gibi tutmaya başlayacaklar. Sonrasında kendilerinden olmayanı aşağılama, ayıplama aşaması gelecek. Bu farkındalığı nasıl ayakta tutacağız.
Belki de demokrasi kavramını çoğunluğun azınlığı ezmesi olarak algılamamız da burada bir sorun oluşturuyordur. Ülkemizde yerleşik demokrasi kültürü böyledir çünkü: seçilenler sevinç nidalarıyla başa gelir ve kendilerini seçmeyenleri görmezden gelerek her istediklerini yaparlar.
Bu durum toplumun en küçük birimi dediğimiz aileye kadar sirayet etmez mi? Ailede, sınıfta, iş yerinde iktidarı elinde bulunduran kişi hep diğer fikirlerin üzerinden silindir gibi geçip kendi fikrini dikte etmez mi? Kıyma makinesi gibi iktidarların bulunduğu bu sosyal oluşumların içinde hayatını devam ettirmenin yolu, ya iktidarla birlik olmak ya da sessiz çoğunluk rolünü oynamaktır.
Bir gün birileri çıkıp devrim yaptığında da çok şey değişmez aslında. Yeni bir iktidar, yeni bir şakşakçı takımı ve yeni bir sessiz çoğunluk oluşur. Halbuki V'yi diğerlerinden farklı kılan şey budur: iktidar arzusunda olmayan bir devrimci.
Peki ya bu iktidar-muhalefet özelinden iki kutuplu düşünce yapımıza doğru bakarsak? Geçtiğimiz yüzyılın son demlerine kadar süren soğuk savaş dünyayı iki ayrı kutba ayırmıştı. Aynı şekilde ülkemizde de sağ ve sol olmak üzere iki kutup hep varoldu. Düşünce dünyamızı da benzer bir yaklaşımla iyi-kötü ekseninde şekillendirdik.
İki nokta arasında yanlızca bir doğru çizilebildiğine göre, sonsuz uzayda bir yerlerde belirlediğimiz iki nokta arasında gidip geliyoruz demektir. Ne kadar acı.
1 yorum:
Sen de yazmışsın zaten, böyle bir "özgür irade show"un karşılaşabileceği en büyük talihsizlik boyundan büyük bir farkındalığa sebep olmaktır. "özgür irade show" diyerek küçümsediğim zannedilmesin, fakat böyle bir şeye de "gösteri"den ziyade bir isim bulamadım, bilinsin. Yazarın epeyce kafasını kurcaladığı belli olan iyi-kötü kavramlarıyla alakalı kısmını bir kenara koydum, iyi niyet yahut kötü niyet aranmasını istemiyorum buna "gösteri" derken. Dediğin gibi, "kutup"lar oluşturmak, bizi bir "doğru" üzerinde gidip gelmeye mahkum etmekten başka bir işe yaramaz.
Bir zamanlar Fight Club vardı, "farkındalık" denen şeyi önemseyenler arasında birdenbire fenomen olmuştu. Sonraları "kült" mertebesine yükseldi, ve bir anti-kahraman geleneğini bize miras bıraktı. Tyler Durden, kimliğini, kendisini, kendi bile bilmeyen bir anti-kahramanken V iktidar karşıtı bir devrimci olarak ortaya çıkarak "aslolan devrimdir, farkındalıktır" diyordu.
(ve bugün acı içinde, fight club denince "aslında onlar anlamıyor" dediğimiz bir gereksiz kitlenin de yarım yamalak bulduğumuz farkındalığından rahatsız olmuyor muyuz?)
Aslolan farkındalıktır, fakat farkındalık bile farkında olduğumuz ölçüde, hızla içi boşalıp tüketilen bir şeydir. "Deneyimlemek"ten öteye geçip bir iç yolculuktan çıkar da bir şekilde dışa vurulur, kabul görürse o fikrin, o farkındalığın da yavaş yavaş sonu geliyor demektir. Şu halde kaçılacak bir yer var mı ben de bilemiyorum, yargı oluşturmakta zorlanıyorum.
"Hayatının geri kalanını yaşamak istemediğine göre, görüp görebileceği, yaşayabileceği her şeyi yaşadığı vehmine mi kapılmıştır? Vehim diyorum, öyle keskin halleri var ki yaşamın, hiç bir zaman tamam ötesi olmaz demeye gelmiyor."
Özgür irade'nin en büyük düşmanlarından biri, bizi düzende tutan da tutmayan da belki basit bir "merak" duygusu... Fakat hayatın gerçekten, öyle keskin halleri var ki, en özgür iradenin bile karşı koyamayacağı tecrübeler, sürprizler, vaadlerle her dakika aklı çelebiliyor.
Hayır, bu özgür irade'nin kendi ölümünü bir "istatistik"ten ibaretmiş gibi göstererek kahramanlıktan, idea olmaktan kurtulabileceğine inanmıyorum. Karşı çıktığı şey, (düzen,rutin, alışılmışlık, çark olmak, her neyse) eninde sonunda kendisi olacaktır. Ya bir gün bütün insanlar kendisi gibi düşünmeye başlar ve karar verdikleri anda kendilerini imha etmeye başlarlarsa? Böyle bir şey, o anda "düzen" o insanlar da "çark" olmazlar mı o vakit? Peki bu karmaşada birisi çıkar da "hayat güzel ve her anı -en azından- merak edilmeye ve beklenmeye değer" derse?
Madem kutuplardan bahsediyoruz, ben de bir soru sormak istiyorum şimdi direkt sana, özgür iradenin karşısında duran itaat midir, düzen mi?
(mesela "itaat" ve "tanrı" kavramları konusunda yazarımızı biraz yetersiz buldum ben. Kader ve itaat esasında bizim donanımımızda olan, özgür iradenin yakınlarında bir yerlerde konumlandırılmış farkındalıklardır. Arayıp bulmak, rehber eşliğinde keşfe çıkmak gerekir, değil mi?)
Retorik değil, bununla alakalı devam etmeyeceğim. Biraz evvel "gücün sırrı itaatten gelir"le neticelenecek bir yerlere gittim geldim ama başka bir zaman yazabileceğim onları.
Gerçi, "düzen", "kurulu düzen", "kodlar" ile de başımız epeyce dertte. O zaman bir bakınayım şimdi, hayatımızın okulda öğretilmeyen, kodlanmayan bir bölümü var esasında. 23-25 yaşına geldiğimizde elimizde ufacık kalmış hayatlarımızın girilmemiş bir alanı, hakkında pek az konuşulan şey, bir "toplumsal tabu". Yani, hayatımızın aşağı yukarı 15 senesini geçirdiğimiz okullarda sevişmek öğretiliyor mu bize? Buyrun, küçük yaştan itibaren kafamıza tıkılmamış bir bilgi, annelerimizin babalarımızın zihinlerimize kodlamadığı, hatta girmekten kaçındığı yer.
Hayatlarımız, bize hareket alanı bırakmayacak derecede kodlarla sınırlandırılmış, daraltılmış olsun. Hadi aşık da olamıyoruz mesela değil mi, onun da bir sürü kodları var ki pek güzel ifade edilmiş mevzubahis hadise dahilinde. Peki kodlanmamış alanda, sevişirken özgür ve mutlu muyuz? Tekdüze mutsuz hayatlarımız içinde cinselliğimizin dokunulmazlığını keşfedip onu kaçılabilecek bir yer haline getirebilmiş miyiz?
Karıştırılmasın, toplum ona dokunmaz olur mu denmesin, zaten cinselliğin dokunulmazlığı tabu oluşunda gizli. Kavram olarak konuşulmaması şahane bir dokunulmazlık getirmiş ona, buyrun ben de her mutsuz bireye kendi içinde bir bahçe gösteriyorum, belki pek haddim olmayarak. Eğer istemezsek demokrasinin, liderlerin, "düzen"in, kutupların olmayacağı, herkesin kendi "iradesi" ile yönetebileceği bir paralel evren mesela?
Sadece yazdıklarınla alakalı konuşup yorum yapacaktım, niyetim bir karşı fikir oluşturmaya çalışmak değildi. Zinhar karşı değilim "Bir kişinin ölümü trajedi, milyonların ölümü istatistiktir" anlayışına.
Yorum Gönder