neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Çarşamba, Ocak 31, 2007

Sevecek

cras amet qui numquam amavit
quique amavit cras amet
- - -
asla sevmeyen yarın sevecek
seven de yarın sevecek


John Fowles-Büyücü'den

Pazar, Ocak 28, 2007

Böyle başlar

17:48
Ne uzun bir gün. Sabaha karşı aralanan gözlerim ve kayıtsız kalamadığım düşüncelerim. Kalkıp yazmıştım ve şimdi yazıyorum, hiç yazamayabileceklerimi.


Bunu sadece tam da hissettiğin anda yaz düsturunu yerine getirmek için yapıyorum. Umuyorum ki bir gün tam da istediğim gibi yazabileceğim.

. . .

Eski bir bina, yüksek ve işlemeli bir tavan, büyük kapılar, çocukluğumu hatırlatan kilitler.Hep eski binalara meraklı olmuşumdur. Bu kocaman bakımsız daire biraz özenle muhteşem olabilir.

Ne kadar zamandır kovalı soba görmemişim? Özlem mi bu? Ya üzerindeki çizilmiş kestanelere ne demeli?

Gıpta ediyorum ve hayal kuruyorum: neden olmasın? Çok katlı ve asansörü yok. Belki de bunun için kirası çok değildir. Çok değil derken neyi kastetmişti şu güleç yüzlü adam?

Bu güleç adam sahiden iddia edildiği kadar samimi mi? Olabilir. Hınzır bir çocuktan hallice. Belki hayal kırıklıkları var. Belki dememeli, belli ki demeli.

Otuz beş yaşında. Tıpkı Tuba'nın bahsettiği bekar tiyatrocular gibi. Bir şeylere geç kaldığını düşünüyor mu? Seçme hakkını yeniden versek eline; yeniden seçer mi bekar tiyatrocu olmayı?

Gözleri parlıyor bu adamın, çocuk gibi, deha gibi. Çocuksu bir dürtüsellik.

Kırmızı otobüsler için bile kırmızıda geçmek yasaktır dostum.

Ya şu haşin kıza ne demeli? Olduğu gibi göründüğüne hiç şüphe yok. Dolambaçsız ve içtenlikli bakışları var. Bunun da var içinde bir çocuk.

Neden insanların içindeki çocuklara ve hikayelere merak saldım böyle? Düşününce; sanırım hep bu bekar tiyatrocuların hayatlarını merak ediyorum.

Bunlar bir şekilde arızalı insanlar. İçlerindeki o şeyi öldüremeyen ama onu da olduramayan, bu yüzden de ıskartaya çıkan, kabul edilmeyen insanlar. Sahiden memnunlar mı bu durumdan? Memnun muyum? O içlerindeki/içimizdeki şey de ne ola ki?

. . .

Eski bir bina, yüksek ve işlemeli tavan, büyük pencereler. Dışarı bakınca kurşun kaplı bir kubbe görünüyor, nedense benim için huzur timsali olan.

Sabah ezanına çok zaman yok. Yattığım yer pek rahat değil. Üstelik boyuma kısa gelen bu yatak benzeri şeyde, ayakkabılarım çıkmamış olduğu halde sallanıyor ayaklarım. Başım ağrıyor biraz. Soba da sönmüş galiba. Birazdan belki midem bulanacak ama henüz bilmiyorum bunu. Kayda değer bir bulantı olmadığını da bilmiyorum. Düşünceler dolaşıyor kafamın içinde, ne rengi var bu düşüncelerin, ne de bir nişanı. Kim bilebilir ne olduklarını, kendilerince apaçık ortada olmalarına rağmen, ben bile.

Gözlerimi açıyorum hafifçe, bir çift göz görüyorum, kağıda ve kaleme dikkat kesilmiş. Görüyor beni, devam ediyor yazmaya. Beri yanda şov devam ediyor. Yeniden yazan gözlere bakıyorum. Seyredalmayı tercih ediyorum bu sefer. Farkında bunun. Yazmaya devam ediyor. Düşünmekten ve bakmaktan fazlasını yapabileceğimi sanmıyorum.

Cümleler ve düşünceler akıyor zihnimde. Belli belirsiz seviniyorum cümlelerin gelmesine. Öteki insanların görebileceği bir kaç şey! Başım ağrıyor hala. Seyre devam ediyorum bir yandan. Kalemin kağıt üzerindeki halleri tahrik ediyor ve tam o anda akıp giden bir kaç cümleyi beğeniyorum. Yazmalıyım diyorum ve harekete geçiyorum. İşe bak, düşündüğümden fazlasını yapabilecek güce sahibim.

Defterimi alıyorum ve hep olduğu gibi hiç yazamayabilecekmişim gibi gelen bir şeyler yazıyorum, defteri başucuma koyuyorum.

04:39
hiç yazamayabileceğim şeyler olduğunu farkettim az önce uykuyla uyanıklık arasında.

işte tam bu noktada, tam olarak kavrayabiliyorum kendi varoluşumu. seni, tamamiyle anladığımda, her yanını sardığımda, kaybetmiş mi olacağım? biliyorum ki senin dışını saran, senin dış yüzeyine tamamiyle uyabilecek bir hale geçiyorum şimdi. bu aynı zamanda senin içinde kayboluşuma da tekabül ediyor.

doğuşu; o'nun, içimde. hem, sen kimsin ki?
Dikkatle, daha dikkatle, artık o saatte ne kadar olabilirse o kadar dikkatle seyre devam ediyorum. Görmek ve görülmek; bunları yazar anlattı kitaplarında, görmekle mahremiyet arasındaki yadsınamaz bağlantıyı.

Kafasını kaldırıp bana bakıyor, hemen dönmüyor kağıda aktardığı kendisine. Kaçırmıyorum bakışlarımı. Ne yapıyoruz? İç içe mi giriyoruz yoksa savaşıyor muyuz?

Anlam var mı bakışlarında? Aramalı mıyım o anlamı? Yoksa yok mu onun da bakışlarının rengi? Ya ben n'apiyorum? Ne anlıyor bakışlarımdan? Korkmuyor mu? Korksa kaçardı, kaçmıyor. Anlamlandırmak için uğraşıyor mu?

Anlatamayacağım ve şekillendiremeyeceğim kadar çok şey oluyor bakarken ve bakılırken. On saniye mi? On beş saniye mi? Böylesi yoğun iletişimler için çok uzun bir süre bu ya da bana öyle geliyor.

Yazısına dönüyor. Sanıyorum ki daha az rahatsız etmek kaygısıyla gözlerimi kısıyorum. Uyur gibi oluyorum fakat bilincim kapanmıyor.

Biraz zaman geçiyor, yana kay diyor.

Uzanıyor yanıma ve sarılıyor. Uyuyorum artık. Huzurluyum. Rüya bile görüyorum sanırım. Kapalı gözlerimin içinden sükunetini görüyorum. Sanıyorum en son hatırladığım da bu.

Ek

Çok zamandır düşündüklerimi Gündüz Vassaf ve Beckett çok önce söylemiş zaten.

Eklemek istediğim bir nokta var: Söylenmemiş söz kalmamışsa nasıl ki söylemenin gereği yoktur, o vakit yaşanmamış hayat parçaları yoksa, yaşamanın da gereği yoktur.

Çarşamba, Ocak 24, 2007

Bilinmedik


Tam geceye uyanıyordum ki bir baktım Pur; Esma'yı, Esma da beni mimlemiş: bilinmeyen detaylar.

Kendim hakkında çok da dışarı vurmadığım bir detay düşünürken aklıma kalemlerim geldi. Evet efendim, ben bir kalemseverim. Kalemin kağıdın üzerinde salınışına hayranımdır ve bana kalırsa, fırçanın tuval üzerindeki salınımından daha anlamlıdır bu.

Bu merakım ilk defa annemin altın uçlu Scrikss kalemiyle başladı. O zamanlar temizligi ve rahatlığıyla tüplü dolma kalemler modaydı ve bu çevirerek mürekkebi emmesi sağlanan 30 senelik kalem çok ilginç gelmişti bana. Üstelik Pelikan Mavi-Siyah mürekkep ile ne de güzel uyum içindeydi.

Lise yıllarında versatil kalemlere merak saldım ve bu merakım ahşap kaplı bir Faber Castell ile zirveye ulaştı. Mevzu bahis kalem için bir fotoğraf aradım fakat muvaffak olamadım. Şu sıralar çeşitli yerlerde sıklıkla görülen bu kalem bundan 4 sene öncesi nadir bulunan bir fetiş nesnesiydi benim için.

Tükenmez kalemler konusunda da artık takıntılı bir Uni-ball kullanıcısıyım. Yağ karışımlı mürekkep sayesinde kağıdın üzerinde müthiş manevralar yapmaya imkan sağlıyor. Tek kusuru biraz çabuk tükenmesi olabilir herhalde.

Sıra geldi mimlemeye; Zaman Metinleri'ni, İç Bulantısı'nı, Ebda'yı ve Kuzeyin Çocukları'nı mimlemekten geri duramıyorum. :)

Pazar, Ocak 21, 2007

Keşif

We shall not cease from exploration
And the end of all our exploring
Will be to arrive where we started
And know the place for the first time.

Keşfetmenin peşini bırakmamalıyız
Ki tüm bu keşiflerimizin sonunda
Başladığımız yere varmış
Ve o yeri ilk defa anlamış olacağız.

T.S. Eliot
Sanki herkes aynı çemberin etrafında dönüyor gibi.

Çarşamba, Ocak 17, 2007

Sesler Sözler

Herkesin ne çok söyleyecek sözü var ve benim biriyle susmaya ihtiyacım...

Kim bilir, belki de sadece kendimle.

Pazartesi, Ocak 15, 2007

Düşüyorlar

Kelimeler...


Hayır hayır, harfler... Düşüyorl
                                                          a

                                                             r

                                                                 .


                                                                   .

Cuma, Ocak 12, 2007

Önce

Sis kaplayınca her yanı ve o gri boşluğun içinde hiç bir şey görünmediği zaman ne çok şaşırır insanlar. Hani karanlık gibi değildir, en kuvvetli lambalar bile kâr etmez. Halbuki sudan başka bir şey değildir gözümüzün önüne perde gibi iniveren.

Şehrin her yanı sisin içinde kaybolunca, insanları çok belli etmedikleri bir panik sarmıştı dün. Vapurlar çalışmıyor, kara taşıtları ihtiyatlı hareket ediyordu. Önünü görmek önemli tabii insanlar için. Belirsizliğin içinden fırlayan bir çift göz, bir çift lamba, bir çift, hepsi birer bilinmeyen.

. . .

Otobüse bindikten sonra cam kenarına kuruldum bir güzel. Akşam trafiğini de hesaba katarsak uzun sürecek yolculuk için atkımı ve ceketimi çıkarıp iyice kuruldum koltuğa. Çantadan kitabımı, cebimden telefonumu çıkarınca farkettim arandığımı.

Akşam için planlanan programda iki saatlik bir tehir olduğunu işaret ediyordu telefondaki ses. Otobüs henüz hareket etmediyse de, yapacak fazla bir şey yoktu. Hani vardıysa bile benim yapasım yoktu sanırım. Sonrasını düşünmeksizin kitabıma gömüldüm. Kim bilir ne işler karıştıracaktı Ernest yine?

Sisin içinde bütünüyle kaybolan Boğaziçi'ni geride bıraktıktan sonra karar verdim Profilo'ya gitmeye. Akşam yemeğini böylece aradan çıkarabilirdim. Binlerce kez geçtiğim Mecidiyeköy sapağında insanlar savrulurken otobüsün içinde, ayağa kalktım.

Yine sis, yine soğuk. Bu kaldırımlar ne kadar da tanıdık, hala değiştirmemişler mi? Bak şurada eskiden Osmanlı Bankası vardı, o güzel ağacı dururdu şurada. Profilo denilen yer de fabrikaydı bir zamanlar, şimdiki gençler bilmez.

Tek başıma yemek yemeyi sevmem, iştahım kapanır. Üstelik yine mi ekmek arası bir şeyler? Ah ama bak amca eline gitar almış yumuşak yumuşak söylüyor. Ne çok yalnız insan var masalarda. Kimisi bir şeyler okuyor, kimisi etrafa bakınıyor dalgın dalgın.

Eskiden olsa ne çok adam vardı bu civarda kapısı çalınacak, kimisi okulu bitirdi gitti, kimi başka yere taşındı. Son kalan ikisinden biri Sibirya'ya, diğeri de askere gidince kapılar duvar oldu. Hem bak burası da fabrikaydı eskiden, adam şarkı söylüyor şimdi.

Aşağı inip bir kahve aldım ama çok vaktim yok, hemen dışarı attım kendimi. Soğuk yine. Elimde sıcacık kahve, yüzüme vuran nemli soğuk ve kaldırımlar, o eski düzensiz kaldırımlar. Şu adam psikopat gibi bakıyor, beni mi takip ediyor ne?

Ben bu kaldırımların cemaziyel evvelini bilirim dedim sağda bekleyen taksiciye, bana deliymişim gibi baktı. Esentepe Caddesi'nin girişini pas geçip devam ettim. Eskiden en kallavi odasında künefe yediğim binanın birinci katı bilardo salonu, ikinci katı spor salonu olmuş.

Bir bak, kaç defa geçtim bu kaldırımdan biliyor musun? Bu sokakların her bir yanını bilirim ben. Her bir karosuna bastım özenle. Asfaltlarını çiğnedim arabayla defalarca. Deli dürtmüştü işte, güneşin altında sokak felsefesi yapıyordum.

Binalara ne demeli? Her birinin merdiven boşluğu nasıl kokar bilirim. Tam şimdi güldüm kendime, Yılmaz Erdoğan gibi mi yazıyorum ne? Ama böyle, yapacak bir şey yok.

Çocukluğum, gençliğim bu sokaklarda geçti benim. Her birini dolaştım tek tek. Belki şehir gezmeyi bu sokaklarda sevdim. Her gün geçtiğim sokaklarda binaların detaylarını incelemeyi bu sokaklarda adet edindim belki de kim bilir. Kaldırım taşlarının, elektrik direklerinin uzmanı oldum. Belediyenin beş yıl sonra istimlak ettiği yerlere, ta o zaman hüküm vermiştim; ancak yıkım kurtarır bu sokağı, demiştim.

İnsanları tanıdım bu sokaklarda, yağmurlu, karlı ve güneşli günleri tecrübe ettim defalarca. Uzun uzun düşünmeyi, sıkılmadan düşünmeyi ve hayal kurmayı da bu sokaklarda öğrendim sanırım.

Işıklardan karşıya geçtim. Kimsenin umrunda olmasa da, yolun karşısı Fulya'dır ve benim uzmanlık alanımda değildir. Buradan itibaren değişmeye başladı duygu durumum ve kapıyı içeriden kapatınca kalmadı buruk Mecidiyeköy anılarından geriye hiç bir şey.

Kusura bakma, bu kadar işte, vurucu bir sonu yok bu yazının. Hepsi bu kadar.

Çarşamba, Ocak 10, 2007

Başlangıç

Bu yazıya nasıl başlayacağımı bilemedim.
Öncelikle böyle başlamayı düşünmüştüm ama bu cümleyle başlayan pek çok metin olabileceğini hayal edince vazgeçtim. Sahiden gökkubbede söylenmemiş söz var mı?

Geceleri insanlar uyur. Nadiren uyumayanlar var, nadiren aydınlık pencereler ev yığınları arasında.
Evet, sonrasında böyle başlamayı hayal ettim ama her ikisi de zihnimde vücud bulmaya çalışan düşünce hamurunun kıvamını tutturamayınca vazgeçtim.

Ne acı, kelimelerin kifayetsiz geliyor oluşu bile dile getirilmiş. Halbuki beyhude bir beklenti bir kaç bin kelimeden sayısız duygu durumunun ifade edilebilmesini beklemek. Bir kaç yüz bin olsa ne yazar? Ne yazar kelimeler, yazabilir mi altmış beş milyon rengin tümünü, var mı her biri için seçilmiş afilli kelimeler? Elbette kifayetsiz gelecek kelimeler ve ne garip; bir ve sıfırın tüm bir dünyayı tanımlıyor oluşuna şaşırır aynı zihinler.

. . .

Geceleri insanlar uyur. Nadiren uyumayanlar var, nadiren aydınlık pencereler ev yığınları arasında.
Aklıma aydınlık olmayan odalarda uyuyup, göz kapaklarının içi pırıl pırıl olan insanlar geldi bir an. Onlar ki sabaha dek ışıkla yıkanır. Pervane misali korkmadan ışığa koşanlardır.

Pazartesi, Ocak 08, 2007

Felsefe Mutlu Eder

Evet, tam olarak böyle yazıyordu sabah gördüğüm afişte.



Felsefe kimi mutlu etmiş ki şimdiye kadar? Kedinin kanlı eğeyi yalayıp, kendi kanını yaladığını farketmeyip keyiflenmesi gibi bir şey değil mi eninde sonunda?

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de