Blog'a Mektup
Sevgili Blog,
Sevgili dediğimden anlamışsındır, seni seviyorum.
Biliyorum, bazen seni ihmal ediyorum. Unutuyorum seni oralarda bir yerlerde. Sağolasın, şimdiye dek bunu hiç yüzüme vurmadın. Sadece en son yazdığım zamanı gördüğümde aklıma geliyor, vay be ne çok olmuş diyorum.
Bazen yazamadıkça yazamıyorum işte. Bir süreden sonra yüzüm tutmuyor ben geri geldim demeye. O zaman da ihtiyacım olana kadar bekliyorum. Tuzsuz gelmeye başlayınca bir şeyler, dayanamayıp geliyorum. Sahi sevgili blog, sen tuz gibi sevmek ne demek bilir misin? Bir de tuz bile koktu deyimi var ama onun şimdi konuyla ilgisi yok, alınma.
Doğum gününü de unutuyorum, yani en azından doğduğundan beri hiç tam zamanında kutlayamadım. Sen bunu da hiç dert etmedin. Başka özel günlerin var mı bilmiyorum. Belki seni yeterince iyi tanımıyorumdur. Mesela belki bu sana yazdığım ilk mektubu bir özel gün olarak kutlamak istersin?
Aslına bakarsan yazmadığım zamanlarda yazacak şeylerim olmuyor değil. Ancak aklından geçenleri hemen yazmalısın düsturunu sahiden yeterince iyi monte edemedim hayatıma. Tam da şeyleri yaşarken onları yazmak aklıma gelmiyor. Geldiği zaman da yazmayı değil yaşamayı tercih ediyorum ya da tembellik ediyorum, peki tamam.
Bilirsin, yazmak mı yaşamak mı diye bıdı bıdı yapan edebiyatçılar ve dahabirsürücüler var. Halbuki ben yaşadığını yazmak diyorum. Yaşamadığı, tecrübe etmediği meseleleri yazanları da samimiyetsiz buluyorum.
Bunun yanında yazma işinin bu kadar çok kişi tarafından meslek haline getirilmesini de ilginç buluyorum. Yazmak, derdini anlatacak kadar yazabilmek [bence] insanların büyük çoğunluğunun sahip olması gereken bir yeti. Daha önce psikoloji alanı için de söylemiştim sanırım. İnsanların tümünün vasat denebilecek ölçüde bilgi sahibi olması gereken bazı alanların sadece uzmanlara tahsis edilmesini ilginç buluyorum.
Bir de az önce anlattığım gibi bir sürü -cı, -ci, -çı var ortalıkta. Herkes birşeyci olmaya çalışıyor. Edebiyatçı, matematikçi vesair. Bu devirde insanların bu denli sadece birşeyci olmaları durumu bana ilginç ve dahi tehlikeli geliyor. Halbuki tüm şeyler, önceden birlikteydi ve sonradan kollara ayrıldılar. Üstelik çoklukla farklı notasyonlarla aynı şeyi anlatacak şekilde kesişiyorlar.
Uzmanlaşmaya karşı değilim ama düşünsene sevgili blog, herkes sadece bir konuyu bilirse nasıl olup da ortaya bir kompozisyon koyabiliriz?
Bunları geçelim, sana yazdığım bu ilk mektubu bir çok başka meseleye kurban etmeyelim.
Dedim ya, seni seviyorum. Senin sayende bir şeyler öğreniyorum, seni tanırken dünyayı ve kendimi tanıyorum filan. Bak, ne de güzel klişe cümle kuruyorum. Bu kelimenin ingiliz dilindeki telaffuzu çok daha güzel, vaktin olursa şuradan dinleyebilirsin.
Sonra seninle konuşmalarımızı dinlemeye gelenler oluyor, sohbetimize katılıyorlar. Keyifli oluyor. Böylece onlardan da bir şeyler öğreniyoruz birlikte, kimi zaman neş'elenip, kimi zaman kederleniyoruz.
Biliyor musun sevgili blog, seninle tanıştığımızdan bu yana -ki bu senin doğumun oluyor aynı zamanda- ben çok değiştim. Gerçi bi ara sana değişmeyen bir özden bahsetmek isterim ama şu an kastettiğim o değil, biliyorsun. Hala daha değişiyorum. Bunu seviyorum aslında, değişiyor, değişebiliyor olmak güzel şey. Bunda senin de payın var biliyorsun değil mi? Aynı zamanda şahitlik ediyorsun buna. İlginç birisin eninde sonunda.
Bugün kardeşimin bir arkadaşının vefat ettiğini öğrendim. Kemik iliği nakli olmuştu, yanılmıyorsam bu ikincisiydi. Bir kaç defa ancak gördüm çocuğu sanırım ama bugün haberi alınca iki damla yaş süzüldü gözlerimden. Neden olduğunu bilmiyorum. Bunu üzüntüyle açıklayamam. Değişiyorum işte, eskiden daha soğukkanlıydım ölüm konusunda. Anlatmıştım sana, benim ölümüm çok sorun değil ama etraftaki insanların ölümü daha başka.
Bugün sana bu mektubu yazmayı düşündüğümde, değişimden bahsetmeyi kafama koymuştum. Tabi olmazsa olmaz metamorfoz geldi aklıma. Adam böceğe dönüşmüş, değil mi? Ömrü yetseydi veyahut bir blogu olsaydı; sonrasında bir ota, sonra bir ağaca, sonra bir kuşa, sonra bir başka şeye dönüştüğünü de yazabilir, bütün bunların kötü olmadığını farkedebilirdi. Tabii kendisi kötü olduğunu söylemiyor ama ters dönmüş böceğin hikayesi oldukça karamsar. Gündelik hayatla barışamayan böcük.
Tamam blogu yokmuş ama günlükleri varmış, ben bir türlü okuyup bitiremedim. Bak sen bu işte daha iyisin, ne kadar sıkıcı olursa olsun günlük, hatta bir kaç günlük dozlarla verdiğin için yenilir yutulur bir hal alıyor anlatılanlar/yaşananlar.
Böyle işte, bugünlük anlatacaklarım bu kadar. Bundan sonra ne zaman sana mektup yazabilirim bilmiyorum, seni sevdiğimi unutmamanı dilerim.
Şimdilik hoşçakal.
1 yorum:
Hasıl edilmiş bilgi bu kadar çok ve çeşitli değil iken, bitkiler, "otlar-çalılar-ağaçlar" diye ayrılmışken, feylesoflar çayırlarda oturup minimal taksonomi ile uğraşabiliyor, arada astronomi ilmine katkıda bulunabiliyordu tabii.
Zaman geçip, ilimler içinden disiplinler; disiplinler arasından meslekler oluşmaya başlayınca insanlar içinde de başka başka "ben"ler büyüdü. "Ben"lerini konuşturup kitap yapanlar, "ben"ini büyütüp mektup yazanlar, "ben"ine küsüp mahzun olanlar türedi.
Bir de aklıma, bir buçuk yaşında bir küçük "ben"i büyüten annemin, "benimle" arkadaş oluşunu anlattığı geldi. Ama anlatamayacağım bunu, sadece aklıma geldi.
İnsan ömrü ve kapasitesi ancak bir-şeyci olmaya yetiyor. Aslında, bir-şeyci olmak ve bir şeyle tanımlanmak ı ayırmak isterim ben burda.
(bir de, bugün "bütün mühendisler en az bir temel bilim okumalı" demiştik. nasıl da üzerine geldi)
Yorum Gönder