neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Cuma, Aralık 29, 2006

Tek Atımlık Şiir

çocukluğum hep meraktı
güzelliklere ve doğaya doğru.
yaşam, bilinmeyendi çünkü
sevgi de dahildi buna.

ve bekleyişler;
baharı, mutluluğu, aşkı.
zaten kardeşti merak
ve bekleyiş

merakla bekleyiş ölümü

Cuma, Aralık 15, 2006

Sinekler

Bakmayın şimdi hiç birinin kalmadığına, eskiden İstanbul'un da dereleri vardı şırıl şırıl akan. Tıpkı coğrafya kitaplarındaki illüstrasyonlara benzerdi, çocuklar paçalarını sıvayıp içine girebilirlerdi. Sonraları evlerin atık suları dereleri bulandırınca, burun direklerini sızlatan kokuları önlemek adına tüm dereler ıslah edildi. Üstleri örtülüp bir güzel ana yol oldu, su yerine araba akan vızır vızır.

Dereler henüz yol olmadığı zamanlarda yaz mevsimi yaklaştığında sineklikleri elden geçirmek gerekirdi. Su yataklarının çevresinde konuşlanan sivri sinekler yaz boyu rahat vermezdi. İşte o zamanlarda sineklerce 'tatlı' bulunan insanlar kış gelsin diye dua ederlerdi. Kış geldiğinde sinekler ortadan kaybolur, kabus biterdi.

...

İstanbul'da güneşli bir kış günü bitmiş, akşam serinliği çöküyor. İnsanlar sel gibi akıyor sokaklarda. Kardeşimin yoğun isteği üzerine musiki konseri dinlemeye gidiyoruz. Biliyorum, dayanamayıp uyuya kalacağım ama gecenin ilerleyen saatlerinde dışarı çıkmasına izin verilmeyen kardeşimin de tek umuduyum.

Halbuki bizim konser sanarak gittiğimiz organizasyon, önemli işveren kuruluşlarından birinin lütfedip sanat dünyamıza armağan ettiği bir albümün galasıymış. Bunun için lüks bir otelde salon tutulmuş, ikramlar hazırlanmış, süslemeler eksik edilmemiş. Her şey pırıl pırıl, her şey gıcır gıcır. Ne de olsa işveren kurumuna yıllık ücret ödeyen manav da sever pırıl pırıl meyveleri, elinde bez elmaları parlatır akşama kadar.

Takım elbiseli, karizmatik bakışlı beyefendiler ve şık hanımefendiler arz-ı endam ediyor. En pahalı içkiler yudumlanırken, keyifli sohbetler yapılıyor. Samimi gülücükler eşliğinde ısınıyoruz. Vali beyin etrafını saran beyler huşu içinde dinliyorlar kendilerine hizmet etmekle görevli memuru. Espriyle karışık takılıyorlar bazen, hafifçe iş katmaktan çekinmeden.

Belli belirsiz güvenlik personeli çarpıyor göze, kulaklarında telsiz kablosu etrafa bakınıyorlar. Biri hafifçe sesleniyor mikrofona: Bakan bey yemeğini bitirdi mi?

Konser saati gelince herkesle beraber oturuyoruz yerlerimize. Henüz sazendeler yerlerini almış değiller ama şu ortalıkta gezen sunucu olmalı. Kameralar sahneyi en iyi görecek noktaya konumlandırılmış, fotoğrafçılar hemen diplerinde bekliyor. Tek eksik bakan bey olmalı.

Yirmi dakika oldu, neden başlamıyoruz söylentileri sırasında bakan bey salonun üst kapısında göründü. Etrafında da sinekler. Sahnenin hemen önünde kendine ayrılan yere gidene kadar sinekler etrafında sürekli surette dönüyorlar. Yürürken ve hatta merdiven inerken her biri başka bir şey vızıldıyor.

Bakan bey çevresindeki vızıltıdan rahatsız görünüyor ama yapabileceği fazla bir şey yok. Ne de olsa nezaket adı altında bir riyakarlık sarmış her yanımızı. Elini kaldırıp bir kaç sineği yakalasa her yanı sinek hakları savunucuları dolduracak. Görüldüğü kadarıyla pek konuşmayı da sevmiyor. Sadece belli belirsiz gülümsüyor.

Bakan bey de kış geldiğinde sineklerden kurtulacağını hayat etmiş midir? Etmiştir etmesine, hatta sineklikleri de tamir etmiştir ama bu takım elbiseli, kelli felli sineklerden nasıl kurtulacağını bilmiyor işte. Dışarıda her biri denizli horozu olan, üç beş gariban çalışanı paralayıp egosunu şişiren, üç-beşyüz çalışanı paralandırıp kendini tanrı zanneden bu sinekleri izlemekle yetiniyor.

Bakan bey ve maiyeti yerlerine oturduktan sonra Türk Toplaşma Tarihi'nin vazgeçilmez ritüeli açılış konuşmaları başlıyor. İşveren kurumu başkanı musikiyi ne çok sevdiklerinden bahsediyor, yozlaşan kültürümüzden falan da bahsediyor. Nedense yozlaşan kültür ve iş dünyasının acımasızca dünyamıza pompaladıkları arasında herhangi bir ilişki kurmuyor. Onun yerine şimdiye kadar katıldığı organizasyonlar içinde en çok bugün bu denli huzurlu, mutlu olduğundan bahsediyor.

Merak ederim bazen, insan sürekli olarak daha fazla, daha fazla mutlu olunca şişip ölür mü kurbağa gibi? Bugün burada hayatının en mutlu gününü yaşayan adam daha dün yine en mutlu gününü yaşıyordu. Vay be, her gün daha da mutlu adamlar bunlar!

Sahneye davet edilen bakan bey de aynı şeyleri söylüyor. Kıvanç ve gurur hüzmeleri gözümüzü alırken, kendisinin 'naçizane' duygu dünyasından nasiplendiğimiz için kendimizi şanslı hissediyoruz.

Sahneden inerken yine sinekler sarıyor etrafını, yine gülümseyerek yerine doğru ilerliyor. Oturacağı yere kıçını yerleştirmekten oldukça mutlu görünüyor.

Sessizlik! Ve solistimiz sahnede.


Çarşamba, Aralık 13, 2006

Özgür İrade

{ 23 Mayıs'07 : Bu yazının yazılmasına sebep olan blog kapanmış, ne olur ne olmaz diyerek kendime sakladığım bir kopyasını ilgilenenler için yayınlayacağım.}

olmak ya da olmamak: Bir yıl sonra bugün, yaşamayı bırakacağım.

Geçtiğimiz günlerde limk'te dolaşırken yukarıdaki başlığa rastladım . Neler oluyor, köprüden atlamak yerine blog'dan atlamayı tercih ediyorlar artık diye düşünürken baltayı fena taşa sapladığımı farkettim. Ne yaptığını gayet iyi bilen ve bilinci açık olarak ölümü deneyimlemek isteyen bir hanımefendi yazıyormuş. Bazı takıldığım, sormak istediğim noktalar oldu okurken, oraya yorum olarak girmektense ilişkili bir yazı yazmanın daha iyi olacağını düşündüm. Sonrasında da bu cümleleri yazdım işte...



Özgür iradenin yerini kollektif bilince bıraktığı zamanlarda oldukça radikal bir çıkış bu:
Bakın, başka yaşam formları da olabilir, hatta içinizden biri olarak öyle ileri gidiyorum ki, sizlere ne kadar vahim bir durumda olduğunuzu göstermek için kendimi feda ediyorum.

Nedenini tam olarak kavrayamasam da böyle bir ses benim duyduğum. Bunu yaparken, bir yıl süreceğini söylediği bu süreçte ilerlerken, ne hissedecek? İnsanlığın daha iyi bir geleceğe kavuşması için küçük bir şey de ben yapıyorum, diyecek mi?

Merak ettiğim başka şeyler de var tabii; nasıl bir geçmişten gelip böylesi bir seçip yapar bir insan? Çocukları var mıdır? Hayatının geri kalanını yaşamak istemediğine göre, görüp görebileceği, yaşayabileceği her şeyi yaşadığı vehmine mi kapılmıştır? Vehim diyorum, öyle keskin halleri var ki yaşamın, hiç bir zaman tamam ötesi olmaz demeye gelmiyor. Her ne kadar mutluluk aptallara has bir şey olsa da mutlu bir insan yapar mı böyle şeyler? Yoksa hüzün ki en çok yakışandır bize mi diyordur?

Evet, çok merak ediyorum böyle bir farkındalık içinde olan bir zihin başka neler düşünür, neler hisseder, sokakta yürürken bambaşka mı görür arnavut kaldırımını, afilli binaları. Bu zihnin kıvrımlarını keşfetmek istiyorum, anlamak istiyorum. Onun için yazıyorum zaten tüm bunları. An itibariyle 359 gün kaldığına göre, acele etmeliyim sorularımı sormak için.

Kasnakta hareket eden sabit bir dişli olmayı kabul ettiğimiz şu sistemde yaşamaya çalışmak da en az buna son verme kararı kadar çılgıncadır.
Sabit bir dişli olmak kimseye çılgınca gelmez ki! Herkesin dişli olmadığı bir yerde ancak yerinden çıkmış civatalar çılgın olarak addedilir. Aslında bunu görmeye hiç bir zaman vaktimiz olmaz. Doğarız, doğduğumuz andan itibaren gerekli gereksiz her şey tıkıştırılır zihnimize.

Öncelikle ağlayınca istediklerimizi elde edebileceğimizi biliriz tabii ki! Sonrasında iyi ve kötü, duruma göre dini ritüeller. Daha sonra ne olduğunu anlamadan ana okulu başlar ve hiç olmadığı kadar çok toplumsal kod tepemize üşüşür. Sonra hep okullar, hep okullar, hayati önem arzeden sınavlar ve hiç bitmeyen okullar. Hadi hayata hazırsın dediklerinde çark olmaktan başka seçebileceğin ne vardır ki? Geçen 23-25 sene boyunca bütün donanımın buna göre hazırlanmıştır. Göz kırpan bir kaç minik ışık, gecenin karanlığında parlayan ateş böcekleri gibidir.

Böyle düşününce, insanlara çark olmaktan başka şeyler de yapabileceklerini anlatmaya çabalamak beyhude mi acaba? Bu kadar umutsuz mu durum? Bir yerlerde düşünen bir zihin bunu yapmak istediyse, bir umut ışığı görüyor olmalı. Belki bu da benim kavrayamadığım bir farkındalık.

Hayatımın sizler için bir anlamı olmasını beklemiyorum. Bu yaptığım sadece size, sizin de üzerinde denetim sahibi olduğunuz bir hayatınız olduğunu hatırlatma çabasıdır.
Dünyanın çeşitli yanlarında pek çok insan ölür ama bunları ruhumuz bile duymaz. Edinebildiğimiz bilgiler hayatımızın sahnelerini oluşturur. 1994 yılında Ruanda'da 1 milyon insan kesilirken ruhumuz duymadı, çünkü o sıralar ülkemiz medyası için hükümet çekişmeleri, kanlı mı kansız mı muhabbetleri ve sosyetik insanların eski-yeni sevgilileri daha önemliydi. Tüm dünya için de aynısı geçerliydi. Yıllar sonra bununla ilgili bir film çevrilince gördük tüm olanları ve içimiz sızladı. Bilsek de ne değişiyor?

Evet, biri'nin ölümünün diğerleri için anlamı olması beklenmeyebilir. Neticede galat-ı meşhur dilimize dolanır: Hayat devam ediyor.

İnsanların, diğerlerini kalıplara sokmak için ürettiği kurallar bütünü olan yasalar bunu önemser. Öyle kafanıza göre yaşamınıza son veremezsiniz. Sistemin bir parçası olan her hangi bir şeyin sistemden ayrılması öyle veya böyle sistemi etkiler. Ayrıca bilinçli olarak bunu yapan biri, sistemdeki diğer parçalar üzerinde de etkili olabilir. Bu ve bunun gibi hususlar nedeniyle eğer ölmeyi başaramazsanız bu konuyla ilgili olarak sistemin koruyucusu olan kolluk güçleri tarafından ifadeniz alınır ve gerekirse kamu davası açılabilir. Nedense Asimov'un multivac'ını hatırladım birden...

Mantık bulabiliyor musunuz yaşamın değişmez olduğuna inandığınız saçmalıklarına? Tabii ki bunlarla yaşamayı ve “gerçekler” adını verdiğiniz bir dizi illüzyonu kabullenme yolunu seçtiniz. Böylesi daha güvenli...
. . .
Çünkü içimizden geldiği gibi sokağa çıkıp oyun oynarsak, uzun vadede toplum tarafından fena halde cezalandırılırız.
. . .
Evet, ne ironiktir ki, seçim hakkımız olmadığını iddia ettiğimiz her şeyi yine “seçerek” sürekli kılıyoruz.
. . .
Ama bizi özgür iradelerimizi uygulamaktan alı koyan da bunlar değil midir zaten? Yargılanma, aşağılanma, garipsenme, dışlanma korkuları...

Cezalandırılmamak, ayıplanmamak ve dışlanmamak için değil mi zaten tüm yaptıklarımız? Tüm bunların en uç noktası değil mi zaten hapis cezası. Böylece ömür boyu sürecek bir tecride uğramış olursunuz.

Peki hata nerede sayın yazar? Bir şekilde toplum içinde çoğunluğun benimseyeceği fikirler olacaktır. Nesilden nesile aktarılırken yeni nesiller bu fikirleri sorgulamayacak ve kendilerine ait olduğunu düşündükleri bu fikirleri takım tutar gibi tutmaya başlayacaklar. Sonrasında kendilerinden olmayanı aşağılama, ayıplama aşaması gelecek. Bu farkındalığı nasıl ayakta tutacağız.

Belki de demokrasi kavramını çoğunluğun azınlığı ezmesi olarak algılamamız da burada bir sorun oluşturuyordur. Ülkemizde yerleşik demokrasi kültürü böyledir çünkü: seçilenler sevinç nidalarıyla başa gelir ve kendilerini seçmeyenleri görmezden gelerek her istediklerini yaparlar.

Bu durum toplumun en küçük birimi dediğimiz aileye kadar sirayet etmez mi? Ailede, sınıfta, iş yerinde iktidarı elinde bulunduran kişi hep diğer fikirlerin üzerinden silindir gibi geçip kendi fikrini dikte etmez mi? Kıyma makinesi gibi iktidarların bulunduğu bu sosyal oluşumların içinde hayatını devam ettirmenin yolu, ya iktidarla birlik olmak ya da sessiz çoğunluk rolünü oynamaktır.

Bir gün birileri çıkıp devrim yaptığında da çok şey değişmez aslında. Yeni bir iktidar, yeni bir şakşakçı takımı ve yeni bir sessiz çoğunluk oluşur. Halbuki V'yi diğerlerinden farklı kılan şey budur: iktidar arzusunda olmayan bir devrimci.

Peki ya bu iktidar-muhalefet özelinden iki kutuplu düşünce yapımıza doğru bakarsak? Geçtiğimiz yüzyılın son demlerine kadar süren soğuk savaş dünyayı iki ayrı kutba ayırmıştı. Aynı şekilde ülkemizde de sağ ve sol olmak üzere iki kutup hep varoldu. Düşünce dünyamızı da benzer bir yaklaşımla iyi-kötü ekseninde şekillendirdik.

İki nokta arasında yanlızca bir doğru çizilebildiğine göre, sonsuz uzayda bir yerlerde belirlediğimiz iki nokta arasında gidip geliyoruz demektir. Ne kadar acı.

Cuma, Aralık 08, 2006

Özgürlük

Ben de zikretmesem olmazdı:


"Yazı yazmam için bana çiçek, kuş özgürlüğü değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin özgürlüğü lazım. Küçücük özgürlükler değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk özgürlüğü istiyordum."

(Sait Faik Abasıyanık - Balıkçısını Bulan Olta adlı öyküden, syf 49)

Kayıp Milat

Öncesini ve sonrasını ayrı ayrı değerlendirdiğimiz milat belkide olduğunu düşündüğümüz yerde değil. Kilisenin takvim üzerinde oynama yaptığı, ortaçağ tarihi olarak bildiğimiz bölgeden 200 yıl eksilttiği konuşuluyor dedikodu kulislerinde.

Neden belli bir nokta belirleyip öncesini ve sonrasını konuşma ihtiyacı hissetmişiz? Belirlilik isteğimizin, referans noktası olmadan 'şey'leri kavrayamayışımızın bir sonucu bu. Öncesini ve sonrasını bilemeyeceğimiz şeyleri ancak böyle anlamlandırabiliyoruz sınırlı hafsalamızda.

Eğer burada yazılanların bir miladı olacaksa, işte tam şu anda oluşuyor, iyi bakın buraya! Ne mi oluyor? Şekil şartları yerli yerine oturmaya başlıyor. Aslında bunu daha önceden yapmam gerekirdi belki de. Ben değil miydim, insanın halet-i ruhiyesini derleyip toparlayabilmesi için öncelikle şekil şartını yerine getirip bedeni ile ilgilenmesi gerekir, diyen?

yarım yazı

uzunca bir sessizlik. gece. evet, herkes uyur bu saatte. yapacak hiç bir şey kalmadığında uyurlar ya insanlar hani. diğer günlerden farklı olarak şehir sanki daha derin bir uykuda. hiç bir ışık yok. şehrin üstündeki duman sisi daha kesif bir hale getirmiş. uzaklardaki ışıkları görmek de kabil degil.

insanın özgür iradesinin her türlü dış etkiden kurtulup sahiden özgür olabilmesi nasıl bir şeydir? bu gezegen öyle bir yer ki, çok yerde değiştirilemez ve mutlak adaletin tecellisi kabul edilmiş olan yasalar bile insanları manipule eder. kimseye -kendime- bile zararı olmasa dahi yapamayacağım şeyler vardır yasalara göre.

ne garip varlıklarız. yalnız kalmamak ve birlikte yaşamak adına yaptığımız aptalca şeylere de bakın. halbuki birbirimizi olduğumuz gibi kabul edebiliyor olsak ve bir diğerinin işlerine burnumuzu sokmamayı başarabilsek, o bir diğerinin bizim gibi işlemiyor olabileceğini de kabul etsek, belki her şey daha iyi olabilir.

boşuna demiyorum insanların nasıl çalıştığı ile ilgileniyorum diye. serdar kızıyor bazen bana, çünkü o bana bir şey sorduğunda, konuyla ilintili olmayan detaylarla ilgilendiğimi düşünüyor. ama benim düşünce sistemim onun gibi çalışmıyor ki. sorduğum ilintisiz gibi görünen detayların benim çarklarım için dönebilecekleri bir eksen kadar önemi var. ama bunu anlatabilmek çok güç.
--

bakma öyle, yarım bir yazı bu, bu kadar işte. :-)

Perşembe, Aralık 07, 2006

kahve-muffin

a sade filtre kahve ve çikolatalı muffin

ne büyük saadet !

b
evet değil mi?
hayatın anlamı buralarda bi yerlerde olmalı.

a :)
muffin in içindeki çikolata parçalarında olabilir mi? :)

b
çikolata parçalarında olabilir fakat onlara muffin in içinde oldukları sürece anlam verebiliriz. yoksa onlardan bir avuç alıp yemek aynı lezzeti vermiyor. mutluluğun çikolatayla bir alakası olmalı.

Cuma, Aralık 01, 2006

kızıl büyü

uzun süren sessizliğin sonunda her zamanki gibi fırtına patlak verdi. hiç bitmeyen ve bitmeyecek bir yara bu. gecenin içinde hafiften parlayan bir köz gibi. olduğu yerdekileri yakar, acıtır. yapamıyorum işte. beceremiyorum. neyi mi? hiç bir şeyi. basitçe hiç bir şeyi. evet kusacağım şimdi buraya. kimseyi duymadan kusacağım. huzurlu geçemeyen gecelerin envanterini çıkaracağım. her duyduğumda yerimden zıplatan, dünyadan koparan seslerin, binlerce melodi arasından seçilebilen tınıların çetelesini yapacağım. yapabilecek miyim? bu listeyi tamamlayabilirsem olacak mı? bu yazıyla olabilecek bir şey mi? yazı, yani söz, bunu başarabilir mi? başka başka yollara mı başvurmalı. ismi lazım değil, bir yazar hep aynı çemberin etrafında döndüğüne göre, olmuyor mu acaba sözle? ya neyle oluyor? yaptığı resimler öldükten yıllar sonra bile anlaşılamayan o meşhur ressamlar anlatabiliyor mu meramlarını? sükûnetle üfleyen neyzen mi anlatıyor yoksa? inleyen nağmeler mi? hiç geçmiyor biliyor musun? hiç geçmiyor. hiç geçmediği gibi her şeyin de önüne geçiyor. benim önüme, hayatımın önüne, düşlerimin, düşüncelerimin... olamıyorum, ölemiyorum. sancı. sancı nedir bilir misin? hiç geçmeyen sancı. hiç kafasını duvara vuran bir adam gördün mü geçmeyen sancısından? her şeyi ama her şeyi unutur ya insan, hani neren ağrıyorsa oradadır canın. canım acıyor dersin. benim göğsümün tam orta yerinde. çıkmıyor. çok önce girdi oraya. öyle çok önce ki. o zamanlar konuşamıyordum bile. o sancıyı oraya melekler getirip koymadı. iki kızıl minik şeytan geldi, kırmızı kırmızı parlayan iki gözün içindeydiler. o kırmızı gözlerin ardında bir şimşek çaktı, sonra şeytanlar fırladı göz bebeklerinden, geldiler açtılar göğsümü, bırakıverdiler bir pıhtı gibi o sancıyı. tanımıyordum o zamanlar şeytanı da, kırmızıyı da. biliyor musun ben renk körüyüm. maviyle yeşili de ayırt edemem zaten. o zaman maviyle yeşili de bilmezdim zaten. olsun. şimşek nedir bilmiyordum, şeytan nedir bilmiyordum. bakakaldım. konuşmayı da bilmezdim. kimselere soramadım nedir bu diye. şimdi okuyucu der ki, ne şeytanı, ne kırmızısı sancısı, olmaz böyle şey, kurmaca bunlar, bir kurgunun öğeleri. ama sen biliyorsun değil mi, kurmadım bunları. sonra günler geçti, kırmızı şeytanları hep gördüm o iki gözün içinde. ama ondan sonra her şimşek çakışında gelmediler yanıma. gerek yoktu ki! zaten her şimşek çaktığında, benim içimde çakıyordu. o içime koydukları sancı var ya, işte o, sarsıyordu beni derinden. etraf kızıla kesiyordu, kimse görmezdi benden başka. kıpkızıl olurdu etraf. düşünemezdim. öylece kalakalırdım. tek kelime söyleyemezdim. dilimden bir kaç kelime dökülürdü. halbuki sihirli kelimeler gerekirdi bu kızıllığı dindirmek, sancıyı dindirmek için. ben o sihirli kelimeleri hiç bilemezdim. hiç bilemedim. sancı bitmezdi böyle olunca. kan görürdüm sonra. kıpkırmızı kan. sonra bir ses duyardım nereden geldiği belirsiz. tekrar ederdim onu. o zaman biterdi işte. ta ki bir dahaki büyü zamanına kadar. ama ben ne zaman büyü yapmam gerektiğini de bilmezdim. her seferinde o dehşetengiz kızıllık sarardı etrafı. yine aynı şeyler. çok küçüktüm biliyor musun? nasıl anlatabilirim sana o herşeyin kırmızıya kestiği zamanları? inanılmazdır o zamanlar. karabasanı bilir misin? karabasandan bile fenadır. kan kokar her yer. çok küçüktüm ben o zaman. içimdekinin sancı olduğunu bile bilmezdim. içimde bir şeyler titrerdi ne olduğunu bilmezdim. kimseye de söyleyemezdim. adı olmayan şeyi başkasına nasıl söyleyebilirsin ki? nasıl anlatırsın. isimle ateş arasında demiştim ya, öyle işte, ismini bilmediğin şeyler insanın içini yakar ateş gibi. o zaman keman sesini de bilmezdim. belki bilseydim içimde titreyen şeyin titrek titrek ağlayan keman sesine benzediğini de bilebilirdim. ama bilmezdim kemanı da, kanunu da. kanun yoktu zaten. sadece büyü vardı. o kıpkızıl büyüler. küçücüktü benim dünyam o zaman. hani küçük dünyam diye başlar biyografiler, benim dünyam sahiden küçüktü. 200 metrelik bir sokak, 74 metrelik bir ev. hepi topu bu kadar. arasıra belki camiye doğru olan 50 metrelik çıkmaz sokak ve en yakın arkadaşım mevlütlerin evi belki evrenimin genişleyen parçaları olabilirdi. hani evren hep genişliyor ya, benim evrenim bazen genişler bazen küçülürdü. bazen bir oda kadar bile olabilirdi. o kızıl büyü geldiği zaman hele! o zaman evren yoktu benim için. hiç bir şey yoktu. hiçtim o zamanlar. yapacak hiç bir şeyim yoktu. dona kalmaktan ve damarlarda yürüyen kanı izlemekten başka. kaçmak mı? nereye kaçmak kuzucuğum? bu kadar küçük bir evrende nereye kaçabilirsin ki? kızıl büyü her yana gelir, her yeri kapsar, her şeyi görür ve işitir. o zamanlar ölmeyi ve öldürmeyi de bilmezdim ben. halbuki en başta öğrenmem gereken şeyi bilmiyormuşum. ne ahmaklık. ilk bunu öğretmelilerdi. yapabilir miydim ki? denerdim hiç değilse. denerdim kızıl büyüyü öldürmeyi. olmuyorduysa, kendimi öldürebilirdim. işe bak şimdi bile öldüremiyorum kendimi. halbuki bu sadece sancıyı bitirmez, kavuşmak istediklerime de ulaşmamı sağlardı. yapamıyorum işte. belki bir kaç kadeh yardımcı olurdu değil mi? ama yok işte tam şimdi. e dedim ya, kızıl büyünün ne zaman geleceğini bilemiyorum ki. evet, evet, hala bilemiyorum. beceremiyorum diyorum, inanmıyorsun. onurlu bir insanın başarması gereken şey budur, olmuyorsa ölmektir. ölünce olur çünkü. ölmekle olmak bu kadar yakındır birbirine. hor görmeyin ölümü, gecinden versin demeyin, ölmek olmaktır. evet bilmiyordum ben ölmeyi de öldürmeyi de. hayatımda ölen tek kişi atermitli dedeydi. onun ölümü ise artık o üzeri atermit kaplı balkonundan bize şeker atamayışı demekti. atermitli dede ölmüştü ve artık şeker yoktu. kızıl büyüden kaçamazdınız işte, o her yere erişirdi zaten. bilmediği yoktu, nasıl oluyorsa her şeyden ama her şeyden, kuyruğunu sallayan fareden, gulu gulu yapan hindiden bile haberi olurdu kızıl büyünün. kızıl büyü onlara karşı daha acımasızdı biliyor musun? kan çıkarırdı onlardan. kıpkırmızı kanlar, saçılır her yana. her yanda kan damlaları. kızıl büyüden korkmak gerekirdi. eğer büyülü sözleri söyleyemezsem benim kanım olabilirdi dağa taşa sıçrayan. ardından övgüyle bahsedilen. ama bana hep bir ses söylerdi büyüyü, hep de son anda. demek ki kuyruğunu sallayan fareye de, gulu gulu yapan hindiye de kimse söylemiyormuş. her seferinde onların kanları saçılırdı etrafa. korkardım. bir gün bende olabilirim bu. yine de bilmiyordum ölmeyi. beni korkutan o kan kızıl damlalardı. kızıl büyünün gözlerinin içinde dolaşan damarlar bunlarla besleniyor olmalıydı. şişerdi, şişerdi. o damarların şiştiğini gördükçe nutkum iyice tutulurdu, nefes alamaz olurdum. sonra biraz büyüdüm. ama çok büyümedim. büyümek, büyü'mek demekti, büyü'lenmek demekti. dedim ya, çok büyü'medim. bir kaç büyü öğrenmiştim. ama hiç bir şeye yetmiyordu. kızıl büyü her an gelebiliyordu ve öğrendiğim büyüler çoklukla hiç bir işime yaramıyordu. söylüyordum, söylüyordum, olmuyordu. yine o dış sese muhtaçtım. dış ses söyleyince tekrar ediyordum ve o kesif kızıllık dağılıyor, her şey yerli yerine geliyordu. ve bazen kanıyordum kıpkırmızı. bazen bilemediğim büyüler canımı acıtıyor, kanımı saçıyordu her yana. ama dış ses, o kim olduğunu bilmediğim dış ses var ya, kanı görünce dayanamıyor olsa gerek, o vakit söylüyordu o sihirli kelimeleri. kızıl büyü gidip de öylece kendi kanımla başbaşa kalınca bakardım etrafıma şaşkın şaşkın. günler geçiyordu ve kızıl büyü hep daha güçlü oluyordu. fırtınalar estiriyordu, dur durak bilmeyen. evet, beni daha az hapsediyordu o müthiş kızıllığın içine, ama her bir seferinde canım çıkıverecek sanıyordum. ama işin daha kötü tarafı, hiç çıkmıyordu. canım çıkınca sancım da çıkar sanıyordum. ama çıkmıyordu canım. e zaten biliyorsun, sancım hiç çıkmıyordu. hep oradaydı o. ve her şimşekle birlikte titrerdi. ürpertirdi. sonra yanlış şeyler öğrettiler bana, insan kendini öldürmez dediler, hayat yaşamaya değer dediler. hep diyorum eğitim şart, bu eğitimcileri yola getirmek lazım, yalan yanlış şeyler dolduruyorlar çocukların kafalarına. insan kendini pekâlâ da öldürür. hem çok da güzel öldürür. mesela bir kaç küçük değişiklikle bu bir intihat mektubu olabilirdir. ve ben önemli bir adam olsaydım, herkes kızıl büyünün peşinden koşardı. ama ben ünlü biri değilim ve en önemlisi kızıl büyüyü sadece ben görebilirim. benim dışımda görebilenler de söylemezler biliyor musun?

çok yoruldum, yazamayacağım, kızıl büyü geldi geçti buradan, bana sormadı neyse ki. yine bilmiyordum sihirli sözcükleri. ama şüphesiz eli kolu buraya da ulaşacaktır. dedim ya hani, o her şeyi duyar işitir ve görür.

böyle işte.

Çarşamba, Kasım 29, 2006

deniz işte, bildiğin deniz.

hep vapur, hep vapur. evet; çok biniyorum vapura. ve ne çok haşır neşir oluyorum denizle, hem düşümde, hem düşüncemde. bazen bir kelimeye, bazen kelimenin temsil ettiğine mi aşık olunur? adına ilişki, aşk, sevda denmeyecek bir şey geldi aklıma eski zamanlara dair.

kılıçları şimşek gibi çakıyor, her alevinde bir moğol'un yıldızı sönüyor. hemen yanıbaşımda, yarım metre ötemde oturan çocuk karşısında oturan arkadaşına okuyor bu cümleyi ve ekliyor: ne müthiş bir deyim değil mi, aslında edebiyatı kuvvetli bir yazar bu. yaşı küçük sayılmaz, üniversite öğrencisi olmalı. tarihi roman okuyor olmalı. kim söndürüyor moğol yıldızlarını? halbuki her yıldız etrafındaki gezegenler için bir hayat kaynağı değil mi? o vakit niye söndürüyorsunuz yıldızları kuzum? hiç düşünmez misiniz o sönen yıldızlarla birlikte sönen el değmemiş hayatları? her bir ana dua etmez mi eve dönüşteki gibi: Allah ayağını taşa değdirmesin! hayata dair iç burkan detaylar bunlar. yine mevzuyu öksüz bırakıp zıplayıverdim buralara.

eski zamanlardan bahsediyordum, ne ilişki ne de aşk denebilecek bir hissiyatın kapısını aralamaya çalışıyorum. hiç bir söz söylenmemiş, hiç bir niyet serdedilmemişken deniz üzerine bir kaç laf söylenmişti. hani benim şimdilerde söylediğim gibi. gece karanlığında denizlerin derinlerinde kim bilir neler yaşandığından, karşı kıyının ışıklarından... şimdi arasam bile bulunmaz o laflar. sonra gecenin içinden bir 'kelime' geldi ve ardından suskunluk. sordu, bozdum mu büyüyü, deniz büyüsüydü bozulan. herkes bilmez deniz büyüsünü... sustu beriki, sesi çıkamadı. neden sonra hafifçe konuştu, belli belirsiz, böylece kalsın burada, ne eksik, ne fazla. sahiden kaldı öylece. zamanın içinde bir yerlerde, donakaldı. büyüyü bozdum mu diyen, öyle naif ve dahi öylesine şefkat dolu bir sevgi sundu ki diğerine. suskunluğunun içinde susamasın diye çizilen kalbinden damlayan kanı ikram etti, tavşan kanı diyerek. donakalanın üstünü örttü. sonra da bir çorba pişirdi yurdun üstünde tüten en son ocakta. tuzluğu bulamayınca da ağlayıverdi üzerine.

böyle işte, vapur yanaşırken iskeleye bozulur deniz büyüsü. sorar çaycı: bozdum mu büyüyü? halbuki büyüyü bozan, iskele babasının kafasına geçirilen halattır. bağlanınca halat sıkı sıkı, çaycının şaşkın bakışları arasında, toz mavisi büyü dağılır vapur yolcularının üzerinden.

Pazartesi, Kasım 20, 2006

hasta saçması

dalgalar hep yazma isteği doğuruyor içimde. bunun sebebini bilmiyorum. bazen kızıyor, bazen duruluyorum, bunun dalgalarla bir ilgisi olabilir mi? öyle bıyık altından gülümseme hiç. yoksun sen, yokmuşsun gibi davranacağım. bakmasana yazdıklarıma! yazarken izlenmekten hoşlanmam, bilirsin. bu kalemi yeni aldım. kağıdın üzerinde dansetsin diye yapmışlar. fevkalade! arkadaki yolcu nişanlısıyla konuşuyor olsa gerek, pek heyecanlı. muhtemelen seni seviyorum dediği yerlerde utanıyor olmalı ki kürtçe söylüyor. sesi inceliyor, biraz müşfik, biraz özlemli bir hal alıyor. özleme hissinin nesne sürekliliğiyle ilgili olduğunu öğrendim dün. ve çocuklukta yaşanan travmaların nesne sürekliliği üzerindeki olumsuz etkileri... daha öncede yazmıştım çocukluk travmalarını, hem de bir kaç sefer. bu önemseyişin sonucu olarak algıda seçicilik oluşuyor ve daha çok gözüme çarpıyor bu tür konular. yolcu motorlarını sevmiyorum aslında. pek soğuklar. sanki bir ruhtan yoksunlar gibi. hem kamu hizmeti yapıyor gibi de değiller. neyin nesi dolmadan kalkmamak? serdar kızıyor bana vapurları sevdiğim için, nostalji düşkünüsün sen diyor. olamaz mı yani? çok mu fena yani? şirket-i hayriye vapurlarının bir ruhu var. düşünüyorum, bu ruh nerden gelmiş olabilir diye. olsa olsa yolcularından sirayet etmiş olabilir. e peki neden yolcu motorlarına sirayet etmemiş. tahmin ediyorum şundandır, o eski zamanların, aşkın ruhları, bedenlerine sığmayıp, kendi zarafetlerinden, kendi ruhlarından bulaştırıyorlardı vapurlara. iskele verildiği vakit birbirlerine yol veren bu nezaket timsali insanlardı o vapurları ruhlarıyla dolduran. ve şimdinin hoyrat insanlarının ruhları kendisine yetmiyor ki başka şeylere bulaştırsın. nişanlısıyla konuşan gençten başka konuşan yok. kaptanımız motorları ateşledi! uçuşa geçiyoruz. evet, bir deniz uçağı eğlenceli olmaz mıydı? doğulu genç nişanlısına siyami ersek'i anlatıyor, kalp ve damar hastalıkları hastanesi diyor ve ekliyor, bizim okulun orada. yaşı küçük olmadığına göre marmara üniversitesi öğrencisi olmalı. acaba günler geçip istanbul'a ayak uydurunca ali atıf gibi istanbul kızlarına vurulup nişanlısını bırakır mı ki? sonra aile galeyana gelir mi, sen nasıl nişan atarsın diye? bir sürü bambaşka hikaye, şimdi aynı karede buluşmuş, hareket eden bu deniz uçağının içinde. motorlar koltukları titretiyor. başlıyoruz karanlığın içinde bir yolculuğa. hani hayat gibi. hatırlar mısın, demiryolları için de hayat gibi demiştim. o zaman şunu diyebilir miyiz: tüm yolculuklar hayat gibidir? evet, aynı karenin içindeyiz şimdi, deniz uçağımız bizi ulaştırana dek kara toprağa. vasıtamıza bir zarar gelirse; bambaşka hikayelerimiz aynı karede son bulur. ne kadar ilginç değil mi? tıpkı paramparça aşklar köpekler gibi. eğer bizim için de bir film çekmek isterseniz, filmin adı paramparça hikayeler ve denizdeki sahlep olsun. motorun sesinden olsa gerek, duyamıyorum nişanlısıyla konuşan çocuğu. şehir ışıl ışıl, görebilenlere ve göremeyenler için karanlık çöktü şehre. boğazım ağrıyor pek fena. ama iyileşme süreci yakındır, biliyorum. ateşim düşüyor. şehrin ateşi de düşer mi? sanmam, bu şehir yanmaların şehri. sokaklarını çiğneyen her bir ferdi yakmadan sönmez. zaten değil mi ki sönmeden yurdumun üstündeki en son ocak... ocak olmuş yürekler...

Cuma, Kasım 17, 2006

kalabalık

birazdan etraf daha kalabalık olacak ve pek çok meraklı göz mesai bitimi vapurunda kurşun kalemle yazı yazan adamın ne yaptığını merak edecek. yandaki göz ucuyla bakmaya çalışacak, karşıda oturup elini kolunu nereye koyacağını bilemeyenin şaşkınlığı sürecek. vapur birazdan hareket edecek, kesif bir karanlığın içinde yol alacak, her akşam camlarında yangın çıkan sahici istanbul semtlerinden birine doğru. mahir öztaş'ın soğuma'sı geldi aklıma. orada karanlığın içinde kaybolan bir vapur vardı. kitabı soğuma nedeniyle yarım bıraktığımdan olsa gerek hatırlamıyorum sonra ne olmuştu. kesif bir karanlık, tek ışıksız ve tek bir sessiz karanlığı yazmak istiyorum bir zamandır. ama yapamayabilecek gibi hissettiğimden kalkışamıyorum. evet çok gün geçti yazmayalı. ve şimdi; sadece kalem körelmesin diye yazıyorum. lebaleb doldu vapur, insanlarında meraklı gözleri parlamaya başladığına göre, son verme vakti gelmiş demektir. kalemleri bıraksın herkes!

Perşembe, Kasım 02, 2006

iki kasım treni

daha geçen gün söylemiştim değil mi? yol ve yolculuk güzeldir diye. trenlerle müşerref olmayalı bir yılı aşkın olmuştu ve sonunda bir tren yolculuğundayım. ağır ağır hareket ediyor istasyondan, acele etmeden, ne yaptığından pek emin. yola çıkarken hep böyle kendinden emin olmalı mı insan? dönmeyebilecek kadar emin olmalı sanırım.

bu öyle iddialı yol yazılarından değil. sadece yolun keyfini çıkarmak için bir kaç harfin dizilimi. kalem körelmesin diye.

anahat trenlerinin aksine adapazarı treninde vagonun orta yerinde kapı var ve bu kapının iki yanı iki ayrı vagon gibi. bostancı'dan binen üç genç kızın söylediğine göre diğer taraf sigaralıymış. bulunduğum sigarasız yarı vagonda önlenemez bir gazete okuma sevdası var. anlaşılan bu hatta yolculuk etmenin de belli bir raconu var. bir miktar şehir içi yolculuk yaparmış gibi hissettirse de rahat koltuklar ve huzur verici sessizlik pek naif. üstelik yolcuların şimdiye dek gösterdiği nezaket katsayısı kadıköy-üsküdar dolmuşlarını aratmıyor.

üniversite öğrencileri dışında pek konuşan yok. bu yolculuğun bir ilginç yanı da artık üniversite öğrencilerinin gözüme genç görünüyor olmaları. halbuki daha dün onlardan biriydim ve hala onlardan biri sayılabilirim. boşuna değil sanırım bu yaşlılık hissi. ama hala hayallerim ve apansız maceralara atılacak cesaretim olduğuna göre endişelenecek bir durum yok.

"pasooo, bilet kontroool" -- "iyi yolculuklar" eski model biletimiz yırtıldı. her yeni istasyondan binen yer bulmak için koltukların arasında dolanıyor. gelecek arkadaşları için inebilmesi muhtemel yolcularla pazarlık ediyor bir kadın. karakaşlı, beyaz saçlı adam atılıyor; arkadaşım inecek gebze'de, diyor.

gidiyoruz ağır ağır, yaşar gibi hani. ve yolculuğun bittiği yerde yeni bir hayat başlayacak tüm yolcular için. kimine ışıldayacak bir güneş ve kimisine gözyaşı belki. demiryolları da herkese eşit davranmıyor, sonraki istasyonlardan binenler ayakta kalıyor.

Pazartesi, Ekim 30, 2006

zaman hakkında

saatin kendisi mekan , yürüyüsü zaman , ayari insandir.
ahmet hamdi tanpinar

yari kapali bir sohbet/tartisma grubumuza
zaman, zamansizlik ve eszamanlilik konulari dis mihraklar tarafindan empoze edilince ben de dahil olmak üzere pek çok kisi tarafindan ragbet gördü. sonraki oturumda da konusuldu. tahmin edilecegi üzere henüz bitmedi, zaman mefhumunu bile dogru dürüst konusamadik ki, zamansizlik ve eszamanlilik kavramlarina dogru yol alabilelim. iste bu zamanin konusuldugu ve bitirilemedigi günün sonunda eve dönerken bazi düsünceler üsüstü kafamin etrafina.

biliyor musun, otobüste giderken yahut yürürken kafamin etrafindaki bu düsüncelerin bonus
perugu gibi kafamin her yanini sardigini, margarin reklaminda düsünce balonundan çekip alinan bir paket margarin gibi baskalari tarafindan görülebilecegini falan düsünüyorum bazen. bazen de ben baskalarinin düsündüklerini görüyorum. tamam kizma ama baska bir sey anlatmak istedim tam simdi, zamana dönecegim yine. bu kafamin etrafindaki düsüncelerle vapurda denize dogru bakarken karsima oturanin gözleri dikkatimi çekti: ya aglamak üzereydi, ya da aglayip binmisti vapura. dudaklari sanki hiçkirarak aglamamak için büzülüyordu. cebinden cep telefonunu çikardi, kulakliklarini takti ve kimisi için bir fenomen olan sx1 ile müzik dinlemeye basladi, bakislari dalgalarin arasina dalip gitti. biraz rahatlamis gibiydi. o an çok istedim; aglamak üzeresin ama gülmek çok yakisirdi sana , yazan bir not vermeyi eline. ne baska bir konusma, ne bir söz. bu kadar. belki mutlu olurdu, belki biraz olsun dagilirdi kederi. {acaba o sirada centrefolds dinliyor olabilir miydi?} ama yapamadim, çantamdan kalem kagidi çikarmaya cesaret edemedim. sanirim bu konuda biraz egi(ti)lmeliyim. vapur iskeleye yanastiktan sonra yine kulakliklarini çikarip cebine koydu, yine gözleri doldu, kalkti gitti. ne kadar garip bir seydi zaman, onun ve benim zamanim bir vapur yolculugu süresince kesismis ve sonra yine ayrilmisti. bir daha ayni karenin içinde bulunabilecek miyiz acaba? bu durum; çözemeyecegimiz kadar büyük bir kaosun parçasi. tabii ki isleyebilen her kaosun kendi içinde bir düzen barindirir. baskalarinin daginik oldugunu iddia edip benim her aradigimi elimle koymus gibi buldugum masam gibi. haklisin, elimle koymustum zaten.

suna karar verdim o vapurda; zaman aslinda yok. tam olarak kavrayamadigimiz seylere nicelik
* atfetme çabamizin bir sonucu. herhangi bir referans noktasi olmadan kendi varligini kavrayamayan benligimizin kendisi için olusturdugu bir mihenk tasi. günes sayesinde hayatimizi esit parçalara bölen bir algi ürünü. nasil ki boyumuzu ölçüp kaç santimetre oldugumuzu bilmeden önce de yasayabiliyorduysak, zamani tam olarak ölçebilmeden önceden de yasayabiliyorduk pekâlâ. üstelik tam olarak ölçebiliyor muyuz bu kismi da tam bir muamma. elektrigin bulunmadigi yillarca günesin hayatimizda bulunusuna göre karar vermisiz. saatleri ayarlama enstitüsü bunun için ortaya çikmis. bir sekilde sürekli aydinlik veya sürekli karanlik bir dünyada yasiyor olsaydik, nasil gelisecekti insan irkinin zaman algisi? hepimizi delirecek miydik hapishane hücrsinde gecesi gündüzü birbirine giren kader mahkumlari gibi? su yüzyilda oturup atom saati ni yapmamis olsaydik ne olurdu hal-i pür melalimiz? zaman, ucunu bucagini bilmedigimiz evrende kisitli bulunus süremizi ölçmek için kullandigimiz bir cetvel sadece. sadece üzerinde yasadigimiz dünyanin bile kaç yasinda oldugunu bilemiyoruz. kilisenin ortaçag tarihinden bir kaç yüzyillik çaldigi/ekledigi bile tartisiliyor. böylesi bir belirsizlik düzleminde çevredeki sabit duran nesneleri referans alarak kendimizi tanimliyoruz. falan yerde, filan tarihte dogan kisiyim ben, boyum su kadar, enim bu kadar. bu musun sahiden? kendimizi bilmek ve bildirmek için sahiden zamana ihtiyacimiz var mi? ya da zaman sahiden var mi?
--

tam olarak aklimin çesitli köselerinde öbeklenen fikirleri toparlayamadim cümlelerin içine. belki daha sonra bu yaziyi yeniden yazmayi deneyebilirim. sanirim düsüncelerin oldugunca ortaya dökülebilmesi için biraz
zamana ihtiyacim var.

Perşembe, Ekim 26, 2006

yapraklar

yapraklar dökülüyor, hem eskisi kadar rüzgar yok, bahçenin bir yanına toplanmıyorlar. çokça dökülüyorlar, seyretmenin tadına varıyorum mütemadiyen. dökülecek yapraklar, çürüyecek toprak olacaklar, belki döküldükleri ağacın köklerine gübre olarak dönecekler.

her şeye rağmen keyif alınabiliyor bazı an'lardan, işte şimdi de o anlardan biri.

yapraklar hakkında yazılmış başka şeyler de var tabi.

Pazartesi, Ekim 23, 2006

bayram geldi

elde düğün bayram benim neyime
benim kurbanlarım çok evvel oldu
sorayım fakire, bir de beyime
demi devranlarım çok evvel oldu


eller güler oynar içim kan ağlar
alem al yeşilde, can kara bağlar
değişti asırlar, silindi çağlar
meydanı meydanım çok evvel oldu


davut sulariyem çağladım aktım
riyakar kullardan nefretten bıktım
şöhret ağasını kökünden yıktım
o ahd-ı peymanım çok evvel oldu


-arif sağ

Cuma, Ekim 20, 2006

dışarıda

bunu neden yaptığımı tam olarak bilemiyorum. ilk defa geldiğim bir mekanda bilmediğim insanlar arasında, yapabileceklerim içinde iyi olabilecek bir şeyi seçip, yazıyorum. küçük yazıyor olmam sanırım bir nevi fısıldayış kendi kendime. insan kendiyle konuşurken fısıldar mı? neden olmasın? belki içinde uyandırmak istemediği yanlar vardır. beli elinde uzakları tutan biri gelecek. belki de gelmeyecek. kim bilir? ben bilmiyorum hiç değilse. kıvırcık saçlı olan sigarasını yaktı. sigarayı görmedim. ama çakmağının alevi gözümü aldı. çayım geldi., bergamot aromalı. güzel kokuyor. çok zaman oldu sanırım bergamotlu çay içmeyeli. bardağın boyutu tek şeker için oldukça ideal ve küp şekerlerin teker teker paketlenmiş olması ise fevkalade. duvarlar çok bakımsız olmasa da pırıl pırıl değil. kıvırcık saçlı olanın arkadaşı geldi ama benim arkadaşım gelmedi. arkadaşı sigara içmiyor. böylece ortalık sigara dumanına boğulmuyor. masanın içine gömülmüş mozaikler ne kadar şık değil mi? çay tabağı da porselenmiş, farkettin mi? nereden çıktın ortaya? eskiden böyle ulu orta gelmezdin. kıvırcık saçlı ve arkadaşının masasına üçüncü bir kişi geldi. uzun saçları ve kirli denebilecek sakalıyla enteresan bir karakter. yazı işinin ilginç yanlarından biri ne biliyor musun? şu an tüm gerçeklikleri saptırıyor olabilirim. ama hiç bir şekilde bilemezsin, üstelik soramazsın da. uzun saçlı, kirli sakallı olan çekingenmiş gibi yapıyor diğerlerine, bölmeyeyim sizi... diğerleri, yo lütfen otur, dediler. ne kadar da ikiyüzlü bir davranış. herkes bunu bilir ama nezaket gereği böyledir bu. bölen böldüğünü bilir, diğeri de hadi git diyemeyeceğini bilir.

insanlar seslerini yükseltiyor. eğer bu akşam kalabalık bir grubun içinde gülüyor olsam sanırım çok yorulurdum. neden mi? basit! sorman dahi hata. çünkü ben gülme günümde değilim. hüzün ki en çok yakışandır bize günümdeyim. hem bayram geliyor iki gün sonra, onu bile hissedemiyorum. ama biliyor musun, huzursuz değilim. buruk olmak huzursuz olmak anlamına gelmiyor ne de olsa.

böyle işte. 20:05

Pazartesi, Ekim 16, 2006

sarı dolmuş

üsküdar-kadıköy arasında çalışan sekiz kişilik o minik sarı dolmuşlardan birinde kadıköy'e doğru gidiyorum. selimiye ışıkları geçtikten sonra yolun sağındaki parkın içinden birden takım elbisesi içinde oldukça şık görünün 70'lik bir genç belirdi. genç diyorum, çünkü pek de yavaş sayılmayacak olan dolmuşa yetişmek için öyle atik davrandı ki şaştım kaldım. kapı açıldı, genç adam aynı atiklikle bindi:

- herkeşe iyi günler.

tüm yolcular gülümsedi belli belirsiz, pek çoğu cevapladı aynen:

- iyi günler.

bir sessizlik oldu bu sırada, numune hastanesi geçildi, arkadan hızla gelen bir otomobil sert hareketlerle önümüze geçti. diğer araçları geçebilmek için yolun en sağından en soluna üç defa slalom benzeri hareketler yapan bu araç bariz şekilde diğer araçların güvenliğini tehdit ediyordu. 70'lik genç yine sazı aldı eline:

- inanınız! bu yapmış olduğu davranışla gideceği yere en çok 1 dakika erken varabilir.

kimisi sessizce cevaplar verdi, az sonra ışıklara gelince:

- bakın; ancak bir araç öne geçebilmiş, 5 metre kazanmış. insanlar saygı duygusunu kaybetti azizim.

yine gülümseyenler oldu, çayırbaşı durağına yaklaşırken binerken somurtan kız gülümseyerek;

- rica etsem çayırbaşında indirir misiniz? dedi.

şaşırdım, ne kadar etkiliymiş herkeşe iyi günler. son durağa vardığımızda; inenlerin tümü iyi dileklerde bulunarak terkettiler aracı. herkes gülümsüyordu.

sanırım biraz da bunun için seviyorum istanbul'u.

sen kimsin?

bunu ikinci defa yazıyor olabilirim: burada yazılan yazılarda kullanılan zamirler çok zaman kimseyi işaret etmedi. burası benim özgürce içimi dökmeye çalıştığım, bazen bunu başaramadığım için kendime kızdığım, kusma alanım. yazarken elimden geldiğince kendimle karşılaşmak istiyorum ve bundan korktuğum zamanların olduğunu bildiğimden olsa gerek genel itibariyle yazdıklarımı yeniden okumaya yanaşmıyorum bile. gerçeklerin somut dünyasından ve iki artı ikinin dört ettiği matematikten o kadar uzak ki buradakiler. bir kaç gün evvel bahsettiğim kara deliğin içinde bir yerlerde benim yazdıklarım. ve fakat olmayadabilirler. hani şu kutunun içindeki kedi gibi. eğer kutunun kapağı kapalıysa kedinin orada olup olmadığını hiç bir zaman bilemeyiz. sen dediğim vakit, yahut benzer şekilde o dediğimde bu hiç kimseye işaret etmiyor. zihnimin içerisinden bir yerlerinde oluşan bir imgedir o ve imgesin sen. dünya üzerinde bulunan ve bir şekilde tanı-ş-mış yahut tanımış olduğum insanların sevdiğim/beğendiğim yönlerinden yapılmış bir kolaj, bir mükemmel hayal kahramanı değil. bedeni ve sureti olmayan, düşünmeyen, düşünüyorsa bile benim bilmediğim, zihnimin içinde varolan, eğer kendisine hitap edersem dinleyen/dinlermiş gibi görünen, fakat muhatap olmazsam varlığını bile hissettirmeyen biridir sen. hayatıma giren hiç bir insandan sen olmasını istemedim. bu büyük bir haksızlık olurdu. fakat, sen'in hayatıma giren bazı insanlara doğru evrildiği oldu. bunun olmuş olabileceğini bilen ve bana doğru evrilmiş olabilir diyen kişi; bunu bir iltifat olarak almalıdır zannımca. bu şekilde olan şey şudur: insanların kafamdaki belli biçimlerin, diktiğim elbiselerin içine sığmasını beklemiyorum/talep etmiyorum ve fakat; bazı insanlar için kendi zihnimde sadece o insana has, ona özel biricik biçimler oluşturmaya çabalıyorum, terzi işi hususi elbiseler dikiyorum. bu; karşımdaki insanı olduğu gibi anlayabilmem ve benim olduğum gibi kendimi anlatabilmem için tek yol ya da ben öyle sanıyorum.

sence de öyle değil mi?

Cumartesi, Ekim 14, 2006

dance of bad angels

daha önce yazmış mıydım, duymadıysan dinlemelisin:


raising expectations
lifting the lid
there's a show going down
going deeper within
i long to lose myself
inside your skin

...

oh my god, please take me now
i'm ready for ascension
if i only knew how
give me wings give me wings
now i'm stuck on the ground
recieve this blood and bones
i'm homeward bound

akar gider

'Are You Sure' by Willie Nelson.

Oh, look around you
Look down the bar from you
The lonely faces that you see
Are you sure that this is where you want to be

These are your friends
But are they real friends
Do they love you the same as me
Are you sure that this is where you want to be

You seem in such a hurry to live this kind of life
You've caused so many tears and misery

Look around you, take a good look
And tell me what you see
Are you sure that this is where you want to be

Don't let my tears persuade you, I had hoped I wouldn't cry
But lately, teardrops seem a part of me

Oh, look around you, take a good look
At all the lonely used-to-be's
Are you sure that this is where you want to be

gecenin ortasında kafası karışık oturuyorum. hemen üstteki paha biçilemez bir şarkı değil kesinlikle. ama taş yerinde ağır işte, tam yerinde, tam zamanında dinleyince dokunuyor insanın içine. belki farketmişsindir, bu da o sıkıcı yazılardan biri. hala farketmediysen; sen kimsin bilmiyorum, olmanı umuyorum sadece.

tam olarak nedir her sabah hayata devam etmemizi sağlayan? henüz bitmemiş umutlarımız ve inançlarımız mı? onlar da biterse ne olacak? takılmış plak gibi hep aynı şeyleri mi söylüyorum acaba? belki de bu halde bulunmaktan keyif alıyorum kendime bile söylemediğim? uyuşturucu gibi bir bağımlılık mı bu? biliyor musun, hiç bir zaman bilemeyeceğiz ve belki sen de hiç bir zaman bütün bunları bilemeyeceksin. zihnimiz sınırlarını keşfedemeyeceğimiz bir kara delik gibi; onu dışından kavrayabiliyoruz: evet orada duran bir kara delik, ama içine girince onun sınırlarını bulamıyoruz. halihazırda ki genel geçer öğreti ise zihnin dışından kavranabilecek bir şey olduğu. acaba tam olarak öğrenilmesi gereken de bu mu? her bir ebeveynin çocuğuna borcu budur: içine düşme evladım, etrafından dolaş. hayatta her şeyi içine girmeden algılayıp böylece hiç biri olmadan bir şekilde yaşayıp gittiğimiz gibi. evet, doğru; bir sınırı olmalı, nerede duracağımızı bilmeli, başkalarının hayatlarından kendi hayatımızı ayrıştırmalıyız. sahi yapmalı mıyız bunu? buradan öyle çok yere gidebilirim ki. sanırım sancının başladığı yer de tam olarak burası. ben tam bunları yazarken, bir sonraki cümleyi düşünürken adamın birinin fonda sacrifice diye bağırıp durması tesadüf mü? panteizm, pananteizm, vahdet-i vücud, fenafillah gibi şeyler duydun mu hiç? bunları düşündün mü? kendi hayatımızı nereden ayrıştırıyoruz bu durumda? bir başkasının hayatı olabilir miyiz? ya da bir başkasının hayatında kaybolabilir miyiz? kadınlar kocalarının, kocalar kadınlarının hayatlarında kayıp mı oluyorlar bu ülkede, bu dünyada? kayıp mıyız zaten tümden? ah hayır, gündelik hayatın dayattıklarından şikayet etme lütfen. bunları aşacak güç damarlarımızdaki kanda mevcut, yeter ki ayağa kalkmayı bilelim. bildin mi? nefes alıyor musun? her şeyin bir nefes uzaklıkta olduğunu farkettin mi? hem gündelik hayatın sıradanlıklarının olmadığı, herkesin eşit olduğu düzenlere baksana, onlara ne oldu? kendi hayatımızı ayrıştırmalıyız diyorduk degil mi? uyarmalısın beni, kopup gidiyorum konudan. tüm bunları toparlayabilir miyim sence? ayrıştırmalı mıyız? bu ayrıştırma sonucunda ortaya çıkacak yalnızlığa katlanmayı biliyor muyuz peki? neden yüzbinlerce insan kalabalıkların ortasında yalnız kaldığını düşünüyor? yanlış yaptım yine, onlar ve ben değil ki, ben de onlardan biriyim. yalnızız işte. neden? ayrı olma yolunu seçtiğimiz için mi? bak, yukarıda zihnimizin karanlığından bahsederken aklıma gelip unutulan bir düşünce vardı: ne garip değil mi bizim bu kendi kendine büyüyen zihnimiz. bir şeyi istiyoruz. sonra davranışlarımız istem dışı olarak sanki bir toplam kalite yönetiminin parçasıymış gibi istediğimiz şeyin gerçekleşmesi için çalıştırıyor vücudumuzun azalarını. farkında bile olmuyoruz tüm zihinsel süreçlerimizin bu yönde hazırlandığının. ve gün gelip istemiş olduğumuz şeye kavuştuğumuzda bunun nasıl da oluverdiğini anlamakta güçlük çekiyoruz sanki uğruna çabalayan bedenimiz ve ruhumuz başkasına aitmiş gibi.

düşünceler akar, gider. birileri onları durdurmalı. başım ağrıyor, gözlerim kapanıyor ve karnım aç... sanırım burada kalıyorum artık. tüm bunlardan yarın bahsedebilir miyim? daha aşktan, ölümden ve hayatın varsa geri kalanından bahsedecektim...

Pazartesi, Ekim 09, 2006

genel geçmez

bir zaman, bir blog'da şunları yazmışım yorum olarak:


anonim bir yorum birakmak istedim buraya. hayatin icinde, masallara inanmayan insanlarin arasinda nasil tanimlandigim bilinmesin istedim. boylece belki gercekten beni bilirsiniz diye dusundum. belki gercekten anonim olabilseydik insanlarla konusurken, yani kim oldugumuzun ve ne oldugumuzun bizi etkilemesine izin vermeden soyleyebilseydik/yazabilseydik daha samimi bir dunyaya sahip olabilirdik. ama olmuyor bir sekilde, yapamiyoruz/yapamiyorlar. peki neden buradayim? sanirim bulantılar ve kusmuklarla ilgilendigim, onlari onemsedigim icin. hani kimisi bir digerinin icine girmek ister, kimisi de icine almak ister ya, e işte o zaman size super fırsat. kusmuk diyip aşağıladıklarınız bir insanın içinden çıkmıyor mu? neden kaçıyorsunuz öyleyse? kaçarsınız tabii, çünkü korkarsınız tanımlayamadığınız ve kafanızdaki sıfatlarla tarif edemediklerinizden. halbuki şu kusmuklar olmasa ne kolay degil mi? iki kol, iki bacak, baştan çıkarıcı bakışlar diye anlatır, her şeyi burada bitirirdiniz. sonra bu iki kol, iki bacak ve şuh bakışlardan mütevellit şeyi elde etmek için hazır reçetelerden birini çıkarır, uygun dozajı zerkedersiniz degil mi? olmadı mı? bir doz daha... bakın beyler, bayanlar. bu şey bir insan. dışarıdan görerek tanımlayabileceginiz bir nesne degil. nasıl ki yediginiz yemegin dahi nelerden mamul oldugunu merak ediyorsunuz, yanıbaşında durmak istediğiniz insanın da nelerden mamul oldugunu bilmelisiniz. bunu nasıl yapabilirsiniz? oncelikle kalıpları kalıpçıda bırakıp temiz bir zihinle buraya gelmelisiniz. sonrasında bu ne, diye sormadan her bir şeyi kendi özelligi icinde tanımaya çalışmalısınız. görülen yeni bir şeyi, bir önceki şeyler cinsinden tanımlamaya çalışmak ancak bilgisayarların işidir ve lütfen artık kendinize gelip bilgisayar olmadığınızın farkına varın. ve tabii ki bir insanın nelerden mamul oldugunu anlamak için kusmuklarını yemeyi goze almalısınız. hayır hayır, neden 'iç'iniz bulandı? bunlar onun 'iç'inden çıktığına göre, onu tanımak için bunu yapmalısınız. haha, ekşiyen suratınızı görmek pek hoş. neyse efendim, ben burada çalakalem cümle kurma yeteneklerimin yerinde olup olmadıgını görmeye çalıştım. umarım ev sahibi kızmaz. kalınız sağlıcakla.

Cuma, Ekim 06, 2006

zilif nerede?

oruç aruoba'nın zilif'i nerede biliyor musun?

Pazartesi, Eylül 25, 2006

kaç yüz?

kısa süreli bulunduğu ecnebi memleketlerinde gördüğü her bir dişi insanı yatak odasına götürmek için kolundan çekiştirecek kadar pişkin ve dahi arsız birinin kendi memleketine dönünce evleneceği kutsal bakirenin örtünmesini istemesi nasıl bir iki yüzlülüktür, kaç yüzlülüktür? buyrun, isterseniz buradan yakın.

Cumartesi, Eylül 23, 2006

göre göre

arabayla uzun yolda ortalama bir süratte seyrederken öndeki aracın arka tekerinden fırlayan bir taş sizin arabanızın ön camına doğru hızla ilerlerken yapabileceğiniz pek bir şey yoktur. sadece izlemekle yetinilebilir. bu bir kaç saniyelik kontrolsüz ve kaçışı olmayan sahneyi tekrarlamanın yolu var mıdır? olsa; bu heyecanı yeniden yaşamak ister misiniz?

Perşembe, Eylül 21, 2006

beş kere beş

-v for vendetta filmini seyretmediyseniz okumamanız daha iyi olabilir?-


voila! in view, a humble vaudevillian veteran, cast vicariously as both victim and villain by the vicissitudes of fate. this visage, no mere veneer of vanity, is it vestige of the vox populi, now vacant, vanished. however, this valorous visitation of a by-gone vexation, stands vivified, and has vowed to vanquish these venal and virulent vermin vanguarding vice and vouchsafing the violently vicious and voracious violation of volition. the only verdict is vengeance; a vendetta, held as a votive, not in vain, for the value and veracity of such shall one day vindicate the vigilant and the virtuous. verily, this vichyssoise of verbiage veers most verbose so let me simply add that it's my very good honor to meet you, and you may call me v.

Salı, Eylül 05, 2006

kartpostal


postcrossing'de portekiz'e gönderdiğim ilk karpostala mukabil, bana gönderilen ilk kart elime ulaştı. taa finlandiya'dan geldi :)

Cumartesi, Eylül 02, 2006

eylül


kouyou 8307
Originally uploaded by rosewhisper2006.
eylül'ün gelmesiyle beraber, hemen daha ilk günden hava karardı, yağmur aldı her yanı. sabah uyanınca kış sabahlarındaki gibi, içeri ışık dolmayan bir sabahla karşılaşıyorum artık. mevsimler üzerindeki yargılarımı gözden geçirmem gerektiğini hissettirdi bu bana. şimdiye kadar bana sorsanız en çok hangi mevsimi seversin diye, en çok ilkbaharı, sonra da yazı severim diyecektim. ama şimdi düşünüyorum da, sonbahar diyebilirim belki. yaprakların uçuştuğu, gözü yormayan bir sarı ve kahverenginin her yere hakim olmaya başladığı eylül neler getirecek acaba bana, bize, hepimize? dünya tarihi için pek mühim hadiseler olmasa bile ve tarih kitapları beni yazmıyor olsa da, kişisel tarihimin kitabında büyük başlıklarla anılacak bu ay.

eylül güzel geliyor bana şimdilerde. belki gelecekte bir kızım olursa ismini eylül koyabilirim. cama vuran yağmur damlalarını da sever belki. oturup konuşabiliriz şehrin ışıklarını seyrederken damlaların camda yarattığı her bir büyütecin içinden. hem öyle güneşi bol bulan yaz ayları gibi şımarık da değil üstelik. ağırbaşlı, vakur. gözlerinin içinde bir parça hüzün dahi var. leonard cohen'in dance me to the end of love'da baktığı gibi hani.

yazayım bunları diye aklımda tuttuklarımı unuttum bu arada. kendimi ifade etmek için yazmaktan başka yapabileceğim fazla bir şey yok. beste yapabilmeyi, piyano çalabilmeyi isterdim mesela. dur durak bilmeksizin çalmak bazen. kimi zaman coşmak ve coşturmak, kimi zaman diplerde sürüklemek için. resim de yapabilmek isterdim. belki bakınca bir şeyler 'his'settirebilirdim. halbuki yazı oldukça 'akıl'cı. beyinden yüreğe doğru yönlenen harfler kombinasyonu yaratmak gerekiyor, tıpkı bir dna sarmalı gibi. ama işte görüldüğü üzere, beceremiyorum şu sıra. tabi yakıt ikmali yapıldı, onun için oturdum yazıyorum sandınız değil mi? hayır, henüz değil.

--

madem 'o' senin, yani onun dediğine göre, senin olmalı, e sen de evlen o zaman onun'la...

Cumartesi, Ağustos 19, 2006

run out of gas

sayın yolcular, yakıt ikmalinden sonra yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Pazar, Ağustos 13, 2006

112

belki, bazen, her şey, zaten daha az üzülmek içindir. * *

Pazartesi, Ağustos 07, 2006

dinliyoruz

ofiste çalışırken dinlediklerimizin bir kaydını tutsun diye last.fm hesabı açtık, işte tam burada...

ek: buraya da ekledim, sağ kolonda... :-)

Cumartesi, Ağustos 05, 2006

gul, gulumse

gulumseyen bir sesten daha guzel ne olabilir, tam da hayatin siradanligina kapilmis gidiyorken...

Perşembe, Ağustos 03, 2006

what to do with myself

insan kendisini ne yaparsa öyle olur.-sartre

yaz akşamı işte. öylesine bir yaz akşamı. biraz da yazı akşamı. hani öyle kelimeler dilimin ucunda değil, müthiş şeyler yazacak değilim. ama belki yardımcı olurum kendime diye, yazmaya karar verdim. hem uzun süre olmuş öylesine, kendim için yazmayalı.

evet, insan kendisini ne yaparsa öyle oluyor sahiden. içimizden ve dışımızdan söylediklerimiz, söylemeden kendi kendimize vehmettiklerimiz, bir şekilde bizi şekillendiriyor. isteklerimiz ve arzularımız bizi şekillendiriyor. hani bunu daha önce kendini gerçekleştiren kehanet kavramı uzantısında yine yazmıştım. belirgin veya belirsiz isteklerimiz bizi oluşturuyor, bu uğurda şekilleniyoruz. bunun yanında, ilginç olan şu ki, başka insanların bizim üzerimizdeki kehanetleri de üzerimizde etkili. henüz ortaokul çağlarındayken bir büyüğüm, sen ileride şöyle şöyle bir adam olacaksın demişti. o vakit benim hiç de öyle öyle olmaya niyetim yoktu ama artık eşeğin aklına karpuz kabuğunu düşürmüştü. o zaman farkında değildim ama farkında olmasam da onun bu lafı benim içimdeki bir noktayı oldukça onore etmişti. acaba farkında mıydı bunun? sanırım değildi. zaten olması da imkansızdı. yine daha önce söylediğim bir şeyi hatırlattı bu, çocuklarla iletişim kurmak sahiden çetrefilli bir mesele. söylenen herhangi bir cümlenin çocuğun hayatının ilerleyen safhalarında nasıl bir çıktı vereceğini öngörmek neredeyse imkansız. neyse işte kendimizi ne yapacağımızı biz belirliyoruz, farkında olmasak da.

---

beklemek üzerine söylemek istiyorum, söyleyebileceğimi sanmıyorum. şu sıra yine tıkanma günlerimdeyim. söyleyemiyorum. evet efendim, saçlarını uçurarak gelecek1 olanı bekliyorum hani. her ne olursa olsun bu sürecin, beklemenin kendisinin sonraki zamanlarda hayırla yâdedilecek, ne günlerdi denecek günler olduğunu biliyorum. kimi zaman endişeli, kimi zaman coşkulu, çok zaman soğukkanlılıkla ele alınamayan bir şey bu. beklerken çağlıyor olanların hep çağlamasını bile dileyebilir insan. hatta özleyebilir çok sonraları. beklerken öğrenebilir insan, aslında bekletenin de bir başka bekleyen olduğunu. her şeye rağmen bazen boşalıverir zembereği insanın, durduramaz kendini. dedim ya, tıkanma günlerimdeyim, o zaman söyletelim:
Bana, benim seni beklediğim gibi gelmezsen,
hiçbirşeye yaramaz -
nasıl, sen, kendim olarak gelinmeyi beklediğim bana,
kendin olarak gelmezsen-
diye seslenmek zorunda kaldım, sana, yeniden, bir gece, geç-2
öyle bir şeyler işte özetle. belki gün gelir söyleyebilirim.

1 - ataol behramoğlu
2 - oruç aruoba

Perşembe, Temmuz 27, 2006

yolda, arada

sıcak bir temmuz akşamında üşünür, hatta titrenir mi? oturduğun yerde titreşimli telefon gibi kıpraşır mı mide? gece hiç bitmeyecek gibi gelir mi? söylenmemiş söz var mıdır bu dünyada? söylenmemiş sözü bulmak için nutku tutulur mu insanın? kalem yazmaz olur mu? boğazın iki yakasında giderken arada kalmış gibi hisseder mi kişi?

Pazartesi, Temmuz 24, 2006

sürprizler

hayat son ana kadar sürprizlerle doludur, diyordu hani bir filmde. artık bitti, daha fazla şaşırmayacağım dediğimiz her seferinde, yüzümüze yüzümüze vurur yepyeni bir şaşkınlık, sonuna dek açılmış gözler... kabul etmek gerekiyor hayatın sürprizlerinin hiç bitmeyebileceğini. zaten böylesine hesapsız, böylesi karmaşık ve tahmin edilemez olması değil mi onu böylesi çekici kılan. kabul etmek gerekiyor tabi ama bu tümüyle bir olgunluk ve vazgeçiş değil mi? hırslardan vazgeçiş. düşünüyorum; bu hırslardan vazgeçiş kesinlikle gölge etme başka ihsan istemem kıvamında bir fıçının kenarında akşama kadar oturma bezginliği değil. hayatımızı ve hayatlarımızı tümüyle kontrol edemeyeceğimizin bilincinde olma durumu. arada bir yerde, puslu bir havada seçilemeyen bir yol gibi.

yeni yollar, başkalarının gitmediği yollardan gitmek zor. az seçilen yol diye bir kitap vardı, bir dostum ısrarla önerirdi. bende ısrarla okumamıştım evde bulunmasına rağmen. şimdi geldi mi acaba zamanı? bilemiyorum. sorun şu ki, az seçilen yol mu, seçilmeyen yol mu? modern zamanların uğramadığı bir ovada ufka bakarken en azından bir kaç patika görülür. birileri, hatta pek çokları bu yolu izlemişlerdir. belki kendileri bile seçmediler, eşekleri o yoldan gidiverdi işte. bu ülke, otoyolların eşeğin gittiği güzergaha yapıldığı bir yer değil mi? aynı suyu içip, aynı havayı solumuyor mu bütün bu insanlar? öyle, kendilerinden önceki eşeğin takip ettiği yolu takip eden eşeklerle gittiler hep gidecekleri yere. böylesi çok daha rahat, çok daha kabullenilebilir oldu. hem bir diğerini anlamaya çalışmadan, hem de anlaşılmaya çalışmadan. herkes aynı göründü, herkes aynı iki yüzlülükleri yaşadı. hadi tamamen aynı değilse bile, çok benzerlerini.

buna benzer lafları kimbilir kaç defa söyledim ya da Allah bilir kaç defa söylendi daha önce? zaten bu başlı başına girift bir mesele değil mi? söylediklerimizin, yazdıklarımızın, çizdiklerimizin yeni ve söylenmemiş olacağına nasıl emin olabiliriz ki? şimdi yeni şeyler söylemek vaktidir cancağızım diyor da, binlerce yıllık bir medeniyetin mirasçısı olarak sahiden var mı söylenmedik söz. vardır belki de.. hani amacım yeni şeyler söylemek de değil. konuşuyorum işte kendi kendime.


...

anlatmadan geçemeyeceğim; geçtiğimiz gün, yani dün yolda yürürken babasının elini tutmuş yürüyen bir kız çocuğu gördüm. henüz 4 veya 5 yaşında olmalı, öyle şirin ve masum gülümsüyordu ki.. farkettim ki, artık kız çocuklarına her bakışımda bir tuhaf hüzün kaplıyor içimi. bu artık bir takıntı olmaya başladı, durduramıyorum kendimi, durduramıyorum zihnimi. küçücük yaşlarda neler yaşıyor bu çocuklar. içim falan bulanıyor. bu çocukların bu yaraları bir ömür boyu saramayacaklarını düşünüyorum. saramadıkları yaralarından yolda yürürken sıçrayan kanların pek çoklarını kanatacağını düşünüyorum. bu müthiş masum, pırıl pırıl gözlerin korkuyla açıldığını ve silinmeyen yazılar yazıldığını düşünüyorum. çocukluğunun izlerini silebilmek için defalarca elini yıkayan kadınlar tanıdım, kaldıramıyorum artık. diri diri toprağa gömmek değil mi bu o çocukları? kusura bakmayın hatırlattığım için, yapacak bir şeyim olmadığı için hayıflanıyorum kendi kendime.

...

evet, seçilmeyen yol, eşekler filan diyordum. şimdi sizin seçmediğiniz, kimsenin de pek seçmeye niyeti olmadığı bir yolu seçsem beni ayıplayacak mısınız, şaşıracak mısınız? rica ederim, kaşlarınız kalkmasın, dudaklarınız büzülmesin o biçiminde. insan bazen kendinin dahi beklemediği şeyler yapar. bu iyidir.

Pazar, Temmuz 23, 2006

sabaha doğru

gecenin ilerleyen saatleri ya da sabaha karşı diye tabir edilen vakitlerdeyiz. kolumdaki saat, dörde on var diyor. bir başkası bunu sıfırüç:elli olarak telaffuz edebilir ama bu yanlış olur. dijital saat değil ki bu!

kolumda saatin var, yani saatim. senin istediğin gibi hiç çıkarmıyorum.

...

uzun zamandır harfler parmaklarımın ucundan geçiyor. hani kusmadan önce mideden yükselen dalgalar gırtlağı yakarak yalayıp geçer ya, onun gibi işte. parmaklarımın ucundan geçiyor harfler, her biri yazılmak arzusuyla, yakarak...

bu gece de yazmak arzusuyla niyetlendim. bu saat oldu, yazamadım henüz dilediğimce. kimisine söyledim içimdekileri. ama söylemek kafi gelmedi.

güneş mi yavaş yavaş yaklaşıyor, yoksa şehrin silüetini çizen o devasa lambalar mı aydınlatıyor bu bulutları bilemeyecegim ama görüyorsun ya, yine yazamıyorum. alacakaranlık kuşağında, tam da o arada ki, araftaki zaman diliminde, sence tam o vakit yazabilir miyim?

...

sabah olup kahvaltı masasına oturduğumda, saatimin durmasını istemiyorum. zaman göreceli bir kavram sonuçta, kimi zaman dakikalar saat, kimi zaman günler dakika mertebesine gelebilir. birinin kolundaki saat saniyeleri ikişer ikişer sayarken, benimki pekâlâ durmuş olabilir.

düşünsene, oldukça sık görüştüğün ve her gördüğünde mutlu olduğun biriyle artık o kadar sık görüşemeyebileceğin ihtimali ortaya çıksa, senin de saatin durmaz mıydı?

Perşembe, Temmuz 20, 2006

karanlık

gece işte, bildigin gibi. tam şimdi, yani şu bildiğin gibi lafını yazdıktan sonra aklıma geldi: böyle senli benli yazdığım zaman kim olduğu merak edilebiliyor. evet, bazen o senlerin gerçekten bir muhatabı oluyor. ve bazen de olmuyor. bazı vakitler bendeki bir diğer ben olabileceğin gibi, bazen bilinmezliğin içinde, karanlığın içinde bir gölge de olabiliyorsun sen. bunu klasik, bende bir ben var benden içeru değil, dilersen öyle de algılayabilirsin ama hani hepimizin içinde farklı sesler çıkaran çeşitli yanlar yok mudur? bir yanım böyle diyor ama bir yanım da şöyle diyor demez miyiz hani, onun gibi işte. eğer alınırsan sen de olabilirsin tabii ki. neyse, gece işte, bildiğin gibi, karanlık ve kendi içine dönük, karadelikler de öyle değil mi? öyle evet. en azından ben şimdi bu yazının içinde öyle olmasına karar verdim. bu yazının bitişiyle birlikte istediği gibi olmakta serbest. bir şeyler yazayım istedim ama toparlayamıyorum, gecenin içinde duruyorum öylece ve bakınıyorum etrafa. hayat biraz daha yoluna girmek isteyecek mi önümüzdeki günlerde diye düşünüyorum. bazen zorlanıyorum. ama pes etmiyorum. en azından şimdiye kadar etmedim. düşünüyorum, az seçilen yolu seçenlerin hepsi böyle şeyler mi yaşıyor acaba diyorum. kendime daha çok vakit ayırmak istiyorum, daha çok şey yapmak istiyorum. hala dünyayı değiştirecek bir tuğla koyabileceğim bir inşaatte görev alacağımı düşünüyorum. evet bir gün, böylesi bir şantiye de küçük veya büyük benim de görevim olacak.

...

bir ara daha derli-toplu şeyler yazacağım, sanırım bir akıl defteri edinip gündüz aklıma gelen şeyleri not alsam daha iyi olacak. biraz da etraftaki gelişmelerden bahsedeyim. metres site yazarları haziranı boş geçtiler ama temmuz itibariyle biraz daha aktifler. difembafya iki yazıyla istanbul'a döndü. la luz da istanbul'a dönmüş, temasını yenilemiş, kendisinden daha radikal bir değişiklik bekliyorduk ama şimdilik bu kadarıyla yetinmiş. ayrıca bana verdiği link neden google help sayfalarına gidiyor, gerçekten yardıma muhtaç biri miyim acaba? lula bugünlerde kısacık yazıyor, özledik efendim, karalayın bir şeyler. mtlda yazmayacakmış, ne diyelim dinlensin bari biraz, ama yine bekleriz... oyuncak bebek tema denemelerine devam ediyor, bir karara varsın artık.

...

teknolojik mevzulara burada yer vermiyorum ama istatistiklere baktıkça canımı sıkan bir konuya az da olsa dokunmak istiyorum. internet explorer iyi değil, tu kaka! firefox, iyidir, güzeldir, güvenlidir, keyiflidir, tab kullanarak internette gezmek kesinlikle hoştur, tema desteğiyle estetik duygulara hitabeder, eklentileriyle fonksiyonel ihtiyaçlarınızı karşılar, içine girince seveceğiniz bir dünya sunar. dostlarım! firefox size yeni bir hayat vadediyor. üstelik sömürgeci ingilizlerin dilini bilmek zorunda da değilsiniz! daha ne olsun? buyrun, buradan yakın ve firefox kullanarak nelere sahip olacağınızı görün.

...

öyle işte, beklenenlerin gelmediği bir gece bu. beklenenlerin gelmediği ve uykumun geldiği...

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

eskilerden

çok önceleri okumuştum baştan çıkarıcının günlüğünü, kendisiyle ilk tanışmamızdı bu. ufak bir hata yapmıştım, varoluşçu felsefenin başlangıcı nietzsche sanmıştım. nedense hep aklımın bir köşesinde durmuş ismi, uzun zamandır ilgilenmesem de kendisiyle. dün gördüm, şöyle demiş:

what is it that makes a person great, admired by creation,
well pleasing in the eyes of god? what is it that makes a
person strong, stronger than the whole world; what is it
that makes him weak, weaker than a child? what is it that
makes a person unwavering, more unwavering than a rock;
what is it that makes him soft, softer than wax? -- it is love!
what is it that is older than everything? it is love. what is
it that outlives everything? it is love. what is it that cannot
be taken but itself takes all? it is love. what is it that
cannot be given but itself gives all? it is love. what is it
that perseveres when everything falls away? it is love. what is
it that comforts when all comfort fails? it is love. what is it
that endures when everything is changed? it is love. what is it
that remains when the imperfect is abolished? it is love. what
is it that witnesses when prophecy is silent? it is love. what
is it that does not cease when the vision ends? it is love. what
is it that sheds light when the dark saying ends? it is love.
what is it that gives blessing to the abundance of the gift? it
is love. what is it that gives pith to the angel's words? it is
love. what is it that makes the widow's gift an abundance? it is
love. what is it that turns the words of the simple person into
wisdom? it is love. what is it that is never changed even though
everything is changed? it is love; and that alone is love, that
which never becomes something else.
kimdir, nedir diyenler şöyle buyursun.

Pazar, Temmuz 09, 2006

sen'i istemiyoruz

şurada gördüm ki ahmet turan alkan şöyle demiş:

BIR TEKLIFIM VAR:
BU PROTESTO KAMPANYASINA ‘SIZ’ DE KATILIR MISINIZ?

Televizyon, radyo ve gazete reklâmlarinda adim basi kulagimiza çalinan ama anlami üzerinde pek durmadigimiz ‘sen’li cümleler, sizin de dikkatinizi çekiyor mu? “Yaris; kazan”, “Sen de katil”, “hisset”, “magazalarda seni bekliyor” gibi laubali hitap sekillerini protesto etmek için, reklâmlarinda müsterilerine ikinci tekil sahis sigasiyla hitab eden firma ürünlerini boykot etmeye var misiniz?

Bu laubali edâdan artik ikrah geldi; onlara varligimizi hissettirelim, ne dersiniz?

Cumartesi, Haziran 24, 2006

kart

yandaki kartı aldım geçtiğimiz günlerde, diye yazıyordum ki, birden kapanıverdi pencere, boşa gitti onca yazdığım. evet efendim, yandaki kartı buldum posta kutumda. uzun zamandan beri gerçekten bana gönderilmiş yegane posta.

bir gün bahçeli bir evim olursa, ben de böyle bir posta kutusu yaptıracağım diye uzun uzun anlatıyordum, sarmaşıklardan, güzelim kuş evlerinden filan bahsediyordum halbuki. tekrar yazmam kabil değil, kusurumu affedin.

Cuma, Haziran 16, 2006

kayıp

bir süredir kayıptım. bilmiyorum belki bir süre daha kayıp olurum. bulmaya çalışıyorum. bulunca gelirim.

Cuma, Haziran 02, 2006

yüz-dükçe


hayat bir deniz, yüzüyoruz. her yüzüncü metrede kutluyoruz geldiğimiz noktayı, akıntı yüzünden aslında attığımız yüz kulaçla ancak bir arpa boyu yol aldığımızı farketmeksizin. bu da bu blog'un yüzüncü yazısı. yüzümden düşen yüz parça yazısı.

düşündüm, bazen ayna olsan bile göstermeye yetmez gücün karşındakine kendisini, nerde kaldı kendini göstermek, kendi içindekini göstermek. yüzünden düşen yüz parça olsa, göstermezsin bazen kimselere, aslında kırılmış bir ayna, ardındakileri göstermek için iyi bir fırsattır ama işte dökülemezsin, saçıveremezsin kendini orta yere. hem daha önce saçılıverdin, oldun bin parça da kim bildi, bilenler oldu mu ki baki?


uçurtma uçar ve gider, bakakalırsın ardından. e ne diyeceksin? uçurtmanın da ipini koparmaya hakkı var. hem zaten uçurtma yapmanın amacı bu değil midir hep daha yukarılara çıksın diye ince ince denge noktasını bulmaz mıyız o çıtaların arasında? yücelsin ve yükselsin diye.. hem, uçurtma uçurtmadır sonuçta, aynaya bakıp, aynanın gerisini görecek hali yok ya.

nazar boncuğu asacaktım daha, çatlayıp kırılmasın ayna diye ama bazen nazarlık bile yetmeyebiliyor işte..

Salı, Mayıs 30, 2006

uçurtma

çocukluğumda benim hiç uçurtmam olmadı. sonrasında da olmadı. aman ne romantik diye anlatmıyorum, özenmişimdir koşarak altıgen şeklindeki uçurtmasını havalandıran çocuklara. hani bir yanım da tamam uçurtma havalandı ve uçuyor, ee sonra ne olacak diyor. bilmiyorum ama tatlı, şirin bir his. uçurtma yapan çocukların bir sonraki adımı model uçak olabilir mesela. uçak mühendislerine sormak lazım kaçı uçurtma yaparak başlamıştır mesleğe. ben kendi mesleğime çok erken yaşta dedemin yeni almış olduğu hesap makinesini su dolu kovaya daldırarak başlamışımdır. ıslanınca çalışıyor mu diye test ediyordum, çalışmadı tabî ki. işte o çok yaratıcı olduğum ve uçurtmam olmadığı zamanlarda garip isteklerle ortaya çıkardım. ortadan ikiye kesilmiş bir elma getirmişti annem yemem için, olmaz ben bütün istiyorum diye tutturmuştum. çaresiz birleştirmişti anneciğim. {nasıl olduğunu merak eden olursa ayrıca anlatırım :-) }

bir ilkbahar günü bulutların arasında süzülen uçurtmayı görünce, bende istiyordum diye tutturdum. çözüm olarak evde mevcut bulunan alet edavat ile şeytan uçurtma yapabiliriz deyince annem, yatıştım. bu kağıttan yapılan basit uçurtma 'şeytan' gibi olduğundan pek cezbetmişti beni. tamam o zaman! hemen yaptık, beyaz dikiş ipi makarası da uçurtmama eklendiğinde uçuşa hazırdık. kokpiti hazırlamak gerekliydi. pencerenin dışına monte edilmiş, pencere eninde ve yüksekliğinde, 50 cm kadar dışarı uzanan kafesim benim için biçilmiş kaftandı. apartmanın en üst katında oturuyor olmak uçuş için en uygun ortamı sağlıyordu zaten, pilotajın rahat ve güvenli bir biçimde sağlanması için kafesin içine bir de minder yerleştirince kalkışa geçtik. rüzgarın da yardımıyla sokaktaki çocukların gıpta ettiği şeytan uçurtmam salına salına uçmaya başladı. aslında uçan o değil bendim. şimdilerde farkettiğim o çocuksu esaretimin intikamı gibiydi o uçurtma, onun özgürce havada salınması aslında tümüyle beni temsil ediyormuş. şüphesiz o zaman bunları ifade edemezdim ama o günkü hislerimin tercümesi böyle bir şey olsa gerek. türbülansa girmeden, hava boşluklarına düşmeden süren yolculuğumuz sırasında tecrübeli hostes annem, otomatik pilota geçip yemeğimi yemem konusunda ısrar edince ipi kafesimin demirlerine bağlayıp içeri girdim. bir güzel karnımı doyurup pencereyi açtığımda koskocaman bir hayalkırıklığı vardı. uçurtmam ipini koparıp gitmişti. makara, pilot koltuğunda yani minderimde öylece duruyordu. boş boş bakmıştım arkasından. annem şimdi hatırlamadığım teselli edici şeyler söylemişti. ve çok iyi hatırlıyorum, istediği olmayınca ağlayıveren şımarık çocuklardan değildim ben. hüzün içinde tasımı tarağımı toplayıp içeri girmiştim. çok üzülmüştüm, özgürlüğüm uçup gitmişti o uçurtmayla. bu erken tecrübe sayesinde hayatımdan ansızın uçup gidenler karşısında metin olmayı öğrenmştim sanırım. bir gün uyanınca, her şey bambaşkaysa ve buna öyle çok da şaşırmıyorsam bundan olsa gerek. üzülüyorum tabî ki, ama çok üzülüyor olmak bazı şeylerin değişmesi için yetmiyor, ipini koparan uçurtmam da hiç geri dönmedi. dönse ne olurdu bilemiyorum ama sonrasında da hiç uçurtmam olmadı.

çizim nataliedee.com'dan alınmıştır.

Perşembe, Mayıs 25, 2006

kırık


Kar yagsin, elbette seyrine doyulmaz,
Ipek islemeli perdeler arasindan,
Camlari kirik pencereden degil! 1

Kapinin penceresi kirik. Uzun ve dar bir pencere. Altina tebesirle kargacik burgacik harfler yazilmis. Besbelli okuma yazmayi henüz sökmemis bir çocugun elinden çikma. Soldaki zillerden birinin dügmesi kopuk. Kirik pencereden disariya bir çocuk bakiyor. Görünen sadece çocugun kafasi. Gövdesi kayip. Geride bos bir avlu uzaniyor. Alnina dökülen siyah saçlari kaslarini da örtmüs. Gözler iri iri. Altlarinda ise belli belirsiz karaltilar. Üst dudagi ipince. Alt dudagi etli. Dar bir çeneye dogru küçülen solgun bir yüz. Kirik pencere, kirik hayat. 2

soguk içine isliyor insanin
kirik pencereden içeri girerken rüzgar
hafifçe islatiyor eskimis koltugu
sobanin gürül gürül gelen sesiyle
içimiz isinirken 3


1- Cahit Sıtkı Tarancı
2- Fikret Dogan - Cumhuriyet Hafta - 17 Agustos 2001
3- Canan Karadeniz
foto: http://www.flickr.com/photos/requiem/43498764/

Çarşamba, Mayıs 24, 2006

teşhir

elim yazdığınca bir şeyler karalayacağım. hani öyle uçayım kaçayım, güzel cümleler yazayım halinde degilim. farketmiyor, öyle de olsam yazamıyorum. bunu kabul etmem gerek. ama herhangi bir müzik enstrümanı ile kendime ait bir melodiyi çalabilecek kadar yetenekli değilim, içimdekileri tuvale aktaracak kadar elim fırçaya yatkın değil. harfleri tam da doğru sırayla dizemiyor olsam da ardarda koymayı başarıyorum birbirleriyle ilintili olacak şekilde.

ne bu teşhircilik merakın demişti sevdiğim biri, blog yazıyor olmayı, hayatını ve hislerini paylaşıyor olmayı teşhircilik olarak addetmesi pek de hoşuma gitmemişti açıkçası. blog yazmak teşhircilik mi? neyi gösteriyoruz insanlara burada? pek çok blog yazarı her gün kendi hakkında veya ilgilendiği konu hakkında sayfalarca yazı yazıyor. pek çok kişi de onları okuyor. kimin ne için yazdığına karışacak halim yok. ben kendim bizzat yine kendim için yazıyorum efendim. tek değilim, benden başka da kendisi için, kendini yazanlar var. erkeklerin yüreğini hoplatacak (!) derin dekolteleriyle arz-ı endam eden manken kızlarımız nasıl ki vücutlarını teşhir ediyorlarsa, evet, ruhumuzu, kendimizi teşhir ediyoruz ya da etmeye çalışıyorum. bunu niçün yapıyorum? tam olarak bilmiyorum. belki biraz düşünebilirim. kendimle konuşmaya çalışıyorum bazen yazarken. bir yanımın diğer yanıma, diğer yanlarıma anlatamadığı, anlatıp da dinletemediği yahut dinleseler de kaale almadıkları şeyleri yazıyorum buraya ki, dinlemeyen, anlamayan, kaale almayanlar kendilerini toplasınlar ve baksınlar, bu bizim diğer yanımızın gerçeğidir desinler. ne istediğine dikkat et gerçek olabilir derler ya hani, bunun sebebi de tam buraya bağlıdır işte. bir yanın hayal eder, ister ki gerçek olsun. diğer yanın inanmaz buna. olacak iş mi der ve beynimizde gerilere doğru iteler, hayatın mühim gerçeklerini (!) öne taşımak için. sonra o hayal eden, isteyen yanımız var ya, unutmaz bu durumu, alttan alttan çalışır, davranışlarımızı hayallerimiz lehine manipüle eder. haberimiz bile olmaz tam da o yolda ilerlediğimizin. sonra bir bakmışsın: sürpriiiz! diğer yanımız ve yanlar dedim ya, onu da açıklayayım. ben kendime bakınca öyle tek başına büsbütün bir parça göremiyorum. belki siz öylesinizdir, ne mutlu. ama biz burada bir kaç kişiyiz. tartışırız, kavga ederiz, bazen nefret ederiz, sığamayız tek bedene. birimiz üzülürken diğerimiz umursamaz, öbürümüz mutluyken bir diğerinin ağzı ekşiden yanmıştır. halbuki ben limonu severim. hele şöyle hafifçe de tuzlarsan, pek leziz olur, portakal gibi hatır hatır yenir. işte burada da, her seferinde bir yanım alınca eline mikrofunu bırakmayan milletvekili gibi yazıyor içindekileri. konuşuyoruz birlikte, birbirimize karşı samimi ve açık olmayı öğreniyoruz. böylece bir bütün halinde dışarı baktığımızda da tutarlı ve içtenlikli davranışlar sergileyebiliriz. hem belki tartışmalarımıza başkaları da katılır. o zaman her bir yanım yeni şeyler öğrenebilir, artık kurumaya başlamış olsa da belki biraz eğilir. bir de sizin haberiniz bile olmaz, aramızda konuşurken, hainlik yapanlar olur, bir yanım, diğer birini arkadan vurabilir. böyle al-açık olunca, herkes usturupluca ortaya koyuyor kendisini. tüm bunların dışında, hayat denen oyunun içinde kendinle konuşmaya, kendi içindeki farklı sesleri dinlemeye her zaman vaktin olmayabiliyor ya da başka bir işle meşgulken içeriden gelen isyanları, ayaklanmaları bastırmak daha kolay olabiliyor. halbuki burada herkes eşit, söyleniyor ortalığa pek çok şey. sıkıldınız değil mi? normaldir. son: burada içimdekiler görünüyor, sonra dışarıda beni görüyorsunuz. işte bu; olduğun gibi görünmek için çok iyi bir fırsat... ve bunu değerlendirmeye çalışıyorum.

Cuma, Mayıs 19, 2006

hep yol

Yoldayim yine, susmakti niyetim ama duramadim yine. Merak ediyorum nereye gidiyor bu hep gittigim yol. Gidiyor olmak guzel, dusununce hani, sana dogru gelinmesi de guzel. Bana dogru yol alan birinden daha iyi ne olabilir ki bende ona dogru yol aldiktan sonra... Hatirlar misin elif safak'in kufesinin icinde donup duran samuru. Donup durmak. Hani pervanenin atesin etrafinda, dunyanin gunesin etrafinda dondugu gibi. Yine bu sayfalarda soylenmisti, dunya askla doner ya... Onun gibi.

yolda

Evet, kisaca yolda. Simdi tramvay bekliyorum. Sonrasinda besiktas'a ulasip motorla uskudar'a gecmeliyim. Yolda olma durumunu ve yolcu olma halini sevdigimi hep soylerim zaten. Simdi bunu anlatmayacagim. Vapurda'ya gelen olumlu yorumlarin yan etkisi var uzerimde. Ya bu sefer o kadar iyi olmazsa? Evet bu sefer uzun ve sıkıcı olabilir mesela.

Bazen huzunle bitmez, gece karanlikmis gibi gelmez. Yolculuk bazen hic beklenmedik yonlere dogru evrilebilir. (Tramvaydayim artik) Yolcular yeterince hayalperest ve hayallerinin pesinden gidecek kadar cesaretli olursa, inip trenden, alisilmadik bir yone dogru raylari doserlerse, tren; daha once hic gidilmemis diyarlara dogru yavas da olsa yol alabilir. Ne ilginctir ki simdiye kadar hic bir tren yolcusu yapmamistir boyle bir sey. Niye herkes daha once dosenmis ve binlerce kez gidilmis bir hatta gidip gelir ki?



Evet, bazen huzunle bitmez, dizinin sonunda seyirciler mutebessim, rahata ermis bir cehreyle ayrilirlar ekran basindan. Kahramanlarimiz daha once oldugu gibi kendi koselerinde gulumsemektedir. Ne yazik ki buna ragmen oyuncular cekim bitince evlerine giderler, eski bilindik ve belki sikici yasamlarinda sikilmaya ve mizmizlanmaya devam ederler. Bizse sette yasamaya devam ederiz. Sevincimizi yasamaya devam etmek icin sonra ki bolumu beklememiz gerekmiyor. Muhdekulade !

Inmedim henuz tramvaydan ama yazmayacagim daha fazla da. Cok sey var kafamda ve bir siraya girip dokulmuyorlar parmaklarimdan. Biraz da kendime begendiremedim soylediklerimi. Ama kizmiyorum yine de kendime. Cunku bazen konusmak pek gereksizdir. Sadece susmak gerekir. Mesela tasvire gucun yetmeyecek kadar guzel seyleri anlatma istiyaki duydugunda...


foto

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de