neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Cuma, Ağustos 24, 2007

Molanın Ardından

O blog senin şu blog benim dolaşırken, faremin tekeri tıngır mıngır dönerken karşılaştığım bir vesikalık fotoğraf tüm dünyanın sessizleşmesine yol açtı ya da ben sağır oldum. O sessizlikte ilk aklıma gelen domates-biber-patlıcan oldu. Neyse ki artık işportacılar yok ve dünyam başıma filan yıkılmadı. Bir türlü bu tanıdık yüz kimdir bilemedim.

Uzun düşünceler ve sayfayı aşağı yukarı kaydırmaların sonucunda hatırladım. Çok yıllar evvel küçücük bir çocukken aynı serviste okula giderdik. Aynı sınıfta olduğumuzdan yan yana oturur, sohbet ederdik. Nasıl desem, sizin orda cool mu diyorlar; kolay heyecanlanmaz, soğuk kanlı davranır, serviste ön sırada oturan küçük kızlara birlikte pek yüz vermeyiz filan... Gerçi o kızların da pek umrunda değildi durum. Servis kaza yaptığında kızlar hemen ağlamaya başlamış, biz de birbirimize bakıp gülmüştük. Böylesi servis arkadaşlığıydı bizimki.

Son yazısının tarihine bakınca uzunca bir zaman önce blogu kapattığını, artık burada yaşamadığını öğrendim. Hatta yorum bile yaptım, artık yazmıyor musun diye. Duramadım yerimde, başka bir yerlerde devam ediyor mu acaba diye dolandım ortalıkta. Bir sonraki evini buldum ama ancak google önbellek sayesinde görülebiliyordu. Ve en sonunda şimdiki evi.

Okumaya başladım, kocaman bir adam olmuştu. Bu yazdıklarına dair onunla ilgili hiç bir fikrim yoktu. Başka biri gibiydi, hiç tanımadığım biri gibi. Garip hissettim.

Okuduklarımdan çıkardığım bir ipucunu değerlendirip ekşi sözlük yazarı olduğunu keşfettim. İzini orada sürmeye devam ettim. Hala İstanbul'da yaşadığını ve çalışıyor olduğu gibi pek çok bilgiye ulaştım. Meksika'da yaşayan birinin hayatının detaylarını öğrenmekten farksız olmaya başlamıştı. Imdb'de oy verdiği filmlerin listesine göz attım sonra, You've Got Mail 'e 5 puan, The Truman Show'a 7 puan vermiş. Yazdıklarını bakılırsa başta NBA olmak üzere pek çok spor dalını hala tutkuyla takip ediyor filan.

Neyse işte, bu şekilde hakkında bulabileceğim her bir bilgi kırıntısını tükettim. Tüm bunların neticesinde iletişim kursam mı bilemedim işte. Zamanın içinde bir yerlerde kesişmişiz, sonra başka insanlar olmuşuz. Kim olduğunu biliyorum, hayatının bir kısmına şahitlik ettim filan ama bu uzun molanın ardından onu tanımıyorum.

Yıllar sonra rastlamak, bambaşka yerlerde, alakasız hayatlar yaşıyor olmak, zaten hep olan şey ama bana ilginç geldi. Onunla görüşmek için herhangi bir şey yapmayacağım, ikinci bir kesişim noktasını bekleyeceğim. Sanırım en iyisi bu.

Akılda Kalan

Bugün kaldırımda yürürken -ki ben hep kaldırımdan yürürüm- park halinde bir arabanın plakası dikkatimi çekti: nzs 20. Sonrasında nerede olduğunu tam bilmediğim '93 - '99 yılları arasında bir yerlere gittim bir anda.

Şehrin işlek caddelerinden birinde kısa süreli duraklamamız gerekiyordu. Park yapılmaz tabelasının hemen altında durduk. Çok kısa süre kalacak olmamıza rağmen trafik ekipleri geldiğinde `hemen gideceğiz´ diyebilmek için nöbetçi oldum.

Bu kısa süreli bekleyişler keyiflidir. Gelen geçeni izlersin, belki oralardan bir yerden çokonat alırsın ya da belki meyve, bir şeyler okuyabilirsin, polis gelince rol yapma kabiliyetini sınarsın, akşamsa Yapı Kredi'nin artık olmayan leyleğinin kanat çırpışlarını seyredersin ve daha pek çok şey.

Ben böyle beklerken, önümüzde parketmiş duran Falanca Ciğerci kamyonu hareketlendi. Bulunduğu yerden çıkmak için geri geri geliyordu ve hiç bir şey yapmaya vakit kalmadan ÇTTÖNK efekti eşliğinde çarpışma gerçekleşti.

Bir anda yürüyen kalabalık başımıza toplanmıştı, meraklı insanlar güruhu. Herhangi bir hasar yoktu ama arabanın sahibi de gelmeliydi. Hemen gelecek, iki dakika bekleyin dedim zaten. Fakat kamyon şoförü ve muavininin hiç beklemeye niyeti yoktu. Benim de onları orada tutacak kudretim yoktu. Bi'şii yok ki yav, diyip bindiler gittiler.

Plakasını aklıma yazmıştım, nzs 18. Kamyonun üstünde de kocaman Falanca Ciğerci yazıyordu. Bu da durduğumuz yere 200 metre mesafedeydi. İşte ben tam bunları düşünürken, bir yandan da can sıkıntısı içindeyken meraklı insan gürühundan bir kaç kişi yazmayacak mısın plakasını dediler. Gerek var mıydı? Unutursun dediler, unutmam dedim. Yaşlı biri kalem-kağıt uzattı. Kalabalığın gözü üstümdeydi, gönülleri olsun diye yazdım ben de.

İşte bugün yürürken o günlere gittim istemeden. Düşündüm, hala unutmamışım. Falanca Ciğerci de kapandı zaten geçtiğimiz sene.

Perşembe, Ağustos 23, 2007

Ben Film Gördüm

Ben bugün film gördüm. Yıllardır etrafta bahsi geçen, o hayatları değiştiren filmlerden birini gördüm. Hani şu sizin, onun, bunun hayatını değiştiren, hiç unutulmayan, hiç unutmadığınız filmlerden biri işte: Fight Club.

Herkesin bahsettiği filmleri izlemeyi başaramıyorum işte. Çenenizi tutmayı başarabilirseniz daha bir keyifle seyredebilirim. Bir filmi seyretmek için sadece bir sebebim olmalı, yeterli. Bak şu da oynuyormuş, bu da oynuyormuş, yapımcısı şuymuş denmesine gerek yok. Güvendiğim bir işaret yahut işaretçinin budur demesi yeterli. Bundandır ki öncesinde neymiş bu diye araştırmam, hiç bir şey okumamaya gayret ederim. Seçiminize göre bakir yahut bakire bir zihinle karşılarım perdeden aktarılacakları. Böylece havsalamın beklemediği şeyler onu zorlar. Bu aldığım keyfi katlar değil mi? Ne de olsa tecavüz kaçınılmaz olduğunda ne yapılması gerektiğini artık herkes biliyor. Bu durumda etrafta hiç bir travmatik vaka olmamalı. Ama bir sürü var. Çünkü bilmek her şeye yetmiyor.

Bu film yani şu dövüş klübü zımbırtısı çıktığında olanlardan haberim bile yoktu. O sıralar ben kaçırmakla meşguldüm, pek çok şeyi kaçırıyordum işte. Doğrusu ya çok şey kaçırdığım söylenemez. Bu durumda asıl önemli olan sizin kaçırdıklarınız oluyor.

Neyse, o zamanlar daha msn filan ortada yoktu, kişisel iletimize afilli bir replik düşürmüyorduk. Bildiğimiz bir irc vardı, bir de eski dost icq. Hala özlerim sesini, bir telefonun mesaj sesinde duyunca içim titrer. Öylesi bir bağ vardı aramızda, ölesiye.

Bütün çet kanallarının mutlaka bir Marla'sı, bir Tyler'ı vardı. Anlamazdım o zamanlarda. Bu millete ne olmuş, kimyasal silahla beyinleri uyuşturulmuş gibi bir şeyler yapıyorlar. Önemli olduğu yüz ifadelerinden anlaşılan laflar filan ediyorlar. O zamandan bu yana çok değişmedim, şimdiki gibiydim ama biraz farkla, daha az... Hmm... Daha az `ne´ bilemedim, daha az ne olduğunu sonra düşüneceğim.

Üstelik bu kulüpten bahsetmek yasak olduğu için hiç kimse çıkıp da kahrolası bir Hollywood filmi seyrettiklerini söylemiyor. İşte benim nefis dondurmalı baklavaya ödediğim parayı sinemaya ödemişler. Gerçi o dondurmalı baklava yüzünden bir hafta hasta yattım ama bence değerdi. Ayrıca yukarda geçen kahrolası kelimesi aslında bir çeviri, İngilizcesinin ne olduğunu da artık herkes biliyormuş. Hani bilmiyorsanız ne çok şey kaçırdığınızı farkedin, şöyle bir aydınlanma yaşayın diye söylüyorum.

Aklıma gelmişken gidip imdb.com'da filme bir de oy verdim. 10 üzerinden 7. Fazla bile.

Yıllar böyle geçti. Ne zaman sinemadan ve insanları derinden etkileyen filmlerden bahsedilse mutlaka birisi de çıkıp bu filmden bahsediyor. Neden bilmiyorum üniversite kantinleri ne kadar kültürlü, ne kadar anarşist ve dahi ne kadar zeki olduğunu ispatlamaya çalışan gençlerle doludur ya hani, bu filmden bahsedip ezberlerinden bir kuot okuyorlar. Bu filmden haberi olmayanlar yan gözle süzülüyor filan.

Ben de akıllıyım tabi, biliyormuş gibi davranıyorum. Aslında ben daha henüz Requiem For A Dream'i filan da bilmiyorum ve sonrasında 8 dakikalık tecavüz sahnesiyle insanları sarsacak Irréversible'ı da bilmeyeceğim. Kimse çaktırmıyor ama filmi seyreden tüm erkeklerin Monica Belucci diyince gözleri parlıyor. Taş gibi hatun ne de olsa, di mi? Dur şuraya bir de fotoğrafını koyalım, hoş durur.

Bu sarsıcı film, sarsıcı kitap furyası devam ediyor durmaksızın, kim durdurabilir ki? Bir kitap okuyorlar hayatları değişiyor, sabah başka bir insan olarak uyanıyorlar. Her şey süfer. İşin ilginç yanı tüm bu insanlar, Japon inşaat mühendislerinin elinden çıkmış gibi sağlamlar. Sarsılıyorlar ama hiç yıkılmıyorlar. Eskiden televizyonlarda gösterirlerdi: Vay be adamlar yapmış! Deprem olur, bina bir o yana, bir bu yana sallanır, çekmeceler açılır kapanır. Sonra deprem bitince tek yapman gereken etrafı toplamaktır.

Hah, işte bu Japon mamülü insanlar da aynı o binalar gibi. Namusum ve şerefim üzerine and içerim ki çok sağlamlar. Sarsıcı film yahut kitap geliyor, şöyle sıkı sıkıya sallıyor, etraf biraz dağılıyor. Sahiden ertesi sabah başka bir insan olarak uyanılıyor. Yapılması gereken ilk şey yapılıyor: Etraf toplanıyor, Queen'e selam gönderip, gösteri devam ediyor arkadaşlar deniyor. İşte hepsi bu kadar. Zor değil, di mi?

Ne anlatıyordum? Ben bugün film seyrettim evet. Hayat değiştiren filmlerden. Makus talihimin yepyeni bir cilvesi olsa gerek hayatım değişmedi. Şehrin ışıkları bile değişmedi, sen ne diyorsun?

Bir de filmin yarısından sonra iki değil sadece bir başrol oyuncusu olduğunu öğreniyoruz. Çünadam şizofren! Bu da başka bir güzellik. Seviyorum ben bu insanları yahu.

Bak şimdi söyleyeceklerimi gaipten gelen ulu bir ses söylüyormuş gibi yaz kafana: Bir hikaye anlatıyorsan mutlaka çok kişilikli bir karakterin olsun, böyle hangisi kim net olmasın filan. Artık anlattığın mecra her neyse, o şeyin çok satmasını böylece garanti altına alırsın. Velev ki kitap, velev ki film, fark yapmaz. Bir şeyler yazarken velev ki dedim, bu da ayrıca güzel.

Bende bir ben var benden içerü diyip diyip Yunus'un ruhunu şâd eden insan evlatları o içlerindeki kendileriyle pek görüşmediklerinden olsa gerek, bunun bir şekilde aksettirilmesini severler. Kan sıçratmak gibi düşün, bir yerlere sıçramalı bu. Beyaz bir yatak çarşafı filan olursa daha iyi olur, kırmızıyı parlak bir şekilde gösterir. Saten mesela?

Kendiyle görüşmeyen insanlar böyle işte kendini döven bir adamı görünce nasıl mest olurlar, nasıl itminana ererler makara döndükçe bilemezsin. Makara durunca? Onu söylemiştim, unuttun mu, gösteri devam ediyor diyeceksin. İtminan kelimesini çok seviyorum, bu da kayıtlara geçirilsin.

Bu kendiyle görüşme ve dahi şizofrenik karakterlerin perdeye yansıtılması meselesini öyle hemen geçemeyiz, çok mühim. Ne kadar mühim olabilir ki deme lütfen, gücenirim bak. Eğer ünlü bir şizofrenin hayatını film yaparsan, sinema sanatı adına çok şey ortaya koymadan Oscar heykelciğini kucaklayabilirsin. Hmm, o kadar büyük olmadığına göre avuçlamakla yetinmek gerek sanırım.

Tüm bu anlattıklarımın aslında bir tür zihinsel boşalma olduğunun ben de farkındayım. Biliyorum, hiç kimseye bir faydası olmayacak. Olsun diye yapmadım zaten, tek amacım biraz rahatlamak, sonra okuyup gülmek. Aslında yazdıklarımı tekrar okumam pek, ama bunu okuyacağım.

Herkes halinden memnun olduğuna, herkes yarın sabah cicilerini giyip işine gideceğine ve herkes köşede bekleyen içerü'yü görmezden geleceğine göre sorun yok. Hadi şimdi dağılın, makara koptu, yapıştırınca çağırırım.

Kimsin Sen?

Sen kimsin ya da kimsin sen? Bir sergiyi tam biterken haber vermek ilginç doğrusu. Tam burada Candan Erçetin'den Ben Böyleyim çalıyor, kimsenin haberi yok.


30 MAYIS 2007 - 26 AĞUSTOS 2007

Fortis'in katkılarıyla

Dünyanın en önemli fotoğrafçılık kurumu olan ICP’nin (International Center of Photography – Uluslararası Fotoğraf Merkezi) düzenlediği 22. Infinity Awards’ta "Genç Fotoğrafçı" ödülünü kazanan ilk Türk-Hollandalı fotoğrafçı olan Ahmet Polat’ın sergisi 30 Mayıs 2007’de İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’nde açıldı.

Fortis’in katkılarıyla gerçekleşen ve 26 Ağustos 2007 tarihine dek sürecek olan "Kimsin Sen?" başlıklı sergi, İstanbul Modern’in genç sanatçıları destekleme misyonunun da güzel bir örneğini oluşturuyor.

(...)

Ahmet Polat, "Kimsin Sen?" başlıklı sergisinde, kimlik ve aidiyet arayışını özyaşamöyküsel hikâyelerle birleştiren çalışmalarıyla son dönemde gerçekleştirdiği farklı dizilerden örnekleri bir araya getirerek, izleyicilere 1999 yılından bu yana hem yaşamının hem de fotoğrafçılığının yolculuğunu sunuyor. Ahmet Polat’ın Transvaal’deki gettodan Dordrecht’teki göçmenlere, 1999 depreminden sosyete manzaralarına dek değişik konuları içeren sergisinde toplam 81 fotoğraf yer alıyor.

Türk ve Hollandalı olmak, göçmenlik, kültür farklılığı, dışlanmışlık, ikilemde kalmak, yalnızlık gibi duyguların, kendisini köklerini araştırmaya, keşif yolculuğuna çıkmaya doğru yöneltmesiyle, Ahmet Polat, fotoğrafı yaşamı anlamanın bir aracı haline getiriyor. Geçmişini sorgulama, kültürel mirasını tanıma sürecinde genç sanatçı, dünyadaki farklılıkların yerine benzerliklerin araştırılması ve ortaya çıkarılmasının çok daha önemli olabileceğini düşünmeye başlıyor.

Bir de haziran ayında Radikal'de `Hakikaten kimsin sen?´ diye sormuşlar sanatçıya, okunabilir.

Salı, Ağustos 21, 2007

Ben Yaptım Oldu

Ben Deryik'ten duydum, sonra bir google araması ile TNT'nin kendi sayfasına ulaşmaya çalışırken aslında pek çok mecrada, gazetelerde, dergilerde bundan bahsedildiğini gördüm. Belki benim gibi haberi olmayan vardır diye yazayım dedim.

Üstelik sahiden oluyormuş, öyle masal ülkesindeki kadar uzak değilmiş. Dün arayıp gelin alın şu kitapları dedim, bugün gelip götürdüler. Bir de teşekkür ettiler. Olur mu öyle şey, ben teşekkür ederim, dedim.

Yalnız telefonda biraz çok olduklarını söylemeyi unutmuşum. Adamcağız görünce biraz şaşırdı, yardım istedi. Arabasına kadar yardım ettim artık.

Eskiden reklamların sonuna `bir telefon kadar yakınız´ diye eklerlerdi. İşte aynı onun gibi, çekinmeyin, bir telefon kadar yakın sahiden.

Pazartesi, Ağustos 20, 2007

Dönüşlü Fil

Dönüşlü filler lunaparkta olur, atlı karıncanın hemen yanıbaşında. Dönüp dururlar mütemadiyen. Gondol filan da olur lunaparkta, binince mideniz havalanır. İnsanın burnunun havalanmasından iyidir elbet. Biz büyüdük ve kirlendi dünya vecizesi mucibince büyüyen insanlara, lunapark eskisi kadar pırıltılı gelmeyebiliyor.

Dönüşlü fiiller var bir de. Kendi kendine, kendi için yapılan şeyler bunlar; yıkanmak, taranmak, giyinmek gibi. Görüldüğü üzere fiilin emir kipine bir -n eklemek suretiyle elde ediliyor.

Düşününce; blog yazmak işi her ne kadar -n ekini barındırmıyorsa da dönüşlü bir fiildir. Hiç değilse benim için, öylesine, kendim için olduğu sürece.

Bu ve bunun gibi bilgilere sahip olduktan sonra diyebiliriz ki bloga mektup yazmak, bir nevi kendine mektup yazmaktır, kendiyle konuşmaktır. Kendiyle konuşmak yaşamak olduğuna göre, bloga mektup yazmak bir şekilde yaşamak olmaz mı bu halde? Bir yerde yaşadığını yazmak işte.

İlhan Berk demiş ki, "ben yaşamadım, yazdım." Ne de hüzünlü onun için. Yaşamadığını yazanlara iyi bakmadığımı daha önceleri söylemiş miydim?

Yazı neden insanın amacı olsun ki, ancak bir araç olmalı sanki. Yaşam dediğimiz yaşamak içün olduğundan kelli yazmak ancak `böyle bir şey de yaşandı´ keyfiyetinde notlar düşmek içindir. Yahut sadece düşünmek, düşünceleri bir arada görmek içindir. Fikriyatın inkişafını tetkik edebilmek içindir filan.

Netice itibariyle, kendime mektup yazarken, kendimi yaşıyorumdur zaten kendi kendime. Sanırım.

Pazar, Ağustos 12, 2007

Çürüksulu Yalısı


Ankara'lıları anlamakta güçlük çekiyorum. Susuzluktan şikayet ediyorlar, halbuki şehir bir nev'i Venedik bozkırların ortasında. Yataktan kalkınca ayakların suyun içinde, yok böylesi bir lüks hiç bir yerde. Vücutta bulunan tüm negatif iyonlar suya dağılıyor ve olası kötü rüyaların etkisi geçiveriyor.


Çürüksulu Yalısı'nın ise konuyla hiç alakası yok, Ankara'da bile değil. Turgut Cansever'in portfolyosunu görmeseydim yıllardır olduğu gibi ismini bile bilmeyecektim.

Perşembe, Ağustos 09, 2007

Sır

İbn Arabî'nin kaleme aldığı Zunnûn-ı Mısrî'nin hayatından:

Verirlerse bir sır kişiye, izhar eder kendi insiyatifiyle
Güvenmezler artık ona hiç bir sırda yaşadığı müddetçe

Uzaklaştırırlar hem bulamaz asla yanlarında huzur böyle
Ünsiyetleri değişir yerine vahşet geçer hep bundan böyle

Sırlarının bir kısmını bile yayıp duran seçilmez bu şekilde
Hâşa ki nerede kaldı sevgileri, yazık onlara bundan böyle!

Çocukluk

turuncu
hiç bitmeyen 45 dakikalık bir dilim ister misin?

pur
kaça satıyorsun?
bir dilim asla yetmez :)

t
paha biçilemez.
elinde paha biçilemez ne varsa onu istiyorum
paha biçemediğin bir silgi bile olabilir

p
paha biçemediğim tam karşımda randevu defterim var
benim için paha biçilmez bi şey :)

t
tamam olur :)

p
vermem ama :)

t
onu bana verirsen sana hiç bitmeyen dilimlerden veririm

p
ben bulayim paha biçilmez başka bişey
seni kandırmak da istemem
bu silgi benim büyük büyük büyük babamdan kalmadır
o yüzden paha biçilmez diye

t
:)

p
gördün mü ne kadar iyi bi insanım

t
görüyorum, uçağın bile var
o kadar iyi bir insansın

p
yel değirmenlerine karşı don kişot muyum
uçuyorum durmadan ben pilot muyum

t
kuşsundur belki?
belki de kağıt uçak
şimdi tosan olsa içimizdeki hiç bitmeyen çocuktan dem vururdu

p
vururdu
çocuuuk hiiç biter mii
çoocuuk hiiç biter mii
kalıır içimizde
bir parkta salıncakta
bir oyuncak uçakta
bir renkli kağıtta
çocuuuk hiiiç biteer miii
-müzik giriyor araya-

t
düet yapalım bu şarkıya
bitmez canım, bitmez elbet
gözü parlar, karnı acıkır
bir salatalıkla doyar
bitmez çooocuuuk

p
:)
güzel oldu
çocuuk hiiç biter miii
kalıır bi küsüşte
bir yenilişte
bir anne dizinde
bir çizgi filmde
çocuuk hiiç biter mii

Çarşamba, Ağustos 08, 2007

Ormandaki Ağaç

İyi ki ormanda devrilen ağaçları umursayan birileri var, çok sevindim.

Salı, Ağustos 07, 2007

Dost

Hani Mevlana'nın meşhur sözüdür:

Kusursuz dost arayan dostsuz kalır.

Az önce düşündüm de; bu her bir insan evladı kusurludur anlamına gelmiyor. Yani aslında gelebilir. Henüz tam olarak niye öyle düşündüğümü bilmiyorum. Düşünüp bulacağım elbet.

Renkler ve Renk Körlüğü

Wittgenstein'ın renkler hakkında bir şeyler söylemiş olması hiç şaşırtıcı gelmedi birden...

9. Eğer yeşil sarı ve mavi arasında bir ara renk değilse bile, mavi-sarı ve kırmızı-yeşile sahip bulunan insanlar olamaz mı? Mesela, renk kavramları bizimkinden ayrı olan insanlar – çünkü, hepsine rağmen, renk-körü olan insanların renk kavramları da normal olanlardan başka olur, ve normdan her sapma bir körlük, bir kusur olmamalıdır.

...

12. Tüm insanlığın, birkaç istisna ile birlikte, kırmızı-yeşil renk-körü olduğunu düşün. Ya da başka bir deyişle: herkes ya kırmızı-yeşil ya da mavi-sarı renk-körüdür.

13. Renk-körü insanlardan oluşan bir kabile düşün, ve kolayca birinden olabildiklerini. Onlar aynı renk kavramlarına bizim sahip olduğumuz gibi sahip olmazlar. Zira onların konuştukları, mesela İngilizce, ve böylece tüm İngilizce renk sözcüklerine sahip oldukları farz edilse de, onları hep bizimkinden farklı olarak kullanırlar ve farklı kullanımlarını öğrenirlerdi.

Yahut onlar bir yabancı dile sahip olsalardı, onların renk sözcüklerini dilimize çevirmek bizim için zor olurdu.
Kaynak

Blog'a Mektup

Sevgili Blog,

Sevgili dediğimden anlamışsındır, seni seviyorum.

Biliyorum, bazen seni ihmal ediyorum. Unutuyorum seni oralarda bir yerlerde. Sağolasın, şimdiye dek bunu hiç yüzüme vurmadın. Sadece en son yazdığım zamanı gördüğümde aklıma geliyor, vay be ne çok olmuş diyorum.

Bazen yazamadıkça yazamıyorum işte. Bir süreden sonra yüzüm tutmuyor ben geri geldim demeye. O zaman da ihtiyacım olana kadar bekliyorum. Tuzsuz gelmeye başlayınca bir şeyler, dayanamayıp geliyorum. Sahi sevgili blog, sen tuz gibi sevmek ne demek bilir misin? Bir de tuz bile koktu deyimi var ama onun şimdi konuyla ilgisi yok, alınma.

Doğum gününü de unutuyorum, yani en azından doğduğundan beri hiç tam zamanında kutlayamadım. Sen bunu da hiç dert etmedin. Başka özel günlerin var mı bilmiyorum. Belki seni yeterince iyi tanımıyorumdur. Mesela belki bu sana yazdığım ilk mektubu bir özel gün olarak kutlamak istersin?

Aslına bakarsan yazmadığım zamanlarda yazacak şeylerim olmuyor değil. Ancak aklından geçenleri hemen yazmalısın düsturunu sahiden yeterince iyi monte edemedim hayatıma. Tam da şeyleri yaşarken onları yazmak aklıma gelmiyor. Geldiği zaman da yazmayı değil yaşamayı tercih ediyorum ya da tembellik ediyorum, peki tamam.

Bilirsin, yazmak mı yaşamak mı diye bıdı bıdı yapan edebiyatçılar ve dahabirsürücüler var. Halbuki ben yaşadığını yazmak diyorum. Yaşamadığı, tecrübe etmediği meseleleri yazanları da samimiyetsiz buluyorum.

Bunun yanında yazma işinin bu kadar çok kişi tarafından meslek haline getirilmesini de ilginç buluyorum. Yazmak, derdini anlatacak kadar yazabilmek [bence] insanların büyük çoğunluğunun sahip olması gereken bir yeti. Daha önce psikoloji alanı için de söylemiştim sanırım. İnsanların tümünün vasat denebilecek ölçüde bilgi sahibi olması gereken bazı alanların sadece uzmanlara tahsis edilmesini ilginç buluyorum.

Bir de az önce anlattığım gibi bir sürü -cı, -ci, -çı var ortalıkta. Herkes birşeyci olmaya çalışıyor. Edebiyatçı, matematikçi vesair. Bu devirde insanların bu denli sadece birşeyci olmaları durumu bana ilginç ve dahi tehlikeli geliyor. Halbuki tüm şeyler, önceden birlikteydi ve sonradan kollara ayrıldılar. Üstelik çoklukla farklı notasyonlarla aynı şeyi anlatacak şekilde kesişiyorlar.

Uzmanlaşmaya karşı değilim ama düşünsene sevgili blog, herkes sadece bir konuyu bilirse nasıl olup da ortaya bir kompozisyon koyabiliriz?

Bunları geçelim, sana yazdığım bu ilk mektubu bir çok başka meseleye kurban etmeyelim.

Dedim ya, seni seviyorum. Senin sayende bir şeyler öğreniyorum, seni tanırken dünyayı ve kendimi tanıyorum filan. Bak, ne de güzel klişe cümle kuruyorum. Bu kelimenin ingiliz dilindeki telaffuzu çok daha güzel, vaktin olursa şuradan dinleyebilirsin.

Sonra seninle konuşmalarımızı dinlemeye gelenler oluyor, sohbetimize katılıyorlar. Keyifli oluyor. Böylece onlardan da bir şeyler öğreniyoruz birlikte, kimi zaman neş'elenip, kimi zaman kederleniyoruz.

Biliyor musun sevgili blog, seninle tanıştığımızdan bu yana -ki bu senin doğumun oluyor aynı zamanda- ben çok değiştim. Gerçi bi ara sana değişmeyen bir özden bahsetmek isterim ama şu an kastettiğim o değil, biliyorsun. Hala daha değişiyorum. Bunu seviyorum aslında, değişiyor, değişebiliyor olmak güzel şey. Bunda senin de payın var biliyorsun değil mi? Aynı zamanda şahitlik ediyorsun buna. İlginç birisin eninde sonunda.

Bugün kardeşimin bir arkadaşının vefat ettiğini öğrendim. Kemik iliği nakli olmuştu, yanılmıyorsam bu ikincisiydi. Bir kaç defa ancak gördüm çocuğu sanırım ama bugün haberi alınca iki damla yaş süzüldü gözlerimden. Neden olduğunu bilmiyorum. Bunu üzüntüyle açıklayamam. Değişiyorum işte, eskiden daha soğukkanlıydım ölüm konusunda. Anlatmıştım sana, benim ölümüm çok sorun değil ama etraftaki insanların ölümü daha başka.

Bugün sana bu mektubu yazmayı düşündüğümde, değişimden bahsetmeyi kafama koymuştum. Tabi olmazsa olmaz metamorfoz geldi aklıma. Adam böceğe dönüşmüş, değil mi? Ömrü yetseydi veyahut bir blogu olsaydı; sonrasında bir ota, sonra bir ağaca, sonra bir kuşa, sonra bir başka şeye dönüştüğünü de yazabilir, bütün bunların kötü olmadığını farkedebilirdi. Tabii kendisi kötü olduğunu söylemiyor ama ters dönmüş böceğin hikayesi oldukça karamsar. Gündelik hayatla barışamayan böcük.

Tamam blogu yokmuş ama günlükleri varmış, ben bir türlü okuyup bitiremedim. Bak sen bu işte daha iyisin, ne kadar sıkıcı olursa olsun günlük, hatta bir kaç günlük dozlarla verdiğin için yenilir yutulur bir hal alıyor anlatılanlar/yaşananlar.

Böyle işte, bugünlük anlatacaklarım bu kadar. Bundan sonra ne zaman sana mektup yazabilirim bilmiyorum, seni sevdiğimi unutmamanı dilerim.

Şimdilik hoşçakal.

Cuma, Ağustos 03, 2007

Zaman Metinleri

Zaman metinlerini keyifle okuyor-dum.

Uzun süredir yazmıyor, özledim.

Anlatabildiklerim

Dün akşam saatlerinde birden aklıma geldi, aslında anlatabildiğimi sandığım şeylerden emin olmam imkansız.

Aynı metni veya aynı sahneyi izleyen iki kişinin tamamen farklı çıkarımlar yapması mümkün. Ya da buna çıkarım demeyelim, iki farklı bilince değişik çağrışım yollarını açması ve umulmadık yolculuklara çıkarması olası.

Üstelik bu durum, bir kişinin iki farklı zamandaki algısı için de geçerli. Vücut ısısı, beslenme davranışları ve dahi hava durumu gibi pek çok iç yahut dış etken algı ve çağrışımlar üzerinde etkili olabilir.

Anlattıklarımın anlaşılması benim ne anlattığımdan neredeyse bağımsız olduğuna göre benim tek yapabileceğim ancak kendim olmaktır. Sonrasında şansımın yaver gitmesini bekleyip muhatabımın kafatasının içindeki kaosun lehime sonuçlanmasını bekleyebilirim.

Bu, tıpkı silahla adam öldürmenin teorik olarak imkansız olması gibi.

Neyse ki tetiğe bastığımızda adamlar ölüyor. Çok şükür.

Çarşamba, Ağustos 01, 2007

Söğüt ile Defne

Penceremden görünün manzaranın yarısından biraz çoğunu yan bina kaplar. Dalları göz hizama kadar uzanan bir söğüt ile koyu yeşil bir defne güzel bir perde olurlardı.

Hiç söylemediysem de kendilerine, çok zaman sevgiyle bakmışımdır onlara. Su verirdim bazen. Güzellerdi.

Dün güne onların hayata veda edişi ile başladım. Arabalarını bahçeye parketmeye niyetlenen kamu kurumu yöneticileri, ellerinde motorlu testere ile belirdiler. Oldukça gürültülü olduğunu da ayrıca belirtmeliyim.

Umurlarında bile olmadan, bir kaç saniye için yere serdiler güzelim ağaçları. Çevredeki diğer ağaçların da korkudan tir tir titrediğine eminim.

Dün bütün gün bunu anlatmalıyım diye dolaştım ortalıkta. Dün çok sıvı tükettim sonracıma. Hesapladım, 3,7 litre civarında olmalı. Çok terledim sonra. Buzlu ayran güzeldi. Dondurma da güzeldi. Çok yoruldum ayrıca. Bugün bile yorgunum.

Bugün hala söğüt ile defneyi anlatmak istiyorum. Söğüdüm çok güzeldi. Biraz haşarı gibiydi ama yine de vakur bir tavrı vardı. Defne ise tam bir ağır abi. Koyu renk elbisesi, cansız rüzgarların kımıldatamadığı yapraklarıyla kendine oldukça güvenir bir tablo çiziyordu.

Çağrışıyorum mütemadiyen. Gazetecilerin elinde kullanmaları gereken söz kalıplarının listesi mi var? Mesela "..... bir tablo çiziyordu" kalıbını öyle çok kullanıyorlar ki. Aslında bir gazete bulup bunların listesini çıkarmak gerek. Bak bunun adı tersine mühendislik olur o zaman. Tersine gazetecilik? Tersine taramamak gerek derler bir de.

Ormanda devrilen ağaçları çok severim. Eğer onları kimse görmemişse ne olur?

Bizim söğüdümüz ve defnemizin devrildiğini çok kişi gördü. Ben de gördüm. Başkalarının görmesi önemli mi? Varlıkları benim için önemli ve diğer izleyiciler için önemsiz olduğuna göre onların görmesi çok şey ifade etmez. Ama benim görmem önemli.

Varoluşumu herhangi bir şekilde önemsemeyen, bundan kıvanç veya utanç duymayan biri için benim öldüğümü görmek neden anlamlı olsun ki? İnsanlık öldü mü? İnsanlık senin için önemli mi? Bir kıvanç veya utanç kaynağı mı?

Kafamın içinde düşünceler kıpraşıp duruyorlar, bu yüzden fotoğraf makinasını titretmişim gibi hissedebilirsin. Kusura bakma.

Benim olup olmadığımdan herhangi bir şekilde haberi [aware of?] olmayan birinin sadece [içinde yaşadığımız bu dünyada] artık varolmayacağıma şahit olması ne ifade eder ki? Bunun yerine varlığıma şahitlik edebilecek birilerinin bunu görmesi anlamlı olabilir.

Ve şimdi düşündüm de bu anlam nedir bilemedim. Belki daha sonra bilen birileriyle karşılaşabilirim.

Söğüt ve defneyi seviyordum. Onları son anlarında yalnız bırakmadım ama onlar için bir şey de yapamadım. Üzüldüm biraz. Biri açık, biri koyu yeşil baktılar gözümün içine. Uzaktan da olsa hayata veda edişlerini gördüğüm, onları uğurladığım için memnun olduklarını düşünüyorum.

Mezara yerleştirilen mevta ne hisseder? Orada pek çok seveninin bulunması iyi gelir mi ona? Dur, dur! Yoksa o gelenler kalanları teselli etmek için mi? Sonra o gelenler hızla üstüne toprak atarken, uykuda üşümüş bedenine bir battaniye örtülen kişi kadar rahatlar mı?

Söğüt ve defneyi parçalara böldü o acımasız adam. Bir kaç dakika için odun olmuşlardı. Yüreği sızlamadı anladım ama hiç değilse etrafa yayılan defne kokusu burnunu sızlatmıştır.

...

Gerçek olduğu iddia edilen kendi içinde tutarlı düzlemden koptuğumuzda her şey bambaşka bir hal alır. Birilerinin bunu hatırlatması iyidir. İşte bu yüzden artistik patinajı çok severim ve Shakespeare kişisini daha az gereksiz bulabilirim.

Aa, bir de unutmadan ekleyeyim, aşkta tutarlılık olmaz ki sevgili ziyaretçi.

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de