neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Pazartesi, Mayıs 28, 2007

Konuşulamayan

Adolf Hitler ağabeyimizin ilkokul arkadaşı olan Ludwig Wittgenstein amca şöyle demiş:

Whereof one can not speak thereof one must be silent.

Türkçesi için de birileri şöyle demiş:
Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı. *

Dün akşam bunun üzerine düşündük, ne demiş bu amca? Ve ilk öneri konuşamıyorsan sus en iyisi olarak dile geldi.

Bu lafı ilk defa duyalı bir aydan fazla oldu ama hiç düşünmemiştim tam olarak. Bir varoluşu vardı kafamın içinde ama bu bir buluta benziyordu daha çok, alaca bir bulut işte. Sanıyorum bu şekilde onu kısıtlamadığımı varsayıyordum. Sandığımı söylüyorum, çünkü bunu bilinçli bir şekilde böyle olsun diye yapmamıştım.

Akşam, anladıklarımı anlatmam gerekince mecburen kelimelere ve bu doğrultuda netleştirmeye ihtiyacım oldu. Bu durumda bazı kararlar almam gerekiyordu, bir ayağım siyahta, bir ayağım beyazda kalamazdı böylece. Bu; gözlemlenmediği vakit farklı, fakat bir gözleyen olmadığı vakit daha farklı davranan elektronları hatırlattı birden. Bir de kutunun içindeki koyunu.

Neyse, konuşulamayana geri dönersek; bir mesele üzerinde konuşabilmek, meseleyi kesinliğe kavuşturmuş olmayı gerektirir. Yahut şöyle, konuşunca, aslında o ana kadar kesinleştirmediğimiz bir fikri söyleyerek kendimiz için de kesin bir hale getiririz, kendi sözümüzle kendimizi bağlarız.

Bu ve bunun gibi sebeplerden ötürü, çeşitli zihinsel süreçler sonucunda henüz üstüne konuşulabilecek kadar netlik kazanmamış meseleleri konuşmamalı. Bir diğer deyişle, gözlemlemeyip kendi doğası içinde her ne olacaksa o olmasına izin vermeli.

Böylece kesinleştirdikten sonra merak ettiğim bir şey daha var, önceleri zihnimde alaca bir bulut olarak varolan imajinasyon şimdi, bu açıklamayı yaptıktan sonra nasıl bir hal aldı? Olabileceği bazı ihtimalleri böylece yokettim mi?

Bunun dışında, içinde bulunduğum bağlam (context) bu açıklamam üzerinde etkili oluyor olmalı. Bu durumda farklı bir bağlamda yapabileceğim farklı değerlendirmeleri de kısıtlamış mı oldum?

Bütün bunları düşündükten sonra (ne çok zamir kullandım) şuna karar verdim, lost in translation dediğimiz şey sadece diller arasındaki çevrimler sırasında olmaz. Ee, bu da zaten biliniyor galiba, işte ben bugün bunu kavradım.

Anahtar


Sabah uyandığımda belliydi bir şeylerin farklı olacağı, hayrolsun diye başladım güne. Bilgisayarımı yanıma almamaya karar verdim, tam evden çıkarken de pek bir şey almamaya karar verdim. Telefonu yanıma almadığımı ancak Şişli'ye varınca arabadan inerken farkettim. Alelacele annemi arayıp evde olduğundan emin olduktan sonra kapatmasını rica ettim, bu yetmedi, bir de tarif ettim.

Eh, bir gün de teknoloji olmadan, maillere bakmadan, kimse aramadan geçebilir elbette. Kimliğim, anahtarlarım, defterim, kalemim, kitabım ve selpak mendilim yanımda olduğu sürece her şey yolunda demekti.

Düşünüldüğü kadar zor değil benim için teknoloji olmadan vakit geçirmek, sahiden bak. Gazete okuyabilir, defterime yazabilir, düşünebilir, hayallere dalabilirim.

...

Şişli civarında yeni bir ofis için yaptığımız araştırmalar sonucunda bulduğumuz şaşkın emlakçı arkadaşla YKM'nin önünde buluştuk. Şaşırdım, sahiden yaşıyormuş Yeni Karamürsel Mağazaları. Bunun sepeti falan vardı eskiden...

Telefonda kesmiştim aslında hesabını, ismimi sormayan adam sahiden şaşkın olmalıydı, üç kişiyle karşılaşınca hangimizin telefonda konuştuğu kişi olduğunu bilemedi doğal olarak. Ve sahiden şaşkındı bu adam, bize pazarlayacağı gayrımenkulün anahtarları yoktu yanında.

Dokuz kusurlu hareketten birini işte tam bu noktada yaptım sanırım, çok ayıpladım, çok güldüm bu şaşkın adama.

...

İzmit'e bir gezinti fena olmaz diyip oradan Karamürsel civarına yöneldiğimizde hala bir sorun yoktu, ta ki dağların arasında kaybolup, telefonların çekmediği bir mesire yerinde konaklayıncaya kadar. Anahtarlarım, neredeler?

Şimdiye dek hiç anahtar kaybetmedim ve kaybedilmesini de hiç anlamadım. Sanki başka her şey kaybedilebilir ama anahtar kaybedilmezmiş gibi geliyor bana. Bu hiç bir şeyi değiştirmiyordu işte, yoktu anahtarlarım. Onlar varken her kapıyı açabilecekmişim gibi gelir bana.

Neden bilmiyorum, eskiden beri anahtarlar ilgimi çekmiştir ve bir şekilde çok anahtar taşımışımdır, değerli anahtarlar. Cebindeki anahtarın önemli kapıları açıyor olduğunu bilmek insana kendini daha farklı hissettiriyor, sanki her an onların sorumluluğunu taşıyor gibi. Bu yüzden belki anahtarlarım konusunda müteyakkız oldum.

Bazen taşıdığım anahtarların farkında olmadığımı farkettiğim oldu, öyledir ki bazıları, anahtar olduğunu farketmek imkansızdır. Sonraları öğrendim, elimdekileri nasıl kullanabileceğimi. Her kilidin mekanizması daha farklı, kimini kendine doğru çekmeli, kimini itmelisin.

...

Gece geç vakit İstanbul'a dönünce eve gidememek hiç hoş değildi doğrusu, gecenin o vakti zil çalıp herkesi uyandıramazdım ya. Anahtarsız bir sabaha uyanmak da keyifli değildi. Hep onu düşündüm, kimlerin elinde, nerelerdedir kim bilir? Üstelik hangi kapıyı açtığını bilen birilerinin eline geçerse...

Gündüz gözüyle eve varınca yine bulamadım anahtarımı, tatsızlığın devamı. Temizlik yaptım, artık dışarıyı görmek zorlaştığından camları sildim, yerleri süpürdüm, mucizevi televizyon aparatlarından biriyle sildim. Her yer pırıl pırıl ama anahtarlarım yok. Bunun nasıl fena bir his olduğunu anlatmak öyle zor ki.

Uzatmayalım efendim, pazartesi sabahı, tekrar Şişli'ye dönünce kavuştum kendisine, kaybolduğu falan yokmuş, unutmuşum basbayağı. Bu kavuşma anını, gözlerimin parlayışını birileri ölümsüzleştirmeliydi ama ne yazık ki herkes işinde gücündeydi.

Uzun uzun baktım, halkaları, dişleri yerli yerinde mi, hala açabiliyor mu kontrol ettim, sevdim, okşadım ve çantamda tam da onun için yapılmış yere koydum hemen. Artık bir tatlı huzurun peşinden gidebilirim diye iç geçirdim...

Böyle işte, bir macera daha mutlu sonla bitti.

Cuma, Mayıs 25, 2007

Sevilecek

K Dergi'nin numarasını bilmediğim bir sayısında Hazal Yılmaz, Albert Camus'u konu alan yazısında şöyle demiş:

Ben yeterince iyi değilim, tamamen kötü de değilim. Güven vermiyorum ama umursamaz da değilim. Kaçmıyorum, durmuyorum da. Sarhoş gezmiyorum, ama her an ayık da değilim. Suskun değil beynimdekiler, ama kelimeler sese dönüşmüyor gerektiği anlarda. Çok rüya görüp hatırlamıyorum. Mantıklı düşünüp karar veremiyorum. Bağımlı değilim, kaçabilecek kadar özgür de değilim. Politik değilim ama tarafsız da değilim. Umutsuz değilim, sonsuz da değilim. Camus gibi yaşamın bir adım uzağında, ölümün bir koşu yakınındayım. 1
Buna mukabil olarak şöyle bir görüş de dile getirilebilir:

Bu bana hep üzücü gelir, bir şeyi olmadığı seyler üzerinden tanımlamak... Hele insan kendini böyle tanımlamak zorunda kalirsa.

- Sen nesin?
- A değilim, B değilim, C, D, Z, hiçbiri degilim!

Bu; nesinin cevabı değil, o nedenle sevdiklerini sevmedikleri aracılığıyla bulan, beğendiklerini beğenmediklerini görünce ancak anlayan bir kararsızlığı ya da kendinden habersizliği düşünürüm.

İnsanın ne olmadığını bilmesini oldukça doğal buluyorum, daha kolay sanki. Kişinin ne olduğunu bilmesi yahut bilmeye çalışması körlerin fili tarif etmesi gibi olabilir ancak. Bunun için olsa gerek "insan kendini ancak insanda tanır", "insan insana aynadır" nevinden laflar söylemişler.

İnsanın kendisini geçelim, sevilecek olan güzelliklere bakalım; tabii ki beğenmediklerim yoluyla bulacağım beğenebileceklerimi. Alemde farklı farklı öyle çok güzel şey var ki, beğendiğim budur diyip işin içinden çıkmak ne kadar da kısıtlayıcı olur. Ancak görünce, duyunca, dokununca bilebilirim güzel olup olmadığını.

Yaklaşık bunun gibi bir şey işte.

...

1 : Bugün rastladığım Cırcırböceği'nin blogundan.

Patlama

22 Mayıs'ta, oradan ayrıldığımın ertesi günü, yaklaşık aynı saatlerde, Ankara Ulus'ta bir terörist intihar saldırısı düzenleyerek masum insanların canına kıydı. Konuyla ilgili olarak bütün mecralarda ileri-geri konuşuldu, yorumlar yapıldı.

Aşağıdaki haberse aralarında en çok dikkatimi çeken oldu:

Perşembe, Mayıs 24, 2007

Serbest Düşüş

Boğucu olmayan bir İstanbul ikindisinde yazasım geldi, ilk aklıma düşen de serbest düşüş oldu. Önceki yazıda şunlar şunlar diye bahsederken nasıl da saymamışım? Daha öncekinde paraşütten bahsetmiştim sanırım, sonra dün akşam serbest düşerken el ele tutuşmaktan bahsettik, sabahında bırakın düşeceğim diyeni okudum. İçime işlemiş, nasıl ilk aklıma gelen olmasın?

Bak bir yerde şöyle yazıyordu:

Şu hayat dediğin nedir ki, bir serbest düşüş, mezarda son bulan.
Hayatımıza serbest düşenler olur bazen, bir de serbest düştüklerimiz. Nasıl güzeldir biliyor musun, tümüyle bırakmak kendini rüzgara, rüzgar olmak. Bunu daha önce başka şekilde anlatmıştım, ayağımız yerden kesilse filan demiştim. Aslında aynı şeyi anlatıyordum, tümevarım, tümdengelim arasında fark gibi, neticede aynı yerde buluşuyorum kendimle ve seninle sevgili okuyucu.

Serbest düşüş nedir biliyor musun, gökten yere kadar olan boşlukta bulunan zerrelere inanmak, onların varlığını duyumsamak ama tanımlamamaktır, çünkü bütün tanımlar eksiktir ya hani. Bir nev'i masal olmaktır, başka bir hayat mümkün demektir.

Falan, fülün.

Çarşamba, Mayıs 23, 2007

Gülünce

17. associated press diyememişti levent kırca, ne gülmüştük ailecek. ne günlerdi bee, ailecek güldüğümüz.. *

Birlikte gülmek önemli bir nirengi noktasıymış demek ki hayatımızda. Düşündüm, evet o birlikte gülünen zamanları özlememek elde değil.

Ayrıca atlama taşı yerine ne kullanılabileceği de kafama takıldı, checkpoint gibi bir şey aslında aklımdaki...
{ atlama taşı nirengi ile değişti: nirengi evet aradığım kelime bu, teşekkürler :) }


...

Ne kadar zamandır bu pencere açık? En azından yarım saat, fazlasını gitsin kedi hesaplasın. Zaten pek bir şımarık, özlemiş haspa.

Yolda, koltukta ve dahi yatakta bir çok şey düşünüyorum. Sürekli bir şeyler geçiyor zihnimden, durmaksızın. Sorun tam olarak bunların hiç durmaması değil de, biraz fazla hızlı olmaları ve bir de kopuk kopuk olmaları.

Rüyalar görüyorum, bu da işin uykudaki kısmı. Öyle çok görüyorum ki, hayal meyal ikisini hatırlayabilsem şükrediyorum. Mesela bu gece bir tanesi beni çok mutlu etmişti ama latif bir aydınlıktan fazlası yok ki elimde şimdi.

Bu hızlı akışı durdurmanın çeşitli yolları var tabii: algıyı başka bir şeyle meşgul etmek. Bir şeyler okumak, film seyretmek veya sohbet etmek en iyi yollardan biridir.

Bunları da detaylarıyla incelersek, okurken hafsalada yeni parça-pinçik düşünceler oluşmasını önlemek adına görece önemli mevzulara eğilen metinler tercih edilmelidir. Film seyrederken, içine çekip alabilen yahut anlayabilmek için kendini vermek gereken modeller tercih edilmelidir. Üfürükten filmler bir süre sonra kopuş yaşanmasına ve aa film bitmiş yahu repliği ile aletin kapatılmasına sebep olacaktır.

Sohbet etmek ise bambaşka bir deneyim sunacaktır. -Gözlerim mi parladı ne?- Tümüyle etkileşimli olmasından mütevellit fevkaladenin fevkindedir. Yer yer çizgiden kopmalar, daldan dala atlamalar olabilse de sorduğu soruyu hiç bir zaman unutmayan taraflardan biri hiç değilse küçük düşünce parçalarının bir hitama kavuşmasını sağlayabilir.

Gözlerimin parladığını ben içten içe nasıl bilebiliyorum bilmiyorum. Gözlerimin öğlene kadar başka renk, öğleden sonra başka renk olduğunu da kendiliğimden biliyorum mesela, aynaya ihtiyaç duymadan. Ayna olsa da tam olarak bilemezdim ya neyse.

Sohbet diyordum değil mi? Belki sohbet sırasında aktif bir kağıt kalem kullanımı da konsantre lezzet topları oluşturmak açısından iyi olabilir, değerlendirmekte fayda var.

Ayrıca düşünmem gereken başka konular da var: içe kapanık yazılar, dışa dönük fekat kaçan yazılar, varoluşu kısıtlayan kelimeler, özlemek, sevmek: dün edindiğim hastalıklı sevgi metni, yükselmek, ışıltı, yalnızlık, sorumluluklar, asteroid b 612, domates, süpürülecek yapraklar, samimiyet...

Bir de işim var tabi, şimdi kapatmam lazım şekerim, öptüm, kib, byeee!

Bir yıl sonra bugün, yaşamayı bırakacağım

Aşağıdaki yazı 2006 yılı Aralık ayında bir blogda yayınlanmış ve bu konuda ben de fikirlerimi yazmıştım. İlgili blogun kapandığını görünce hem üzüldüm, hem sevindim. Belki de vazgeçmiştir, kendisini biraz daha yaşatacak sebepleri bulmuştur özgür iradesiyle.

Elimde bir iletişim bilgisi olmadığı için yazarın iznini alamadım ama konu bütünlüğünü sağlamak adına bilgisayarıma kaydettiğim bir kopyasını burada yayınlamaktan çekinmeyeceğim.


Bir yıl sonra bugün, yaşamayı bırakacağım.

Bunu sigarayı bırakmak gibi düşünün... Klasik anlamda depresyon kaynaklı bir hayata son verme eyleminden bahsetmiyorum. Amacım insanlara özgür irade sahibi olduklarını ve yaşamlarını kendilerinin denetlediğini, kuru gürültüden öteye gitmeyecek ifade biçimleriyle değil, göz ardı edilemeyecek bir eylemle kanıtlamak.

Akli dengemin yerinde olmadığını düşünebilirsiniz. Ben de zaman zaman bundan şüphe ederim. Fakat şunu belirtmeliyim ki; kendimizi bize kodlananın akışına bırakıp, kasnakta hareket eden sabit bir dişli olmayı kabul ettiğimiz şu sistemde yaşamaya çalışmak da, en az buna son verme kararı kadar çılgıncadır.

Amacım “haydi hep birlikte bu boktan hayata son verelim” sanılmasın lütfen! Hayat boktan olmadığı gibi, bilakis sahip olduğumuz en değerli, en mucizevi hediyedir. Ben sadece, belki biraz fazla radikal bir yolla, beni kaile alma potansiyeli olanlar üzerinde farkındalık yaratmaya çalışıyorum, çünkü bizler maalesef, bir şeyler sona ermeden onların değerlerini anlayamayan, onlara yeterince önem vermeyen tuhaf yaratıklarız. Hayatımın sizler için bir anlamı olmasını beklemiyorum. Bu yaptığım sadece size, sizin de üzerinde denetim sahibi olduğunuz bir hayatınız olduğunu hatırlatma çabasıdır.

İnsan bilinç ve özgür irade sahibi, muhteşem bir varlıktır. Gelin görün ki, bu muazzam donanımına rağmen, kendi hayatını kısır döngülerin içine hapseden de yine insandır. Hatta bunu kendimize yaptığımız yetmiyormuş gibi, canımızdan çok sevdiğimiz çocuklarımızı da böyle yetiştiririz. Onları dil vasıtası ile iyice kodlar, sonra daha da bir kodlansınlar diye topluma salarız.

Tek başıma dünyayı değiştiremeyeceğimi çok küçük yaşlarda kavradım. Bu bana muazzam bir acı da verdi. Hayır, tanrı kompleksine sahip değilim, her ne kadar sizler gibi ben de bir tanrı olsam da... Siz değiştirmek istemiyor musunuz şu anlamsız savaşları, ayrımcılığı, adaletsizliği? Hiç aklınızdan geçmiyor mu? Mantık bulabiliyor musunuz yaşamın değişmez olduğuna inandığınız saçmalıklarına? Tabii ki bunlarla yaşamayı ve “gerçekler” adını verdiğiniz bir dizi illüzyonu kabullenme yolunu seçtiniz. Böylesi daha güvenli...

Daha hayatlarımızın baharında dışarıyı görüp aklımız gün ışığına, yağan tatlı yağmur ya da kar tanelerine kaymasın diye pencereleri griye boyanmış odalara tıkılıp, geri kalan ömrümüzde işlevsel hiçbir anlamı olmayan bilgilerin beynimize sokulmasına göz yummak zorunda bırakılınca ve aksini yapmak istediğimizde dışlanma, kabul görmeme, yalnızlık tehdidiyle karşılaşınca, çaresiz bize vaat edilen küçük huzur kırıntılarıyla yetinmeyi kabulleniyoruz. Çünkü içimizden geldiği gibi sokağa çıkıp oyun oynarsak, uzun vadede toplum tarafından fena halde cezalandırılırız.

Kim belirliyor tasvip edilemez oluşumuzu? Tıpkı bize benzeyen başka varlıklara, onları incitmeyeceğimiz halde bizi cezalandırabilme cüreti nasıl veriliyor? Ah, onları inciteceğiz elbette... Varlığımızı potansiyel, uyumlu bir tüketici olmaktan daha anlamlı kılacağız. Toprağı koklayacak, koştuğumuzda yüzümüze vuran rüzgarı hissedecek, benliğimizi unutup doğayla bir olacağız. Bundan daha tehlikeli ne olabilir ki?

Kansere çare buluyor, ama piyasadaki ilaçlar tükenmeden bunu yürürlüğe koymuyoruz. Quantum fiziğine hala bir teori muamelesi yapıyor, okullarda “maddenin üç hali vardır, bunlar katı-sıvı-gazdır” diyoruz. Hala zamanı lineer sayıyor, sevgiyi belirli ilişki formlarından ibaret bir tür alış-verişe çevirmeye uğraşıyoruz.

Hayat bu değil, bizler birer kurban değiliz. Yakınarak, mecbur olduğumuzu iddia ettiğimiz bu dünyayı seçimlerimizle şekillendiriyor ve adına “gerçeklik” koyuyoruz. Oysa tek yaptığımız, kollektif olarak yaratılıp süregelmiş bu saçmalıklara katılmayı, onları tüm mantıksızlıklarına rağmen hala geçerli kılmayı seçmek... Evet, ne ironiktir ki, seçim hakkımız olmadığını iddia ettiğimiz her şeyi yine “seçerek” sürekli kılıyoruz.

Yaşamı, onu sevmediğim için bırakmayacağım. Doğrusu, yaşamdan korkmadığım gibi, ölümden de korkmuyorum. Ama size, özgür iradenin ulaşabileceği son noktayı göstererek, kafanızda çengel biçiminde küçük bir soru işareti bırakmayı dilediğimi de inkar etmeyeceğim.

Benimki de bir seçimdir. Kendi hayatım üzerinde tam yetkide söz sahibi olduğumu ispatlamak istiyorum sadece, hepsi bu. Beni yargılayanlarınız, benimle alay edenleriniz, bir tür ahmak olduğumu iddia edenleriniz olacaktır mutlaka. Ama bizi özgür iradelerimizi uygulamaktan alı koyan da bunlar değil midir zaten? Yargılanma, aşağılanma, garipsenme, dışlanma korkuları...

Hemen şurada hayatıma son vermeyip, bunu bir yıl sonra yapacak olmamın sebebi de budur. İnsanlara aptalca geldiği için maruz kalacağım her türde tepkiyi sizlerle paylaşmak istiyorum. En fazla ne olabilir? Bana ne kadar anlayış gösterir, beni ne kadar yargılayabilirsiniz? Hür iradeyi kullanmanın toplum gözündeki bedeli nedir?

Kimliğimi açıklasam, bana engel olmaya çalışan sistemle ayrıca boğuşmak zorunda kalacağım için, bunu blog tutma yöntemiyle aktarmayı seçtim. Bu sayede hem bir yıllık bu sürecin bende nasıl etkiler yarattığını dilediğim ölçüde sizlerle paylaşabileceğime, hem de toplum kurallarına uymuyor diye kendilerinde hak görüp yaşamım üzerindeki özgürlüğümü kısıtlamaya çalışacak potansiyel kurum ya da kimselere engel olabileceğime inanıyorum.

Bugün 7 Aralık, 2006, Perşembe. Benim için önemli olan bir olayın yıldönümü de değil, sevip yitirdiğim birinin yaş günü de... Sıradan bir gün sadece. Sıradan, güneşli, güzel bir kış günü... Ve ben bundan tam bir yıl sonra, 7 Aralık 2007’de, iyisiyle kötüsüyle dolu dolu yaşadığım otuz beş yıllık yaşantıma, özgür bilincimle son vereceğim.

365 gün kaldı...

:)

Pazartesi, Mayıs 21, 2007

Ankara'nın Renkleri

Çok güzeldi:

Ankara, kendini sevdiren güzel ve çekici bir kadın değil, mesela İstanbul gibi... Ama kendi halinde, sade bir ev kadını belki, onunla yaşadıkça sevdiğin, bağlandığın.

Haftasonu benim için hareketli geçti, cumartesi akşamı Konya'dan Ankara'ya dönerken -evet, ilginç oldu, dönmek dedim- şunu farkettim: Ankara'nın bir güzel yönü de İstanbul'a Konya'dan daha yakın olması. Evet, böyle söyledim, ertesi gün bundan Ankara'ya dönmek olarak bahsedeceğimi bilmeden.

Bu yazının, nasıl yazılacağını bilmeden kendi kendine kurulması, bir hal alması enteresan geldi tam şimdi. Bunun nasıl olduğunu, kafamın içinde gerçekleşen döngüyü anlatabilmeyi çok isterdim. Deneyelim; mesela şuna benziyor: yukarıda dönmek kelimesini birden bire önceden düşünmeden yazdım. Sonrasında bu ilginç çağrışımlar yaptırdı ve o yöne yöneldim. Neyse...

Pazar sabahı uzun bir kahvaltıyla başladı, evet Bahçelievler'de misafir olduğum evin kayda değer bir manzarası yok ama ilginç bir huzur duygusu var, cıvıldaşan kuşlarla. Biraz da ahestelik çökmüş buralara.

Kahvaltı sonrasında Anıtkabir ziyareti şehri biraz daha net görme imkanı sundu, bahsedildiği gibi tozlu bir şehir ve gri. Sonrasında yine şehri gezerken şehri yöneten insanların bunda payı olduğu kanaatine vardım. Ankara'lıların şikayet etmeleri boşuna değilmiş, İstanbul'a öykünür gibi duran şehrin sembolü bile -doğru kelime ne ki?- hoş değil.

Anlatacaklarım bunlar değil aslında, zaten nasıl anlatabileceğimi bilsem bu kadar lafı gevelemezdim sanırım. Bu gri şehrin nasıl renklendiğini anlatmak istiyordum ve şimdi bunu söyleyince; bunu başaramayabileceğimi farkettim.

Bir pazar öğleden sonrasından akşama uzanan -ölçmeye kalkınca uzun görünen- zaman diliminde Ankara renklendi sahiden. Onunla yaşayınca sevilebiliyormuş sahiden ve mutlu edebiliyormuş insanı. Kuğulu parkı varmış sonra Ankara'nın, siyah kuğuları bile olan.

Ne diyeceğimi, nasıl anlatacağımı hala bilmiyorum ve böyle sızlanıp durmak canımı sıkıyor. Tek diyebileceğim; ışıl ışıl, rengarenk bir şehir de olabilirmiş burası, yaşadıkça ve derininde barındırdığı renkleri farkettikçe.

Bir de demir dövmek var, fotoğraflar var, karanlık oda var, yamaç paraşütü var. Ayrıca çokonat çok lezzetli, üstelik turuncu. Bir zaman şöyle demişti biri:
Tanımı yok, ismi yok, cismi yok. Sadece net bir varoluş biçimi, şekilsiz, hepsi bu kadar.
Böyleyken böyle.

Cumartesi, Mayıs 19, 2007

Ankara

İlk defa gelmiyorum ama ilk defa görüyorum şehri, ilk defa uyudum bu şehirde.

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

Başka Bir Dünya

Dün akşam konuşurken masal bahsi açıldı, İbn Arabî düştü aklımıza, şöyle demiş:

Hayal yokluk değildir, bilâkis hakikate açılan kapıdır, hakikati keşiftir.

Pazartesi, Mayıs 07, 2007

Başka Bir Rüya

Hava ne kadar da güzel, yeşil bir bahçede dolaşıyorum. Şu arkamdaki iki katlı evde yaşıyor olmalıyım ama evi kimlerle paylaştığımı bilmiyorum. Kapının orada bir kaç kişi var ama kim olduklarını seçemiyorum, umrumda da değil zaten.

Bahçeye doğru yürüyorum, sanırım burası villalardan oluşan bir site. Üstelik evimizin havuzu da varmış. İstediğim zaman yüzebilirim, ne güzel. Havuz boş ama sorun değil, daha ben buna üzülmeden hızla doluyor kendiliğinden.

Dolaştığım bahçe sahiden güzel, bir cenneti andırıyor. Bir çocuk görüyorum, en çok altı yaşlarında. Elinde siyah bir sehpa benzeri şey ve üzerinde bir koli. Siyah sehpa benzeri şey dediğim bir amfi de olabilir, emin olamıyorum.

Çocuğun elindeki kolide bir delik farkediyorum, deliğin içinde bir kameranın lensi görünüyor. Çok sinirlendiriyor bu beni, ne hakla yapabilirler bunu. Bir koşturmacadır başlıyor, çocuk ilk anda beni atlatabilecek gibiyse de yakalıyorum. Tam yakalayacağım sırada uzaktan silahının namlusunu farkettiğim biri ateş ediyor. Siyah gözlükleri ve fötr şapkası olan bu adam, çocuğu buraya gönderen kişi ve çocuğun konuşmasını istemiyor.

Zavallı çocuk sırtından vuruluyor ama kan akmıyor, bir an için ne yapacağımı bilemedim. Ölmediğine göre onu bir şekilde iyileştirmeliyim. Kucağıma aldığım gibi garaja doğru ilerliyorum. Ah evet, bu buz mavisi araba bizim olmalı. Etrafta insanlar var, çabuk olun diyorum, arka kapıyı açıyorlar ve çocukla birlikte biniyorum. Pek acı çeker gibi görünmüyor, bayılmış olmalı diye düşünüyorum. Eh acı çekmesindense bu daha iyi.

Hastaneye varıyoruz, sedye getiriliyor, çocuğu bir odaya alıyorlar. Bir süre sonra yine sedye de çıkıyor. Anladığım kadarıyla kurşunu çıkarmışlar, iyi gözüküyor ama elleri kelepçeli. Çocuk hapishanesine götürüyorlarmış. Arkalarından ziyarete gidiyorum...

Başka çocuklarla birlikte tutsak halde ziyaret ediyorum orada. Yüzünde hiç bir ifade yok. Mahpus arkadaşları da hiç öyle üzgün değiller, herhalde çocuk oldukları için umurlarında değil burada olmak, oyunsa oyun, burada da var işte.

Sahne değişiyor, aradan günler geçmiş; bir eğitim kurumundayım. Derse geç kalmışım ama gitmeyi de pek istemiyorum. Binayı çok rezil buluyorum ama bunu anlatabilecek kelimelerim yok, öyle hissediyorum işte. Karnım da aç, binadan çıkıyorum, yol kenarında bir minibüste köfte satılıyor, insanlar hem yiyip hem şakalaşıyor ama pek hoşuma gitmiyor bu durum.

Biraz yürüyünce kahvaltı ürünleri olan bir yer görüyorum. Etraf varoş görünümlü ama sorun değil. Pek hijyenik olmasa da kahvaltılıklar güzel görünüyor: bal, kaymak, peynir, zeytin, domates, salam...

Kahvaltı satıyorsunuz ha? 15 yaşlarındaki çocuk gülümsüyor, beni tanır gibi bakıyor. Bir süre suretine bakınca hatırlıyorum, çocuk hapishanesinde görmüştüm onu da.

Sağıma bakınca yakaladığım çocuk geliyor, elleri yine kelepçeli. Sarılıyorum, neden yaptın diyorum, sesini çıkarmıyor. Üzülüyorum. Nasıl geldiğini soruyorum, cezaevi aracıyla gezmeye çıkarılmış, çocuklara has bir uygulamaymış. Aracı gösteriyor, kafamı çeviriyorum; tepesinde bir asker konuşlanmış, bizi gözlüyor. Önünde kurulmuş bir makinalı silah, namlusu bize dönük, nişan almış, eli tetikte. Ters bir hareket çok pahalıya mâlolabilir.

...

Cumartesi, Mayıs 05, 2007

Rüya

Gün batarken bir deniz feneri, henüz parlamıyor. Fenerin camlarından batan güneşin son ışıkları, camlardan biri çatlamış.

Fotoğraf çekmek istiyorum, yok, bir fotoğraf makinası yok. Çok istiyorum, çok isteyince oluyor. Bir fotoğraf makinası oluyor.

Duvarlar beyaz, bütün deniz fenerlerinin iç duvarları beyaz mı olur? Bilmiyorum, özensizce sıvanmış duvarlar, bembeyazlar. Camlardan biri çatlak, söylemiştim değil mi, diğeri sağlam.

Fotoğraf makinasını çalıştıramıyorum, pili yokmuş meğerse. Çok istiyorum bir pili olsun, bir şarj makinası oluyor, içinde piller. Şarj makinasının içinde bir de dokuz voltluk piller var içinde ama ne işe yaradıklarını, doğrusu yarayacaklarını henüz bilmiyorum. Çalışıyor fotoğraf makinası. Kapağında belirtildiği için pillerin kutbunu şaşırmadım takarken. Düğmesine basınca kocaman bir objektifi oluyor.

Buraya nerden gelmiştim? Bu deniz fenerinin dibi bir otobüs yazıhanesi değil miydi? Gişe görevlisi de şu benim eski berber tuncay değil mi?

Bir harddisk gönderecekmişim otobüsle. Nereye olduğunu tam bilmiyorum. Baloncuklu poşete sarıyorum, maket bıçağıyla kesip tam onun kadar ayarlıyorum poşeti. Tuncay makası uzatıyor, hayır hayır maket bıçağıyla yapacağım.Kutusunu kesip biçiyorum, tam o kadar hazırlıyorum. Tuncay a veriyorum kutuyu, o sırada bir otobüs geliyor.

Burası harem'e benziyor biraz. gelen otobüsün kapısı açılmadan Tuncay'ın yakılmamış sigarası kapının önüne düşüyor, insanlar inmeden alayım istiyorum, alamıyorum, parçalanıyor sigara.

Tuncay nerede? Kutuyu ona teslim ettiğime dair bir tesellüm fişi vermeyecek mi bana? Rüyamda ambar tesellüm fişi denen şeyin ne olduğunu hayalleniyorum. Yok yok, yurtiçi kargonun faturaları kadar detaylı olmasına gerek yok, hani şu elle karalananlardan. Yoksa fiş kesmeyip benden aldığı kargo parasını şöforle mi paylaşacak? Olsun canım, Tuncay'a feda olsun.

Bu adam kim? Otobüsten inmiş olmalı. Tuncay'ın çok çalıştığından bahsediyor, sorumluluklarından. Bırak kardeşim, adamın kasasını da sen tutma, diyor.

Gelen otobüs bir hışımla kapılarını kapatıp uzaklaşıyor. Esenler'e mi gidiyor diye düşünüyorum, hem bu kadar da hızla hareket edebilir mi? Bak şu rüyanın işine. Rüyamda otobüsün Man olduğunu düşünüyorum, halbuki düşününce Mitsubishi de olabilir diyorum, bembeyazdı üstelik.

Şu kız sanırım Tuncay'ın nişanlısı. Tuncay nişanlısına sadık bir adamdı berber dükkanını kapatmadan önce. Kız kitap mı, dergi mi okuyor ne? Fotoğraf makinasını almaya çalışınca yerinde olsam almazdım diyor. Sana ne? Daha once yoktu işte, ben olsun isteyince oldu. Bak, Tuncay hiç bir şey demiyor. Tuncay adama diyor ki, buraya şöyle bir halay mekanı yapacağım, halay çeksinler. Bakıyorum; olmaz olmaz, Üsküdar'ın şöyle cool(?) mekanlara ihtiyacı var, diyorum. Bana burası Etiler değil, otobüs garajının yan tarafı bakışı fırlatıyor. Petrol istasyonunun bir tarafına halay mekanı yapalım, diger tarafına cool mekan yapalım diyorum. Ha sen hafta içi de açık bir mekan istiyorsun diyor. Evet diyorum.

Sonrasında pilleri oldurup buluyordum işte. Dışından deniz fenerine bakarken, içindeymişiz. Yanmıyor henüz deniz feneri, gün batıyor, alacakaranlık kuşağı ne de güzel. Fotoğraf çekmeliyim, uyanınca birilerine bunu göstermeliyim. Cam çatlak.

Fotoğraf makinası çalışıyor. Tuncay fotoğraf makinasında bir film izlemiş, bana onu gösteriyor, çok etkilenmiş, ama fotoğraf çekecektik? Israrla izlettirmek istiyor. Aa! Ben bu filmi görmüştüm, çok güzeldi. Bir adamla, bir kadın var, birbilerini çok seviyorlar. Kumlar var, deniz var, bir şeyler oluyor. Bu film çok güzeldi. Adı neydi, adı neydi? Kadın adamı çok seviyor, adam kadını çok seviyor. Bazı şeyler çok belirsiz, sevgileri taşıyor, birbirlerini sarıyor ama hiç vıcık vıcık değil.

Ben bu filmi biliyorum, seyretmiştim. Tuncay dinlemiyor beni, filme çok odaklanmış. Bir türlü hatırlayamıyorum filmi, şimdi bile, ama kesinlikle görmüştüm o filmi. Filmde bazı yerlerde neler hayal, neler gerçek karışıyordu. Hala da o filmi düşündükçe karıştığını hatırlarım. Bir türlü filmi tamamiyle hatırlatabilecek bir sahne, oyuncuların yüzünü hatırlayamiyorum. Sadece çok güzel olan sevgilerini, ekrandan sevginin taştığını, masalsı bir kurguyu hatırlıyorum. Masal olmak istiyorum, masal oluyorum. Akıl git başımdan diyorum. Ne çok akıllanmışız, rüyada aklımı çıkarıncaya kadar yoruluyorum. Bu filmi biliyorum. çok güzeldi. Tuncay filmin içinde kayıp mı oluyor ne? Evet kayboldu film Fotoğraf çekemedik. Alacakaranlık kuşağı geçmiş, sorun değil, güzeldi.

Sanırım fener de kızkulesiydi, hep dışından mı bakacağız, işte fener odasındayım diyorum bir ara...

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Umurunda Mı Dünya

Öğle yemeğinden sonra fırına uğradım bütün kış boyu. Kahvenin yanında taze, çikolatalı kekten daha güzel ne olabilir ki?


Bugün yemekten çıktıktan sonra ışıl ışıl güneşe kanıp fırına değil manava gittim, güneş gibi güzel görünen malta eriği aldım. Bu mevsim kendisiyle ikinci karşılaşmamız, haliyle ilk karşılaşmamızı hatırladım. İstanbul'un bütün camilerinin aynı anda tadilatta olmaları ile yediği çekirdekten bize ikram etmekte sakınca görmeyen küçük fatma geldi bir de aklıma.

Tadilatta olan camilerden biri de Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camisi idi o gün. Okuduklarım ve duyduklarım neticesinde Sinan'a aşk neler yaptırmış görmek istemiştim. Avlunun dört bir yanında duvar olmuş kapıları zorlarken, yerden bir metre kadar yüksekte açık bir kapı bulabildim. Kapıyı açar açmaz karşıma çıkan hatrı sayılır büyüklükteki köpekle arkadaş olmakta da bir sakınca görmedim. Şöyle bir etrafı kolaçan ettikten, üçte ikisi yerinde olmayan zarif minaresine çıktıktan sonra dedim ki, aşk imiş her ne var alemde.

Sonrasında aşırı samimiyetten şımaran köpek arkadaşımın paçama yapışması, şantiye halindeki caminin sanki öylece terkedilmiş gibi durması, üstünde şantiye binası yazan prefabrik yapının ışıklarının yanması ve masanın üzerinde okunurken yarım bırakılmış gazete gibi ürkütücü hususlarıysa tek tek anlatmaya lüzum yok. Tek istediğim bu muhteşem esere hakettiği saygının gösterilmesi...

Neyse, malta eriği diyordum değil mi? Ofiste sabah biten sütü hatırlayıp, markete yöneldim. Üzerinize afiyet nesquick bağımlısı oldum dünden bugüne. Halbuki dün hiç çaktırmamıştım arkadaşıma ilk defa içtiğimi. Neden bilmiyorum, belki yapay bulduklarından, bizimkiler çocukluğumda hiç almamışlardı bu mereti. Oysa bütün zararlı şeyler gibi oldukça güzelmiş; erikler bitince, hiç değilse bir bardak daha içerim diye hayalini kuruyorum.

Dönüş yolunda güvercinler kesti önümü. Hiç anlayamıyorum, kanatları olan bu hayvan neden uzun mesafeleri inatla yürüyor? Bu sefer bu konuda nasihat etmedim kendilerine, sabah gördüğüm semazen güvercini hatırladım. Onun da bir kanadı hafifçe kalkık bir şekilde 10-12 saniye boyunca neden kendi etrafında döndüğünü anlayamadım. Güvercinler sahiden ilginç hayvanlar, insanlar dışında cinayet işleyerek kendi türünü öldüren tek türmüş. Tamam canım, gelmeyin üstüme, adını hatırlamadığım o belgesellerin yalancısıyım.

Tam kapıya yaklaşmışken, sokağın yarısını gasbeden kırmızı arabayı görünce dün akşam seyrettiğim filmden bir sahne geldi aklıma:

Beyaza boyalı koridorda gerilmiş ipe minik mandallarla tutturulmuş çeşitli fotoğraflar, mutlu görünen insanlar var. Kamera yere çökmüş iki insana odaklanır, yerler kan kırmızıdır, kız bütünüyle masumiyet dolu bir merakla konuşur:

+ Bi'şey sorcam, neden bana deli diyorlar?

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de