neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Cumartesi, Nisan 29, 2006

gözlüklü

GÖZLÜKLÜ ŞİİR

İyi değiliz gözlük bak durmadan
kırmaya çalışıyorlar bizi hiç iyi
değiliz iki gözüm, bende can, sende cam
bırakmadılar, daha kırılacak ne varsa bizde,
gözlüğü olmayanlar çok mu acımasız oluyor
ne, çekip alıyorlar seni gözümden, öyle
çok eziliyoruz ki gözlük, sen bensiz kırık,
ben sensiz karanlık, nerde insanlık
bizi bu kadar kırmasalar, di'mi cam
dostum, onlarada birer gözlük alırdık!
Ne güzel gözümün önünde olman yine,
sensiz ne gülüşün tadı var ne de bakışın
sen olmayınca kötülük daha kötü görünüyor
gözüme, yumruklar daha zalim, sözler daha
sert iniyor yüreğime, sensiz bu dünya ,
bomboş görünüyor gözüme, sana gözüm
gibi bakacağım artık senden başkasını görecek
gözüm yok, bizi görmeyenlere
söyleyecek sözüm yok bizi çok kırdılar gözlük,
bizi tuzlabuz, bizi unufak, bizi camçerçeve
kırdılarda bakmadılar bir kez olsun cangözüyle,
şimdi hem cana, hem cama göz diktiler,
hem gözden düştük, hem sözden, bir daha
kırılamayız gözlük, sonumuz olur kırılmak bir daha
parçamızı bulamazlar ikimizin de! Ah ne bakacak
göz, ne görecek gönül bırakdılar bize,
bir güzellik kalsaydı, iki ne dört gözümüzle
titrerdik üstüne, canda içeri olan camdan içeri
derdik demesine de, öyle bakımsız, bakışsız
bıraktılar ki gözümüzü, ne gönlümüzü, ne can
hevese geldi, ne göresi geldi camın,
biz birbirimize iyi bakalım gözlüğüm, canım,
belki onlarda iyi bakalar kendilerine,
gözlüğüm, iki gözüm, kemiğim, bu sözlerimle
umarım kırmamışımdır seni, zira çok incesin
kırılırsın, kırılır arkadaşlığın camdan kalbi de!

Haydar Ergülen
(Gözlüğün Arkadaşı)

Perşembe, Nisan 27, 2006

öylesine

zaten yazmaya başlayışım öylesineydi. gözlerim yanıyor, birazdan uyurum sanıyorum. ama bu normal bir yanma değil. çünkü bugün göz muayenesine gittim, gözümün derinliklerini görebilmek için damlattıkları damla gözbebeklerimin kocaman olmasını sağladı. gözümün tamamı kadar oldular. gözbebeği deyince, hatırlamadan olmaz:

Gözbebeği: İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçimde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez.
Âşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka "gözbebeğim" diye hitap edilir.
onların görmek istediği gözümün içiydi, baktılar baktılar ne gördüler bilmiyorum. ah iki gözüm dedim, ne gördünüz orada. manasız manasız baktılar gözümün içine. aksi gibi onlar görmüş olacaklar ki, kendilerinden emin yazdılar reçeteyi, fakat ben göremez oldum. açılınca sonuna dek gözlerim, öyle çok ışık girdi ki içlerine, içime, kamaştı her yan, her şey kayboldu bunca ışığın içindeki kamaştırıcı aydınlıkta.

sabah erken kalkıp gözlük almaya gideceğim, daha iyi görebileyim diye etrafta olup biteni.

--

bazen hiç bir şey söylemeye gerek yoktur. yan yana oturmak, gözlerinin içine bakmak, önündeki her ne ise onu kaşıklamak güzeldir, ne oldugunun önemi yoktur. konuşmak herhangi bir konuda filan ya da susmak. huzur vardır. mut vardır. öyledir işte. şükür etmek gerek bunlar için.. çok şükür.

Salı, Nisan 25, 2006

akış

yazı dünyasında düşünce akışı diye bir teknik varmış. tam ismi bu olmayabilir, bilmiyorum. noktasız, virgülsüz yazıyormuşsun paragraf başlarından âzâde bir biçimde. sonra bunu okuyorlarmış. düşündüm, öyle yazacak olsam, önce kendim okuyamam ki. okunabilirliği sağlayan minimum işaretleme bulunmalı metnin üzerinde. gerçi yazı üzerine teknik kullanımı ne kadar sağlıklı bilmiyorum. hani insanın içinden geldiği gibi yazması gerektiğini düşünenlerdenim ya, o yüzden tekniklere falan inanasım gelmiyor. bazen acaba yazı gerçekten sanat mı, diye düşündüğüm bile oluyor. tabi şimdi sanat nedir, ne içindir falan gibi tartışmalara girmek istemiyorum. hem onlar da benim alanıma girmiyorlar. üç veya dört okuma seansıyla elif şafak'ın baba ve piç 'ini bitirdim. geçen cumartesi 200 sayfa birden okudum. evet, akıcı bir dil var. kalan 70 küsûr {böyle mi yazılır acaba?} sayfayı da pazar günü bitirdim. sonuç: hayalkırıklığı. kötü diyemem elbet. lâkin sadık bir okuyucu olarak eski tadı alamadım. çeviri olduğu için diyeceğim fakat kendisi televizyonlarda boy gösterip

devam-iki saat sonra-

evet, ne diyordum, kendisi televizyonlarda boy gösterip Araf'tan daha fazla türkçe metinle ilgilendiğini söylememiş miydi? bu durumda ya yazar kendini tekrar ediyor ya da yazardan daha hızlı ilerlediğimiz için okur olarak tatmin olmuyoruz. bir de sanki anlatılmak istenen çok fazla konu var da hepsini anlatmak zorundaymış gibi, yeterince irdeleyemeden birbirini kovalayan konular. sanıyorum beşpeşe'deki elif şafak bölümü bile daha kaliteliydi. beşpeşe'yi dikkate aldım çünkü hatırladığım kadarıyla yazarın orjinal dili türkçe olan son eseriydi. sonra, pazar günü nasıl da gezip tozduğumu anlatmalıyım. erken denebilecek bir saatte kalkıp ofise geldim. hayır canım, çalışmak için değil. genç insanlara bilgisayar bilimlerinin temelleri üzerine küçük bir brifing verdim. sonra spor salonuna, oradan alışverişe. tutku'nun kahvelisi çıkmış. gayet nefis, markette tadınca üç paket birden aldım. bir pakette limonlu aldım. limonlunun tadına henüz bakmış değilim. içi kremalı bisküvi pazarında ülker daha eski olmasına rağmen (bkz: biskrem) eti geriden gelip geçti. şahsi kanaatim ülker yanlış dolgu malzemeleri seçti. evet elmalı biskrem de güzeldi ama kahveli veya çikolatalı tutku nerdeee, biskrem nerde. sanki ülker aynı yanlışı canpare'de de yapmış gibi, hindistan cevizli canpare pek cazip gelmedi. evet, kötü değil ama hani bir daha almak için can atmıyorum. işin özü tutkularınızın esiri olmayın ya da olun, bilemeyeceğim. beni sorarsanız, ben oldum galiba zaten. sonra, daha sonra, alışverişten sonra, ff'le buluştuk. pek âlâ vakit gecirdik. insanların iliskileri ele alış bişimlerini konusup üzüldük, samimiyetten ve sadelikten yana tavir koyduk. zorlayarak, iteleyerek bugün ilerlemeyenin yarın hiç yürümeyeceğini konuştuk. katmer yedik, kahve içtik. kahve falımda günlük sıkıntılarımdan başka içimin ferah olduğu çıktı, sonra paketler geliyordu, kocaman kocaman. az önce ff aradı, hadi erken çık görüşelim dedi. bende işlerimi toparlayayım iyisi mi hemen. şimdilik bu kadar işte.

Perşembe, Nisan 20, 2006

ice age 2

Çarşamba, Nisan 19, 2006

anlat-mak

ben
çok zaman
kendimi anlata-
mıyorum. üstelik
ukala öğretmen tavır-
larıyla dinleyiciyi çileden
çıkarıyorum. mutsuz ediyor
bu beni. neden böyle oldum ?
şimdi, burada kendime söz veri-
yorum: daha özenli davranacağım,
kendime ve sevdiklerime. görelim ba-
kalım, sözümü tutabilecek miyim..

Pazartesi, Nisan 17, 2006

boşluk

ne yazacağımı bilmiyorum. dahası yazmak istemiyorum. çünkü beceremiyorum. eskiden kendimi yazarak ifade edebildiğime inanırdım. artık inanmıyorum. olmuyor bir şekilde. ama görüyorsun ya, sahi görüyor musun, kendimi yazmaktan alıkoyamıyorum. saçmalamaya, bölük pörçük düşüncelerimi akıtmaya devam ediyorum. çünkü kafam durmuyor. sürekli bir şeyler oluyor kafamın içinde. ama artık anlatmıyorum kimseye. kimsenin bunları önemsediğini sanmıyorum. hem biraz bezmişlik var üzerimde. gönül yarası'nda, nazım filmin başında hayata dair her şeyi öğrendiği sandığını, artık bir sürprizle karşılaşacağını sanmadığını söylüyordu ya hani. o kadar iddialı değilim ama artık tatsız sürprizlere karşı çok da istekli değilim. tatlı sürprizler mi? onları görmeyeli çok oldu. hem zaten hayal ettiğim kadar başarılı değilim. elbet bunun sebepleri var. ama sebepler umrumda değil. artık sonuçla ilgiliyim. hem kendi hayatımdaki 'şey'leri değiştiremezken başka herhangi bir şeyi değiştirmeye nasıl talip olabilirim? konuşmak istiyorum. konuşamıyorum. susuyorum. sustukça susuyorum. susuzluk nedir biliyor musun? bu benim çok önceden beri kullandığım bir kalıp. çünkü hala aynı şeyi hissediyorum. susuyorum ve sustukça susuzluğum artıyor. her türlü ilişkide, ilişkinin test edilmesinden hoşlanmıyorum. ilişkilerin daha 'açık'ça ve samimi olmasını istiyorum. olmuyor bir şekilde. test edildiğim her durumda mutlaka istekli bir şekilde 'fail' etmeyi seviyorum. hani şu mitolojik hikayedeki gibi, öyle çok güvenmelisin ki arkana bakmadan yürümelisin diyorum kardeşime, arkadaşıma, dostuma, sevgilime.. hoşlanmıyorum seviyorduysan şunu yapmalıydın/seviyorsan bunu yapmalısından. kabuklarının içinde kaybolan kabuk adam olma yolundayım. ve sen yoksun/varsan da görünmüyorsun.

Pazar, Nisan 16, 2006

benlik


Benlik
Oruç Aruoba
-
Metis Yayınları
1.Baskı: Mayıs'05


Başlığı sonradan düşünüp koydum.

— Gerçi başından beri, düşündüklerimin "ben"in (ben'im...) çevresinde döneneceği belliydi; ama, verimli olacağa benzer bir eğretilemeden yolaçıkan ilk irdeleme, ana metinde, her ele alışımda, kendi kendine biçimlendi; yıllar içinde de, kendi 'önce'sini ve 'sonra'sını bularak, en eski yazdıklarıma —yaşadıklarımın 'arka'sına ve 'önü'ne— kadar geri gitti — bir de, tabiî, kendisinden önceki dokuz cilt içinde kapsanmış şu kadar kitabın onuncu cildi olmanın ağır sorumluluğunu yüklenmeğe kalkıştı — 'üzerine vazife'ymiş gibi!...
Halbuki, her seferinde, o anda ('şimdi-burada') içinde bulunduğum konum belirleyici olmalıydı, yazdığım üzerinde — öyle de oldu gerçi; ama, gene, her seferinde de, metinler 'genel-geçer' bir niteliğe bürünmeğe yeltendiler.
Buna izin vermemeğe çalıştım — ne kadar becerebildim, bilmem : başından beri —biraz belirsiz bir biçimde; belki yalnızca bir tür ses içeren bir 'gramer' yapısı olarak— kendime koyduğum yazış biçiminden sapmamağa çalıştım; ama, metinlerin, birçok noktada, hem de çok sık, benim denetimimi de, kendime koyduğum ölçüleri de, zorladıklarının farkındayım.
(Özellikle, kitabı bütünlemek işleminde kullandığım 'motto'ları belirlemek; seçmek ve ayıklamak, konusunda (hele, Edip Cansever'den alıntılamak istediklerimde), beni zorlayan kararsızlıkların (: acaba yalnızca alıntıları verip metinden vaz mı geçmeli?...) —ve sonunda verdiğim kararların— okuru da, benim kadar 'fazla' yormayacağını —yormamasını— umuyorum...)
— Bütün bunlara karşın, bu başlık altında biraraya gelen metin toplamı, gene de, alışılmış anlamında, 'özyaşamöyküsel' değildir : dikkatli okur, bu kitap içindeki metinlerin 'birinci şahıs'ta olduğunu; ama, "benlik" sözcüğünün —bir kavram niteleyici anlamında— geçmediğini, görecektir.
— Bir de şunu: bu metinlerde ne görürse görsün, ya da gördüğünü sansın, bunun, kendi gördüğü —göreceği, görebildiği; kendine ait— birşey olduğunu : yani, kitabın, aslında 'ikinci —yani, işte, 'üçüncü— şahıs'ta olduğunu...

o.a.
Gümüşsuyu
23 Eylül 2002/23 Mart 2005

masal -II-

baş tarafı şurada

kadın adama sarılırken, cok uzaklarda baska birisi sarılmak öpüşmekten güzel diyor. denizde balıklar ışığın cazibesine kapılıp geldikleri kıyıda kadınla adamı sarılmış görünce gıpta ediyorlar, biraz da kıskanıyorlar. bilirsin, balıklar sarılamaz. ama bu balıklar adamla kadının ışığına da gelmiş olabilirler, bunu tam olarak bilemiyoruz. sonbaharda degiliz ama kurumuş bir çınar yaprağı rüzgarda sürüklenerek denize düşüyor. belli ki çınar, yaprağa üvey evlat muamelesi yapmış, en yüksekte, en uçta filiz veren bu yaprağa suyunu ulaştıramamış. hep böyledir zaten, en yükseğe bayrağı dikmeye hazırlanan kişi buna da hazır olmalıdır ulubatlı hasan gibi. neyse. evet adam seviyor. kimse farkında değil ama adam seviyor. radyoda ki dîceyin, uçağın peşindeki kuşun, uçağın penceresinden şehri kolaçan eden sıkıcı iş adamının, hiç biri neler olup bittiğinin farkında değil. hem hiç belli olmaz, sağnak sağnak yağan sevgi yağmurlarının onlar bile farkında değillerdir, yağmurluklarını giymişlerse eğer.. belki sel olacaklardır yakın zamanda ama şimdi sadece yağmayı yeğliyorlar. kadın öyle sıkı sarılıyor ki, adamla bir olmak ister gibi. adam öylesine ruhunu serbest bırakıyor ki kadının kollarında, ölesiye. uzaktaki banktan bakan biri için, gerçekten seviyorlar mı diye sormak yersiz. evet, evet, sarılmak öpüşmekten güzel.

Cumartesi, Nisan 15, 2006

gonul yarasi

Cuma, Nisan 14, 2006

ateş (-alıntı-)

Ateşler içinde

XVIII. yüzyılın ünlü şairi Şeyh Galib, belki de bütün divan şiiri macerası boyunca ateşten en çok bahseden ve aşkı bir ateş ile izaha çalışan yegane adamdır.

Bir yandan İstanbul ufuklarını yalayıp yok eden yangınlar görmüş, diğer yandan Mevlânâ’nın aşkı izah ederken özetle söylediği “Hamdım, piştim, yandım” vetiresinden ilham almış ve sonuçta tasavvufî düşüncelerini ateş ve yanma üzerine teksif ile söylediği beyitleri de alev alev tutuşturmuş, okuyucunun yüreğini de yakmıştır. Ünlü eseri Hüsn ü Aşk’ta Benî Mahabbet (Sevgioğulları) obasını tavsif ederken,

Giydikleri âfitâb-ı temmûz

İçtikleri şu’le-i cihân-sûz

Erzâkları belâ-yı nâgâh

Ateş yağar üstlerine her gâh

diyecek derecede ateş ile ünsiyet peyda etmiştir. Dediğine göre o kabilede herkes “Temmuz güneşini giyerler, cihanı yakan ateşi içerler. Erzakları apansız geliveren belalardan ibaret ve üzerlerine her an ateşler yağmakta...”

Galib Dede ve Efendim dediği Mevlânâ’ya göre neydeki yanık nağmeler aslında birer hava değil ateştir ve o ateşi tadmayanlar aşktan behremend olamazlar. Aşk ateşi, kalpte hararetin artmasıyla tutuşan ve insanın bütün benliğini yangınlara veren değerli bir varlıktır ve gönlünde bu ateşi taşımayanlar hiç yaşamamış sayılsalar yeridir. Nitekim tasavvufa göre insan ateşin sınavından geçerek arılık kazanır ve aslı nur olan melekler derecesine ancak ateşten sonra yükselir.

Ateş, evrenin kurucu unsurlarından (anasır-ı erbaa) biri, belki birincisidir. Toprak, hava ve su aslında ateşi de içeren, yahut ateş ile değişen ögelerdir. Bu yüzden tabiatta hızla değişen pek çok şey ateş kullanılarak dönüştürülür, yahut ateş ile terbiye edilir. Sanayide kağıttan kumaşa, çelikten kuartza kadar hemen her alanda ateş tam bir dönüştürücü ve terbiyeci olarak görülür. Havayı, suyu ve topraktaki maddeleri değiştiren de hep ateştir. Demiri işlemek de, yemeği pişirmek de ateş iledir. Ateşin maddeleri ayrıştırması veya hall ü hamur etmesi özelliği onu yüksek mertebelere çıkarır. Nitekim insanın maddesi ile manasını da birbirinden ateştir ayıran. Yine ateştir ki insanı acılar, ayrılıklar ve azablarla harmanlayıp pişirebilir. Sonuçta kirlerinden arınan insan İlahi tecellilere hazır hale gelir. Bu hâlin devamında insan semenderleşir ve ateşte yanmaz olur, belki ateş onun için bir lezzete dönüşür. Değil mi ki bütün azabların sonunda lezzete çıkan bir kapı bulunur...

Ateş, şeytanın yaratıldığı madde olmak bakımından da insan nefsinin imrendiği bir varlıktır. O yüzdendir ki ham insan şeytanî konulara daha fazla meyleder, ama aşk ateşi ile yandıkça varlığındaki ateş ihtiyacını giderir ve Rahmanî’liğe yönelir, insan-ı kâmil olur. Bu bakımdan ateş mahremdir, kalbimizde yaşar. Gizlidir, çünkü maddenin içinde ya potansiyel olarak veya cevher olarak mevcuttur. Alevleriyle oynamak isteyenlerden mutlak itaat ister, yaktıkça acı verir ama sonuçta mürebbiyeliğini de icra eder. Allah’ın Celal ve Cemal sıfatları gibi. Cehennemin ateş fikriyle izahı belki de ateşin temizleyiciliği üzerine bina edilmiş bir düşüncenin sonucudur. Mademki kirli olanlar cennete giremez, o halde Allah da kullarını kirlerinden arıtmak için cehennemi yaratmıştır. İbrahim’e karşı serin ve selamet olan (yani içinde yakmama vasfı da gizli olan) ateş, elbette O’nun emrine itaat için yakar ve bu yanış aşkın gereği bir yanış ise kişi dünyada cenneti yaşar. Çünkü ateşin yandığı yer gönüldür ve şamanın ateşe tutkusu da, zerdüştün ateşi kavramak isteyişi de aslında gönlü ele geçirme gayretinden öte değildir.

Gönül ki içinde ateş yanar, sakın onu avuç içi kadar yürek ile ölçüp bir kandil sanmayınız... Gönül ki bir ülkedir ve yangın bir uçtan bir uca bütün kentleri yalayıp yutmaktadır. İsterseniz bu yazıyı bir de ateş denizlerini gözünüzün önünden ayırmayarak okuyunuz; ta ki kendi yangınınızı ve ateşinizin cesametini görebilesiniz.

İskender Pala

carry on

başlığın yazacaklarımla alakası var mı bilmiyorum. bu şarkını melodisi mırıldanamayacağım kadar bölük pörçük de olsa aklıma takıldığı için başlık oldu. belki biraz da carry on diyorumdur kendime ama açıkçası çok farkında değilim.

bugün erken yatacak ve yarın spora gidecektim ama olmadı. olmadı da kötü mü oldu? yo, hayır! pek güzel oldu. pek hoş ve pek âlâ bir akşam/gece geçirdim. bakla nasıl pişirilir konuştuk, tiktaklı bir şehir konsepti üzerinde düşündük. evet, biz diyorum, tahmin etmişsindir zaten tek başıma bu kadar iyi bir akşam geçiremeyeceğimi.

öyle çok düşünceler ve şeyler var ki kafamda.. bir türlü sıraya sokup düzenli ve sürekli sonuçlar elde edemiyorum. gitmek, kalmak, birlikte yaşama kültürü, bir türlü yanyana gelemeyen halbuki birbirine çok yakın insanlar... ah be, kafam çok karışık. beni dinler misin? evet, bu kaçıncı defa olacak? çok haklısın yine tekrar ediyorum ama ne yapayim, dinleyicileri seviyorum. gevezeyim galiba biraz da..

bugün kötü olmaya meyilliydim. ve sonunda bir olay tanjant ile ilişki kurmayı başarıp beni yokuş aşağı itmeyi başardı. artık düşününce şöyle diyorum: hayatına giren insanları seçme şansın varsa tanjantla sevişenleri uzak tut.

gözlerim yanıyor. uykum var. ama sadece uykudan değil. uykum yokken de yanıyorlardı.

bir de tanımadığım okurlarım varmış. afişe olmaktan pek hoşlanmam ama geçenlerde lula'nın sayfasına girerken adresimi yazdım. lula'dan dolayı gelen ziyaretçilerim oldu. yorum yapıyorlarmış sonra yazılarım hakkında. ilginç tabi. bilmiyorum henüz bu konuda ne düşünmem gerektiğini.

son olarak; misafir yazarım olacak demiştim. eğer unutmayıp sabırla misafir yazar yazacak mı diye bekleyenler varsa; yazacak sanırım ama hala kılını kıpırdatmıyor. biraz daha sabretmelisiniz.

öyle işte, yine gelirim..

Cuma, Nisan 07, 2006

gökler karışır

ayine

ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz;
şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.

Salı, Nisan 04, 2006

mektup

daha önce denemiştim, sadece denemiştim. bu sefer gerçekleştirdim. düşündüm: burada yayınlamak doğru mu acaba? sonunda düşünmekten vazgeçtim..

sayfa 1:


sayfa 2:


sayfa 3:


sayfa 4:


sayfa 5:

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de