Işıklı Kalem
Işıklı bir kalemim var, çok güzel. Yazılmakta olan kelimeyi, bir önceki ve bir sonrakiyle birlikte aydınlatıyor. Yazan kişi için daha fazlasına gerek var mı? Bilmiyorum, benim için gerek yok. Kalemi, kağıttan birazcık uzaklaştırınca büyük resmi görebiliyorum. Çünkü ışık kaynağının önünde bir mercek var. Gözümüzde de mercek var.
Işıklı kalemimle gece karanlıkta aklıma gelen her şeyi unutmadan yazabilirim, rüyalarımı da yazabilirim, susmayan bilincimin söylediklerini de. Şikayet etmiyorum, susmasın tabi, seviyorum onu.
Işıklı kalemimi tavana doğru tutunca sekiz kollu bir yıldız oluyor. Kalemi çevirince, dönen bir yıldızım oluyor. Yıldız bile kaydırabiliyorum.
Tersine alarmlı saat üzerinde çalışıyorlarmış. Amaç minik insanların uyku düzenini sağlayabilmek. Tesadüfen rastladığım proje ekibinin üyelerinden biri de alaturka hallerini yazıyor.
İşte tavanda döndürüp, kaydırdığım yıldızımı görünce aklıma bu geldi. Tersine alarmlı saat, etkileşimli olmalı, farklı animasyonlar sunabilmeli. Yeterince iyi olduğunu düşünürsem ben de bir tane edinebilirim, neden olmasın ki?
Işıklı kalemimle uyuyakaldım sonra. Pek çok, pek çok rüyalar gördüm. Bir konser alanı, bir maraton yaşadım. Çocuklu genç bir kadınla tanıştım, erkeğini evden kovmuş. Çantalarımı onun evine bıraktım. Bir taksiye bindim, taksici Hintli çıktı. İstanbul'u da basmış bu hintliler. Ben demiştim zaten vize koyalım şunlara diye. Taksiden inince fark ettim ki benim masamın üzerindeki teneke taksiymiş bu. Ne çok sevindim.
Sabah uyanınca, yorulmuştum bile bu kadar çok rüyadan. Hoş, tatlı bir yorgunluk. Tersine alarmlı saatle uyuyan çocukların muhayyilesi daha mı zengin olacak?
Taksiyi düşündüm ve taksinin sahibinin ne yapıyor olduğunu. Bazı şeyleri unutamadığımı farkettim fakat kategorize edemedim. Kişisel tarihimin bazı kısımları hiç yokmuş gibi oluyor ve bazıları hiç gitmiyor.
Ağacı düşündüm sonra. Mezarın üstüne toprakla örtüldükten sonra dikmiştim. Geçende haberi geldi. Büyümüş, serpilmiş o ağaç. Dedikodular bile yayılmış, arkadaşı dikti demiş kimileri. İnsanlar hikaye anlatmaya çok düşkünler. Cinayet işlemeye ve kan görmeye de aynı oranda düşkünler. Hikayeciler bu yönden kendilerini tatmin edebilirler. Kasaplar da. Kurban bayramları toplumun ekseriyatını kan görmek yönüyle nötralize eder. Bir de hikaye bayramı yapmalı o halde, anlatsınlar dilediklerini. Kursunlar dünyayı yeniden.
Geçen gün koruda yürürken, patikanın yanıbaşına parkedilmiş bir uçan halı gördüm. Usta bir şoför olduğuna kanaat getirdim. Dönüşte aynı yoldan geçiyordum, halının sahibi hala ortalıkta yoktu. Uyuya mı kaldı acaba ağaçların arasında?
Ağaçların bittiği yerde kültür bakanını gördüm. Oldukça şık görünen gri bir takım elbise giymişti. Normal şartlarda sevmem gri takım elbiseleri. Bir eli cebinde konuşuyordu. Sonra kayboldu birden bire.
Aklıma uzun ömrün acısı geldi. Herkes ölüp gidince dünyada kalıp onların yasını tutan adamı hatırladım. Ne fena. Belki buna da alışmıştır.
"Lost In Translation" seyrettim bir ara. Evet, filmin isminden mülhem mevzusu oldukça iyi anlatılmış. Oradan başka yerlere kaydım hemen. Ya anadilin de yetmiyorsa anlatmak için diye düşündüm. Sonra susasım geldi çokça. Susunca susarım hep. Konuşunca da susarım. Fakat insan susayınca deniz suyu içmemelidir.
Başka bir aralıkta da "Little Children"ı seyrettim. Bir "Selvi Boylum, Al Yazmalım" tadı aldım. Konuyu sağlam, üslubu yavan buldum. Aynı hikaye daha etkileyici anlatılabilir diye düşündüm. Yine de beğenmedim diyemem, hoştu.
Selofandan bir deniz gördüm sonra, denizden yansıyan ışığın aydınlattığı bir de gökyüzü. Ondan sonra bunları yazdım işte. Kağıttan bir gemi var denizin üstünde, süzülüyor kıyıdan kıyıya.
1 yorum:
Lost in Translation için izledikten hemen sonra "görsel ilk haiku" benzetmesini yapmıştım... Bu kadar sade, bu kadar kendiliğinden olamazdı bir film sanırım...
Yorum Gönder