neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Pazartesi, Ekim 30, 2006

zaman hakkında

saatin kendisi mekan , yürüyüsü zaman , ayari insandir.
ahmet hamdi tanpinar

yari kapali bir sohbet/tartisma grubumuza
zaman, zamansizlik ve eszamanlilik konulari dis mihraklar tarafindan empoze edilince ben de dahil olmak üzere pek çok kisi tarafindan ragbet gördü. sonraki oturumda da konusuldu. tahmin edilecegi üzere henüz bitmedi, zaman mefhumunu bile dogru dürüst konusamadik ki, zamansizlik ve eszamanlilik kavramlarina dogru yol alabilelim. iste bu zamanin konusuldugu ve bitirilemedigi günün sonunda eve dönerken bazi düsünceler üsüstü kafamin etrafina.

biliyor musun, otobüste giderken yahut yürürken kafamin etrafindaki bu düsüncelerin bonus
perugu gibi kafamin her yanini sardigini, margarin reklaminda düsünce balonundan çekip alinan bir paket margarin gibi baskalari tarafindan görülebilecegini falan düsünüyorum bazen. bazen de ben baskalarinin düsündüklerini görüyorum. tamam kizma ama baska bir sey anlatmak istedim tam simdi, zamana dönecegim yine. bu kafamin etrafindaki düsüncelerle vapurda denize dogru bakarken karsima oturanin gözleri dikkatimi çekti: ya aglamak üzereydi, ya da aglayip binmisti vapura. dudaklari sanki hiçkirarak aglamamak için büzülüyordu. cebinden cep telefonunu çikardi, kulakliklarini takti ve kimisi için bir fenomen olan sx1 ile müzik dinlemeye basladi, bakislari dalgalarin arasina dalip gitti. biraz rahatlamis gibiydi. o an çok istedim; aglamak üzeresin ama gülmek çok yakisirdi sana , yazan bir not vermeyi eline. ne baska bir konusma, ne bir söz. bu kadar. belki mutlu olurdu, belki biraz olsun dagilirdi kederi. {acaba o sirada centrefolds dinliyor olabilir miydi?} ama yapamadim, çantamdan kalem kagidi çikarmaya cesaret edemedim. sanirim bu konuda biraz egi(ti)lmeliyim. vapur iskeleye yanastiktan sonra yine kulakliklarini çikarip cebine koydu, yine gözleri doldu, kalkti gitti. ne kadar garip bir seydi zaman, onun ve benim zamanim bir vapur yolculugu süresince kesismis ve sonra yine ayrilmisti. bir daha ayni karenin içinde bulunabilecek miyiz acaba? bu durum; çözemeyecegimiz kadar büyük bir kaosun parçasi. tabii ki isleyebilen her kaosun kendi içinde bir düzen barindirir. baskalarinin daginik oldugunu iddia edip benim her aradigimi elimle koymus gibi buldugum masam gibi. haklisin, elimle koymustum zaten.

suna karar verdim o vapurda; zaman aslinda yok. tam olarak kavrayamadigimiz seylere nicelik
* atfetme çabamizin bir sonucu. herhangi bir referans noktasi olmadan kendi varligini kavrayamayan benligimizin kendisi için olusturdugu bir mihenk tasi. günes sayesinde hayatimizi esit parçalara bölen bir algi ürünü. nasil ki boyumuzu ölçüp kaç santimetre oldugumuzu bilmeden önce de yasayabiliyorduysak, zamani tam olarak ölçebilmeden önceden de yasayabiliyorduk pekâlâ. üstelik tam olarak ölçebiliyor muyuz bu kismi da tam bir muamma. elektrigin bulunmadigi yillarca günesin hayatimizda bulunusuna göre karar vermisiz. saatleri ayarlama enstitüsü bunun için ortaya çikmis. bir sekilde sürekli aydinlik veya sürekli karanlik bir dünyada yasiyor olsaydik, nasil gelisecekti insan irkinin zaman algisi? hepimizi delirecek miydik hapishane hücrsinde gecesi gündüzü birbirine giren kader mahkumlari gibi? su yüzyilda oturup atom saati ni yapmamis olsaydik ne olurdu hal-i pür melalimiz? zaman, ucunu bucagini bilmedigimiz evrende kisitli bulunus süremizi ölçmek için kullandigimiz bir cetvel sadece. sadece üzerinde yasadigimiz dünyanin bile kaç yasinda oldugunu bilemiyoruz. kilisenin ortaçag tarihinden bir kaç yüzyillik çaldigi/ekledigi bile tartisiliyor. böylesi bir belirsizlik düzleminde çevredeki sabit duran nesneleri referans alarak kendimizi tanimliyoruz. falan yerde, filan tarihte dogan kisiyim ben, boyum su kadar, enim bu kadar. bu musun sahiden? kendimizi bilmek ve bildirmek için sahiden zamana ihtiyacimiz var mi? ya da zaman sahiden var mi?
--

tam olarak aklimin çesitli köselerinde öbeklenen fikirleri toparlayamadim cümlelerin içine. belki daha sonra bu yaziyi yeniden yazmayi deneyebilirim. sanirim düsüncelerin oldugunca ortaya dökülebilmesi için biraz
zamana ihtiyacim var.

Perşembe, Ekim 26, 2006

yapraklar

yapraklar dökülüyor, hem eskisi kadar rüzgar yok, bahçenin bir yanına toplanmıyorlar. çokça dökülüyorlar, seyretmenin tadına varıyorum mütemadiyen. dökülecek yapraklar, çürüyecek toprak olacaklar, belki döküldükleri ağacın köklerine gübre olarak dönecekler.

her şeye rağmen keyif alınabiliyor bazı an'lardan, işte şimdi de o anlardan biri.

yapraklar hakkında yazılmış başka şeyler de var tabi.

Pazartesi, Ekim 23, 2006

bayram geldi

elde düğün bayram benim neyime
benim kurbanlarım çok evvel oldu
sorayım fakire, bir de beyime
demi devranlarım çok evvel oldu


eller güler oynar içim kan ağlar
alem al yeşilde, can kara bağlar
değişti asırlar, silindi çağlar
meydanı meydanım çok evvel oldu


davut sulariyem çağladım aktım
riyakar kullardan nefretten bıktım
şöhret ağasını kökünden yıktım
o ahd-ı peymanım çok evvel oldu


-arif sağ

Cuma, Ekim 20, 2006

dışarıda

bunu neden yaptığımı tam olarak bilemiyorum. ilk defa geldiğim bir mekanda bilmediğim insanlar arasında, yapabileceklerim içinde iyi olabilecek bir şeyi seçip, yazıyorum. küçük yazıyor olmam sanırım bir nevi fısıldayış kendi kendime. insan kendiyle konuşurken fısıldar mı? neden olmasın? belki içinde uyandırmak istemediği yanlar vardır. beli elinde uzakları tutan biri gelecek. belki de gelmeyecek. kim bilir? ben bilmiyorum hiç değilse. kıvırcık saçlı olan sigarasını yaktı. sigarayı görmedim. ama çakmağının alevi gözümü aldı. çayım geldi., bergamot aromalı. güzel kokuyor. çok zaman oldu sanırım bergamotlu çay içmeyeli. bardağın boyutu tek şeker için oldukça ideal ve küp şekerlerin teker teker paketlenmiş olması ise fevkalade. duvarlar çok bakımsız olmasa da pırıl pırıl değil. kıvırcık saçlı olanın arkadaşı geldi ama benim arkadaşım gelmedi. arkadaşı sigara içmiyor. böylece ortalık sigara dumanına boğulmuyor. masanın içine gömülmüş mozaikler ne kadar şık değil mi? çay tabağı da porselenmiş, farkettin mi? nereden çıktın ortaya? eskiden böyle ulu orta gelmezdin. kıvırcık saçlı ve arkadaşının masasına üçüncü bir kişi geldi. uzun saçları ve kirli denebilecek sakalıyla enteresan bir karakter. yazı işinin ilginç yanlarından biri ne biliyor musun? şu an tüm gerçeklikleri saptırıyor olabilirim. ama hiç bir şekilde bilemezsin, üstelik soramazsın da. uzun saçlı, kirli sakallı olan çekingenmiş gibi yapıyor diğerlerine, bölmeyeyim sizi... diğerleri, yo lütfen otur, dediler. ne kadar da ikiyüzlü bir davranış. herkes bunu bilir ama nezaket gereği böyledir bu. bölen böldüğünü bilir, diğeri de hadi git diyemeyeceğini bilir.

insanlar seslerini yükseltiyor. eğer bu akşam kalabalık bir grubun içinde gülüyor olsam sanırım çok yorulurdum. neden mi? basit! sorman dahi hata. çünkü ben gülme günümde değilim. hüzün ki en çok yakışandır bize günümdeyim. hem bayram geliyor iki gün sonra, onu bile hissedemiyorum. ama biliyor musun, huzursuz değilim. buruk olmak huzursuz olmak anlamına gelmiyor ne de olsa.

böyle işte. 20:05

Pazartesi, Ekim 16, 2006

sarı dolmuş

üsküdar-kadıköy arasında çalışan sekiz kişilik o minik sarı dolmuşlardan birinde kadıköy'e doğru gidiyorum. selimiye ışıkları geçtikten sonra yolun sağındaki parkın içinden birden takım elbisesi içinde oldukça şık görünün 70'lik bir genç belirdi. genç diyorum, çünkü pek de yavaş sayılmayacak olan dolmuşa yetişmek için öyle atik davrandı ki şaştım kaldım. kapı açıldı, genç adam aynı atiklikle bindi:

- herkeşe iyi günler.

tüm yolcular gülümsedi belli belirsiz, pek çoğu cevapladı aynen:

- iyi günler.

bir sessizlik oldu bu sırada, numune hastanesi geçildi, arkadan hızla gelen bir otomobil sert hareketlerle önümüze geçti. diğer araçları geçebilmek için yolun en sağından en soluna üç defa slalom benzeri hareketler yapan bu araç bariz şekilde diğer araçların güvenliğini tehdit ediyordu. 70'lik genç yine sazı aldı eline:

- inanınız! bu yapmış olduğu davranışla gideceği yere en çok 1 dakika erken varabilir.

kimisi sessizce cevaplar verdi, az sonra ışıklara gelince:

- bakın; ancak bir araç öne geçebilmiş, 5 metre kazanmış. insanlar saygı duygusunu kaybetti azizim.

yine gülümseyenler oldu, çayırbaşı durağına yaklaşırken binerken somurtan kız gülümseyerek;

- rica etsem çayırbaşında indirir misiniz? dedi.

şaşırdım, ne kadar etkiliymiş herkeşe iyi günler. son durağa vardığımızda; inenlerin tümü iyi dileklerde bulunarak terkettiler aracı. herkes gülümsüyordu.

sanırım biraz da bunun için seviyorum istanbul'u.

sen kimsin?

bunu ikinci defa yazıyor olabilirim: burada yazılan yazılarda kullanılan zamirler çok zaman kimseyi işaret etmedi. burası benim özgürce içimi dökmeye çalıştığım, bazen bunu başaramadığım için kendime kızdığım, kusma alanım. yazarken elimden geldiğince kendimle karşılaşmak istiyorum ve bundan korktuğum zamanların olduğunu bildiğimden olsa gerek genel itibariyle yazdıklarımı yeniden okumaya yanaşmıyorum bile. gerçeklerin somut dünyasından ve iki artı ikinin dört ettiği matematikten o kadar uzak ki buradakiler. bir kaç gün evvel bahsettiğim kara deliğin içinde bir yerlerde benim yazdıklarım. ve fakat olmayadabilirler. hani şu kutunun içindeki kedi gibi. eğer kutunun kapağı kapalıysa kedinin orada olup olmadığını hiç bir zaman bilemeyiz. sen dediğim vakit, yahut benzer şekilde o dediğimde bu hiç kimseye işaret etmiyor. zihnimin içerisinden bir yerlerinde oluşan bir imgedir o ve imgesin sen. dünya üzerinde bulunan ve bir şekilde tanı-ş-mış yahut tanımış olduğum insanların sevdiğim/beğendiğim yönlerinden yapılmış bir kolaj, bir mükemmel hayal kahramanı değil. bedeni ve sureti olmayan, düşünmeyen, düşünüyorsa bile benim bilmediğim, zihnimin içinde varolan, eğer kendisine hitap edersem dinleyen/dinlermiş gibi görünen, fakat muhatap olmazsam varlığını bile hissettirmeyen biridir sen. hayatıma giren hiç bir insandan sen olmasını istemedim. bu büyük bir haksızlık olurdu. fakat, sen'in hayatıma giren bazı insanlara doğru evrildiği oldu. bunun olmuş olabileceğini bilen ve bana doğru evrilmiş olabilir diyen kişi; bunu bir iltifat olarak almalıdır zannımca. bu şekilde olan şey şudur: insanların kafamdaki belli biçimlerin, diktiğim elbiselerin içine sığmasını beklemiyorum/talep etmiyorum ve fakat; bazı insanlar için kendi zihnimde sadece o insana has, ona özel biricik biçimler oluşturmaya çabalıyorum, terzi işi hususi elbiseler dikiyorum. bu; karşımdaki insanı olduğu gibi anlayabilmem ve benim olduğum gibi kendimi anlatabilmem için tek yol ya da ben öyle sanıyorum.

sence de öyle değil mi?

Cumartesi, Ekim 14, 2006

dance of bad angels

daha önce yazmış mıydım, duymadıysan dinlemelisin:


raising expectations
lifting the lid
there's a show going down
going deeper within
i long to lose myself
inside your skin

...

oh my god, please take me now
i'm ready for ascension
if i only knew how
give me wings give me wings
now i'm stuck on the ground
recieve this blood and bones
i'm homeward bound

akar gider

'Are You Sure' by Willie Nelson.

Oh, look around you
Look down the bar from you
The lonely faces that you see
Are you sure that this is where you want to be

These are your friends
But are they real friends
Do they love you the same as me
Are you sure that this is where you want to be

You seem in such a hurry to live this kind of life
You've caused so many tears and misery

Look around you, take a good look
And tell me what you see
Are you sure that this is where you want to be

Don't let my tears persuade you, I had hoped I wouldn't cry
But lately, teardrops seem a part of me

Oh, look around you, take a good look
At all the lonely used-to-be's
Are you sure that this is where you want to be

gecenin ortasında kafası karışık oturuyorum. hemen üstteki paha biçilemez bir şarkı değil kesinlikle. ama taş yerinde ağır işte, tam yerinde, tam zamanında dinleyince dokunuyor insanın içine. belki farketmişsindir, bu da o sıkıcı yazılardan biri. hala farketmediysen; sen kimsin bilmiyorum, olmanı umuyorum sadece.

tam olarak nedir her sabah hayata devam etmemizi sağlayan? henüz bitmemiş umutlarımız ve inançlarımız mı? onlar da biterse ne olacak? takılmış plak gibi hep aynı şeyleri mi söylüyorum acaba? belki de bu halde bulunmaktan keyif alıyorum kendime bile söylemediğim? uyuşturucu gibi bir bağımlılık mı bu? biliyor musun, hiç bir zaman bilemeyeceğiz ve belki sen de hiç bir zaman bütün bunları bilemeyeceksin. zihnimiz sınırlarını keşfedemeyeceğimiz bir kara delik gibi; onu dışından kavrayabiliyoruz: evet orada duran bir kara delik, ama içine girince onun sınırlarını bulamıyoruz. halihazırda ki genel geçer öğreti ise zihnin dışından kavranabilecek bir şey olduğu. acaba tam olarak öğrenilmesi gereken de bu mu? her bir ebeveynin çocuğuna borcu budur: içine düşme evladım, etrafından dolaş. hayatta her şeyi içine girmeden algılayıp böylece hiç biri olmadan bir şekilde yaşayıp gittiğimiz gibi. evet, doğru; bir sınırı olmalı, nerede duracağımızı bilmeli, başkalarının hayatlarından kendi hayatımızı ayrıştırmalıyız. sahi yapmalı mıyız bunu? buradan öyle çok yere gidebilirim ki. sanırım sancının başladığı yer de tam olarak burası. ben tam bunları yazarken, bir sonraki cümleyi düşünürken adamın birinin fonda sacrifice diye bağırıp durması tesadüf mü? panteizm, pananteizm, vahdet-i vücud, fenafillah gibi şeyler duydun mu hiç? bunları düşündün mü? kendi hayatımızı nereden ayrıştırıyoruz bu durumda? bir başkasının hayatı olabilir miyiz? ya da bir başkasının hayatında kaybolabilir miyiz? kadınlar kocalarının, kocalar kadınlarının hayatlarında kayıp mı oluyorlar bu ülkede, bu dünyada? kayıp mıyız zaten tümden? ah hayır, gündelik hayatın dayattıklarından şikayet etme lütfen. bunları aşacak güç damarlarımızdaki kanda mevcut, yeter ki ayağa kalkmayı bilelim. bildin mi? nefes alıyor musun? her şeyin bir nefes uzaklıkta olduğunu farkettin mi? hem gündelik hayatın sıradanlıklarının olmadığı, herkesin eşit olduğu düzenlere baksana, onlara ne oldu? kendi hayatımızı ayrıştırmalıyız diyorduk degil mi? uyarmalısın beni, kopup gidiyorum konudan. tüm bunları toparlayabilir miyim sence? ayrıştırmalı mıyız? bu ayrıştırma sonucunda ortaya çıkacak yalnızlığa katlanmayı biliyor muyuz peki? neden yüzbinlerce insan kalabalıkların ortasında yalnız kaldığını düşünüyor? yanlış yaptım yine, onlar ve ben değil ki, ben de onlardan biriyim. yalnızız işte. neden? ayrı olma yolunu seçtiğimiz için mi? bak, yukarıda zihnimizin karanlığından bahsederken aklıma gelip unutulan bir düşünce vardı: ne garip değil mi bizim bu kendi kendine büyüyen zihnimiz. bir şeyi istiyoruz. sonra davranışlarımız istem dışı olarak sanki bir toplam kalite yönetiminin parçasıymış gibi istediğimiz şeyin gerçekleşmesi için çalıştırıyor vücudumuzun azalarını. farkında bile olmuyoruz tüm zihinsel süreçlerimizin bu yönde hazırlandığının. ve gün gelip istemiş olduğumuz şeye kavuştuğumuzda bunun nasıl da oluverdiğini anlamakta güçlük çekiyoruz sanki uğruna çabalayan bedenimiz ve ruhumuz başkasına aitmiş gibi.

düşünceler akar, gider. birileri onları durdurmalı. başım ağrıyor, gözlerim kapanıyor ve karnım aç... sanırım burada kalıyorum artık. tüm bunlardan yarın bahsedebilir miyim? daha aşktan, ölümden ve hayatın varsa geri kalanından bahsedecektim...

Pazartesi, Ekim 09, 2006

genel geçmez

bir zaman, bir blog'da şunları yazmışım yorum olarak:


anonim bir yorum birakmak istedim buraya. hayatin icinde, masallara inanmayan insanlarin arasinda nasil tanimlandigim bilinmesin istedim. boylece belki gercekten beni bilirsiniz diye dusundum. belki gercekten anonim olabilseydik insanlarla konusurken, yani kim oldugumuzun ve ne oldugumuzun bizi etkilemesine izin vermeden soyleyebilseydik/yazabilseydik daha samimi bir dunyaya sahip olabilirdik. ama olmuyor bir sekilde, yapamiyoruz/yapamiyorlar. peki neden buradayim? sanirim bulantılar ve kusmuklarla ilgilendigim, onlari onemsedigim icin. hani kimisi bir digerinin icine girmek ister, kimisi de icine almak ister ya, e işte o zaman size super fırsat. kusmuk diyip aşağıladıklarınız bir insanın içinden çıkmıyor mu? neden kaçıyorsunuz öyleyse? kaçarsınız tabii, çünkü korkarsınız tanımlayamadığınız ve kafanızdaki sıfatlarla tarif edemediklerinizden. halbuki şu kusmuklar olmasa ne kolay degil mi? iki kol, iki bacak, baştan çıkarıcı bakışlar diye anlatır, her şeyi burada bitirirdiniz. sonra bu iki kol, iki bacak ve şuh bakışlardan mütevellit şeyi elde etmek için hazır reçetelerden birini çıkarır, uygun dozajı zerkedersiniz degil mi? olmadı mı? bir doz daha... bakın beyler, bayanlar. bu şey bir insan. dışarıdan görerek tanımlayabileceginiz bir nesne degil. nasıl ki yediginiz yemegin dahi nelerden mamul oldugunu merak ediyorsunuz, yanıbaşında durmak istediğiniz insanın da nelerden mamul oldugunu bilmelisiniz. bunu nasıl yapabilirsiniz? oncelikle kalıpları kalıpçıda bırakıp temiz bir zihinle buraya gelmelisiniz. sonrasında bu ne, diye sormadan her bir şeyi kendi özelligi icinde tanımaya çalışmalısınız. görülen yeni bir şeyi, bir önceki şeyler cinsinden tanımlamaya çalışmak ancak bilgisayarların işidir ve lütfen artık kendinize gelip bilgisayar olmadığınızın farkına varın. ve tabii ki bir insanın nelerden mamul oldugunu anlamak için kusmuklarını yemeyi goze almalısınız. hayır hayır, neden 'iç'iniz bulandı? bunlar onun 'iç'inden çıktığına göre, onu tanımak için bunu yapmalısınız. haha, ekşiyen suratınızı görmek pek hoş. neyse efendim, ben burada çalakalem cümle kurma yeteneklerimin yerinde olup olmadıgını görmeye çalıştım. umarım ev sahibi kızmaz. kalınız sağlıcakla.

Cuma, Ekim 06, 2006

zilif nerede?

oruç aruoba'nın zilif'i nerede biliyor musun?

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de