Önce
Sis kaplayınca her yanı ve o gri boşluğun içinde hiç bir şey görünmediği zaman ne çok şaşırır insanlar. Hani karanlık gibi değildir, en kuvvetli lambalar bile kâr etmez. Halbuki sudan başka bir şey değildir gözümüzün önüne perde gibi iniveren.
Şehrin her yanı sisin içinde kaybolunca, insanları çok belli etmedikleri bir panik sarmıştı dün. Vapurlar çalışmıyor, kara taşıtları ihtiyatlı hareket ediyordu. Önünü görmek önemli tabii insanlar için. Belirsizliğin içinden fırlayan bir çift göz, bir çift lamba, bir çift, hepsi birer bilinmeyen.
. . .
Otobüse bindikten sonra cam kenarına kuruldum bir güzel. Akşam trafiğini de hesaba katarsak uzun sürecek yolculuk için atkımı ve ceketimi çıkarıp iyice kuruldum koltuğa. Çantadan kitabımı, cebimden telefonumu çıkarınca farkettim arandığımı.
Akşam için planlanan programda iki saatlik bir tehir olduğunu işaret ediyordu telefondaki ses. Otobüs henüz hareket etmediyse de, yapacak fazla bir şey yoktu. Hani vardıysa bile benim yapasım yoktu sanırım. Sonrasını düşünmeksizin kitabıma gömüldüm. Kim bilir ne işler karıştıracaktı Ernest yine?
Sisin içinde bütünüyle kaybolan Boğaziçi'ni geride bıraktıktan sonra karar verdim Profilo'ya gitmeye. Akşam yemeğini böylece aradan çıkarabilirdim. Binlerce kez geçtiğim Mecidiyeköy sapağında insanlar savrulurken otobüsün içinde, ayağa kalktım.
Yine sis, yine soğuk. Bu kaldırımlar ne kadar da tanıdık, hala değiştirmemişler mi? Bak şurada eskiden Osmanlı Bankası vardı, o güzel ağacı dururdu şurada. Profilo denilen yer de fabrikaydı bir zamanlar, şimdiki gençler bilmez.
Tek başıma yemek yemeyi sevmem, iştahım kapanır. Üstelik yine mi ekmek arası bir şeyler? Ah ama bak amca eline gitar almış yumuşak yumuşak söylüyor. Ne çok yalnız insan var masalarda. Kimisi bir şeyler okuyor, kimisi etrafa bakınıyor dalgın dalgın.
Eskiden olsa ne çok adam vardı bu civarda kapısı çalınacak, kimisi okulu bitirdi gitti, kimi başka yere taşındı. Son kalan ikisinden biri Sibirya'ya, diğeri de askere gidince kapılar duvar oldu. Hem bak burası da fabrikaydı eskiden, adam şarkı söylüyor şimdi.
Aşağı inip bir kahve aldım ama çok vaktim yok, hemen dışarı attım kendimi. Soğuk yine. Elimde sıcacık kahve, yüzüme vuran nemli soğuk ve kaldırımlar, o eski düzensiz kaldırımlar. Şu adam psikopat gibi bakıyor, beni mi takip ediyor ne?
Ben bu kaldırımların cemaziyel evvelini bilirim dedim sağda bekleyen taksiciye, bana deliymişim gibi baktı. Esentepe Caddesi'nin girişini pas geçip devam ettim. Eskiden en kallavi odasında künefe yediğim binanın birinci katı bilardo salonu, ikinci katı spor salonu olmuş.
Bir bak, kaç defa geçtim bu kaldırımdan biliyor musun? Bu sokakların her bir yanını bilirim ben. Her bir karosuna bastım özenle. Asfaltlarını çiğnedim arabayla defalarca. Deli dürtmüştü işte, güneşin altında sokak felsefesi yapıyordum.
Binalara ne demeli? Her birinin merdiven boşluğu nasıl kokar bilirim. Tam şimdi güldüm kendime, Yılmaz Erdoğan gibi mi yazıyorum ne? Ama böyle, yapacak bir şey yok.
Çocukluğum, gençliğim bu sokaklarda geçti benim. Her birini dolaştım tek tek. Belki şehir gezmeyi bu sokaklarda sevdim. Her gün geçtiğim sokaklarda binaların detaylarını incelemeyi bu sokaklarda adet edindim belki de kim bilir. Kaldırım taşlarının, elektrik direklerinin uzmanı oldum. Belediyenin beş yıl sonra istimlak ettiği yerlere, ta o zaman hüküm vermiştim; ancak yıkım kurtarır bu sokağı, demiştim.
İnsanları tanıdım bu sokaklarda, yağmurlu, karlı ve güneşli günleri tecrübe ettim defalarca. Uzun uzun düşünmeyi, sıkılmadan düşünmeyi ve hayal kurmayı da bu sokaklarda öğrendim sanırım.
Işıklardan karşıya geçtim. Kimsenin umrunda olmasa da, yolun karşısı Fulya'dır ve benim uzmanlık alanımda değildir. Buradan itibaren değişmeye başladı duygu durumum ve kapıyı içeriden kapatınca kalmadı buruk Mecidiyeköy anılarından geriye hiç bir şey.
Kusura bakma, bu kadar işte, vurucu bir sonu yok bu yazının. Hepsi bu kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder