neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Perşembe, Eylül 27, 2007

Dönence

Bezen yazmak için bir başlangıç kelimesi yahut cümlesi arıyorum. Bulamadığımda günlerce yazmadan/konuşmadan durabiliyorum. Bu başlangıç sözü, bir anahtar gibi oluyor. Mahiyetini bilmediğim bir kapı için oldukça gerekli bir anahtar bu.

Pek bir şey yapmayacak kadar isteksiz, uyuyamayacak kadar enerjik olduğum şu saatlerde yatağın içinde debelendim biraz. Sağa, sola, aşağı, yukarı olabilecek her hali denedim. Olmadı. Ne uyuyabildim, ne de aklımdan geçenleri durdurabildim. Yazmak istedim, yazamadım, çünkü bir başlangıç sözüm yoktu. Spiraller geldi aklıma sonra, çok sevdiğim spiraller. Her biri, içinde kaybolmak için oldukça elverişli.

Bugün bir yavru kedi gördüm arka bahçede, kıvrılmış yatıyordu. Tıpkı şu böcek gibi. Yavru insan da kendine doğru dönüp, kıvrılıp yatıyor. Kendine dönmek, kendine içine bakmak.

[Fotoğraf: Mehmet Can]

Yattığım yerde spiralleri düşündüm. Bir zamanlar sayfalar dolusu çizerdim hiç sıkılmadan. Kendine dönmek gibi bir şeydi. Nedense kalemi elime alıp çizesim gelmiyor şimdi. Sadece yattığım yerden düşünüyorum.

Yatağım pencerenin yanında, doğruldum ve başka ne var görebileceğim ne var görmek istedim. Tam şimdi bunları yazarken devrik kuruluyor öncelikle. Mesela öncelikle niye cümlenin sonuna geliyor? Devrik olmasınlar diye kes-yapıştır yerlerini değiştiriyorum.

Yatağım pencerenin yanında. Masam da pencereye kafamı çevirince dışarıyı görebileceğim kadar yakın. Bunu önemsiyorum. Arada bir bulutlara bakmak, ufuk çizgisi yerinde duruyor mu diye göz atmak iyi geliyor. Sebebi hakkında şimdilik hiç bir fikrim yok, belki ilerde düşünebilirim.

Doğrulup dışarı bakınca ötedeki binalardan birinde birinci katta hep ışığı yanan balkonu gördüm. Geçtiğimiz beş-altı yıl boyunca hiç kimseyi görmedim orada ve fakat her gece ışığı yanar. Eskiden böylesi kabak gibi görünmezdi, zira aramızda söğüt ile defne vardı. Onları özlediğimi farkettim ve özlediğim tek şey olmadıklarını da.

Müzik dinleyemiyorum. Pek çok çeşit sanatçı, binbir türlü müziğin arasından benim için iyi olan hangisi bir türlü bilemiyorum. Birilerinin benim için uygun bir şeyler seçmesini umudediyorum ve radyo dinliyorum, her zaman olmasa da yardımcı olabiliyor. Son zamanlarda çıldırmayan pianistleri dinlemeyi seviyorum galiba sakin sakin.

Puzzle Inlay isminde bir oyun varmış bilgisayarımda. Bir çeşit yap-boz, canım çok sıkılırsa ondan oynuyorum. Mızıkçılık yapmadığı sürece oldukça keyifli. Bilgisayarımda başka oyun olmadığı için kendime kızıyorum. Vakti zamanında neden yüklememişim ki? Şimdi beni eğlendirecek oyun seçmeye halim yok hiç.

Penceremden bakarken ışığı yanan balkonun hizasında kafamı kaldırınca şerefesi ışıklandırılmış zarif bir minare görünüyor. Kendi içinde eşsiz [unique] bu eserin penceremden görünüyor olmasını seviyorum. Selam veriyorum bazen, uzaktan gülümsediğini hayal ediyorum. Şapkasına bakılırsa, güleç biri bence. Sevmek için önşartım değilse de gülümseyen birilerini seviyorum galiba.

Cumartesi, Eylül 22, 2007

Günce

André Gide beyefendinin güncesinden:

10 Haziran 1891

Kişinin kendi kendisi olma yürekliliği. Bu düşüncenin altını kafamın içinde çizmeliyim.

Hiç bir şeyi; hafiflikle, kolay olsun diye, başkaları yapmış diye, ya da salt başkaları yapmamış diye, terslik olsun diye yapmamalı.

Hiç bir uzlaşmaya girmemeli. Başkalarıyla sık sık görüşmem gerçekten benim için pek iyi olmuyor. Çünkü herkesin hoşuna gitmeye kalkıyoruz. Kabuğuna çekilmek, benim için belki daha iyi. Evde kapalı geçen çocukluğum herhalde beni böyle etti. Bu durumumu mübalağa etsem belki benim için daha iyi olur. Yalnızlığa çekilişte büyük güçler bulurum belki.


(...)


10 Temmuz 1891

Yazmaya başlıyorum. Durmam gevşekliktendi. Salt, sağlığı koruma bakımından, şuraya her gün bir kaç satır yazmalıyım.

Yazıya başlarken en güç olan samimiliktir. Bu düşünceyi biraz kurcalamalı ve sanatta samimilik nedir, onu bulmaya çalışmalı. Şimdilik, o şudur diyorum: deyiş, düşünceden önce gelmemeli. Deyiş, düşünceden doğmalı ve cayılamaz, başka türlü olamaz olmalı. Deyiş, yalnız söz dizisi için değil, yapıtın bütünü için önemli olmalı. Ve sanatçı yaşaması boyunca, yazma isteğinin önüne geçememeli, yazmadan duramamalı (isterim ki, önce kendisi, bu isteğine karşı koymaya çalışsın, dirensin, acılar çeksin).

Samimi olmamak korkusu, aylardır elimi kolumu bağlıyor, yazamıyorum. Tepeden tırnağa samimi olmak....

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Blog'a Mektup -II-

Sevgili Blog,

Bugünlerde pek görüşemiyoruz değil mi? Bazen kalem daha cazip geliyor, bazen de hiç yazmıyorum. Hep söylediğim gibi seninle hiç alakası yok bu sebepsiz gibi görünen aralıkların, hiç sitem etme bana.

Ramazan geldi burda şehre; pür telaş şehir, bir görsen. Böyle akşam saatlerinde fırının önünde pide sırası oluyor. İnsanların neden tam da iftara yarım saat kala pide almak için ısrarcı olduklarını anlayamıyorum. Halbuki mesela ben iftardan 1 saat önce uğruyorum, sadece bir kaç kişi oluyor.

Ramazan geldi geleli elmalı yeşil çay içiyorum yemekten sonra. Siyah çayı çok tüketmemem gerekiyormuş. Eh, yeşil çay da sağlıklı bir şey zaten. Bazılarına 'sası' geliyormuş ama bana sorarsan kendine has bir lezzeti var. Peki sen elmalı yeşil çayların hikayesini biliyor musun? Boş ver, sonra anlatırım.

Parktaki devrilmiş ayıyı anlatırım istersen bak. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde ben küçücük bir çocukken Beylerbeyi nam muhitte ikamet ederdik. Yüksekten yüksekten Boğaziçi'nin gerdanlığına bakar, rüzgarın getirdiği deniz kokusuyla yetinerek yaşardık. Kışın kar yağdığında o yüksek yokuşların tepesinde mahsur kalır fakat keyiften geri kalmaz kızaklarımızı çıkarırdık. Laf aramızda benim hiç kızağım olmadı be blog. Dedemi kışın görme imkanı olmadığından kızak çakan bir dedem de olamadı.

İşte zamanın içinde saklanmış duran eski zamanlarda, deniz kokusu almak, iyotu ciğerlerimize çekmek ve dahi beni denize atmak için kıyıya akın ederdik. Beylerbeyi'nde kıyının büyük kısmı çeşitli kodaman ailelerin yalıları tarafından, kalan kısmı da yaya olarak akın eden çevre halkınca işgal edildiğinden başı boydak rüzgarı teneffüs etmenin imkanı olmazdı. Bu ve bunun gibi sebeplerle hususi arabamızla yaya ulaşımının görece zor olduğu Paşalimanı-Kuzguncuk civarındaki sahil parklarına doğru yol alırdık.

Parka varınca, çocuk olarak üstümüze düşen vazife gereği hep aynı oyuncaklarla, aynı aptal çocuklarla birlikte vakit geçirirdik. Bu çocukların ambalajı değişse de içerikleri hiç değişmez. Tam olarak AB standartlarına uygun olarak en hassas makinalarda üretim. Ambalajlar pazarlama stratejisine yönelik olarak değişiyor.

Bu hiç değişmeyen park oyuncaklarından birisi de siyah renkli ayı yogiye benzer şekilde kravatı olan, bir kolunu denize doğru uzatmış ayı kardeşti. Az evvel bahsi geçen hassas üretim mamüller, ayı kardeş derlerdi buna. Bense, 'Yogi' demeyi tercih ediyordum. Sonrasında sokakta tanımadığı çocuklara 'çocuuk' diye seslenenler gibi, hiç bir şey dememeyi tercih ettim.

Ayı kardeşin denizi işaret eden kolunda asılı salıncakta sallanmak nedense pek hoşuma giderdi. Normal salıncaklara göre daha yavaş olsa da güzeldi işte. Sebebi belirsiz bir şekilde mamüllerin anne-babaları sevmezlerdi bu ayıyı ve işte bu da sallanmak için daha uzun süre demekti.

Sonra aradan günler, aylar ve yıllar bile geçti Üsküdar'da yaşar oldum. Artık deniz bir kaç dakika mesafedeydi, üstelik dokunmak bile mümkündü. Yogi'nin yaşadığı park, artık neredeyse yürüme mesafesinde yakın olmuştu. Geçtiğimiz gün civarından geçiyordum, bir de ne göreyim! Yogi yerde yatıyor. Parkı yenileme çalışmaları çerçevesinde beton kaidesiyle birlikte kumdan çıkarmışlar. Yine de morali bozulmamış, öylece gülümsüyor.

İşte böyle sevgili blog, ayı dediğin kim bilir kaç yıl hizmet verdikten sonra devriliyor da gülüşünden bir şey kaybetmiyor.

Başka anlatacaklarım da var bak dinle hele. Geçtiğimiz hafta ben yokken kimlerle haşır neşir olmuşsun diye baktım. Okulların açılması öncesinde en popüler konu beslenme çantaları olmuş. En iyi beslenme çantaları nerde bulunur, beslenme çantasına ne koyulur gibi soruların cevaplarını aramış durmuş bilinçli anne-babalar.

Sanıyorum ki bu noktada görevimizi hakkıyla yerine getirdik. Pek tabii ki bir çocuğun beslenme çantasındaki en mühim malzeme tecavüz edilmemiş, ucundan kıyısından kırpıştırılmamış bir muhayyile, ezberlenmeyen zevkler ve renkler olacaktır.

Ne düşünüyorum biliyor musun blog, resimli bir sözlük yapıyor olsaydık muhayyile kelimesini nasıl tasvir ederdik? Bence bulut şeklinde olmalı, kocaman, alaca bir bulut. İçinde türlü türlü hayallerin hiç sönmeden yüzebildiği.

Geçen gün mor üzümler gördüm rüyamda, her bir tanesi mandalina büyüklüğünde. Boş ver hangi geçen gün olduğunu, her biri geçiyor nasılsa. Bunu da çizmek gerek muhayyile bulutuna. Aslında ne biliyor musun, cennet gibi bir yer muhayyile, içinde yaşamayı bilince.

Kafeste bir cadı da çizebiliriz bulutumuzun içinde bir yerlere. Tavşan olmazsa olmaz, bir koyun lazım ve koyuna tasmayı unutmamak gerek. Özlem çekene kılavuzu kesinlikle eklememek lazım. Özlememek nasıl olur diye düşleyenlere ders olsun diye. Bulutun içinde bir yerlerde şelale de olsun, şelalenin altında `gözüm yanıyo´ diyen bir adam duş alsın. Nasıl diyecek, tabii ki konuşma balonuyla. Konuşma balonu helyumla şişsin.

Görüyorsun ya sevgili blog, ne çok şey birikmiş. Belki daha sonra resimli sözlüğün muhteviyatı hakkında yine konuşuruz. Bunlardan başka da bir sürü şey düşünmüştüm sana söyleyecek, not almayınca unuttum işte. Halbuki, hep hatırlatıyorum kendime; aklına geldiğinde yaz şunu diye. Bir dahaki sefere artık...

Şimdilik hoşçakal.

Pazar, Eylül 16, 2007

Çizgi Klip

Pek şirinmiş, buyrun.


Cumartesi, Eylül 15, 2007

Gün Doğarken

Güneş doğmadan hemen önceki şu saatte, yazamamanın tek çaresi ancak yazmak olduğu için aklımdakileri ortaya çıkarabilmek için çaba sarfediyorum.

....

Neticede yazamıyorum. Başka bir şey anlatayım. FoxyTunes isimli bir firefox eklentisi çıkmış. Tarayıcı arayüzünden sayısız müzik çaları kontrol etme imkanı veriyor. Bu sayede vakit kaybetmiyoruz, pencereleri değiştirmekle uğraşmıyoruz filan.

Yani hayatımıza bir kaç saniye daha katıyoruz. Malum, bu şekilde yıllar katıyoruz hayatımıza. Hep o can alıcı soru var aklımda, bu kazandığımız saniyeleri nerede harcıyoruz?

FoxyTunes eklentisinin bir diğer özelliği de eposta yahut blog yazarken çalan parçayı otomatik olarak metnin sonuna ekleyebilmesi. Tıpkı bu metnin sonunda olduğu gibi. Eh, teknoloji çağında içimizdeki kendini ifade etme aşkı bambaşka ne de olsa.

----------------
Ne çalıyormuş? Jay-Jay Johanson - Believe in us, Jay-Jay Johanson - As Good As It Gets

Salı, Eylül 11, 2007

Erişim

Bildirgeç'in bildirdiğine göre wordpress bloglarına wordprexy yardımıyla pek kolay ulaşılıyormuş.

Pazar, Eylül 02, 2007

Gamlı Uçak

Benim kağıt uçağım yok, kimisinin var. Üstelik bulutların arasında bir çizgisi bile var. Benim ne çizgim var, ne bulutum. Eylül geldi diye seviniyorum, belki bulutum olur böylece. Eskiden tavşanlı, ayılı bulutlar vardı şimdi kalmadı. Dünya değişiyor işte, artık yapmıyorlar onlardan.

Eylül demek sonbahar demek, güz demek, hüzün demek, sadelik demek, sükunet demek, yerlere dökülen yapraklar demek. Çınar yaprağını çok severim, huzur verir. Çınar sükunet demektir, mûkim olmak demektir, uzun ömür demektir. Bu yaprağı bayrak yapan milletler var, saygı duyarım.

Eylül bazen balık demek, sabaha karşı `rastgele´ diyen balıkçılar demek. Uzun bir aradan sonra taze balık yemek, fosforu görünce gözleri parlamak filan.

Eylülde gel, diyorlar ya, işte ona inanmıyorum. Vakit kazanmaya çalışmış bana kalırsa.

Hafızam eskisi kadar iyi değil, hangi filmdeydi o? Her sene aynı gün ve saatte aynı bankta buluşup konuşan sevgililer vardı. Sevgili dediysem, hemen öyle çıtır kız, toy oğlan gelmesin akıllara, bunlar 40'lı yaşlardaydı. Hatta evliler miydi? O kadarını bilemedim.

Park diyince aklıma Musa Rami'nin, iki erkek aynı yatakta, ne ilginç değil mi, diyişi geliyor. Sokakta kallavi limonata satan kaldı mı? Lemonade Tycoon vardı, pek keyifliydi. Yaz da bitiyor, ağız tadıyla limonata keyfi bir kış rafa kalkacak görünüşe göre. Yolunu bilen birileri benim için gidip Akman Pastanesi'nde içiversin. Haber de versin ki canıma değsin.

Senede bir gün yapan amca ile teyzeyi unutmuş değilim. The Dolls'da anlatılan yan hikayelerden birinde olabilir mi? Neden olmasın. Doğu taraflarından olduğunu iyi hatırlıyorum, çizgi gözler kalmış hatrımda.

The Dolls de ne güzel filmdi, nereye kaldırdım acaba? Tekrar seyredesim geldi. Acaba o filmi seyredip kaç genç adamın hayatı aydınlanmış, yahut kararmıştır? Amelie de soruyordu, şu an kaç çift... Balkondan şehri seyrederken 15 diye cevap veriyordu.

Dolls diyince aklıma ayrıca Black geldi. Reca ederim n'alakası yok deme. Adanmış bir ömür var ortada, kendinden vazgeçiş. Fena mertebesi nedir duydun mu hiç? Yoklukta var olmak. Üstelik bu filmlerin her ikisi de dünyanın doğusundan.

Kağıt uçağım yok, uçurtmam da yok, ağacım da yok. Ağacım vardı, kestiler. Anlatmıştım vaktiyle. Uçurtmam da vardı, uçtu gitti. Onu da anlatmıştım vaktiyle. Uçak katlamayı da hiç bir zaman beceremedim, öyle güzel uçamadı uçaklarım.

Gamlı uçak vardı, onu hatırlar mısın peki?

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de