neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Pazartesi, Ocak 30, 2006

oradasın.

degerli 81.****.39.163, saygılarımı sunuyorum.

Cumartesi, Ocak 28, 2006

yok

yok söyleyecek sözüm, söyletin beni.

Perşembe, Ocak 26, 2006

grandee

tr
1. (isim) yüksek rütbeli adam, itibarlı kimse
2. en yüksek düzeyde İspanyol ya da Portekiz soylusu.

en
1. (noun) A man of elevated rank or station; a nobleman.
2. In Spain, a nobleman of the first rank, who may be covered in the king's presence. a nobleman of highest rank in Spain or Portugal.

Salı, Ocak 24, 2006

günler geçer

günler geçer. neden bilmiyorum, noktadan sonra büyük harf yazmamak konusunda bir takıntım var. rahatsız ediyor beni noktadan sonraki büyük harfler. ne yani, cümlenin ilk harfisin diye diğerlerine yüksekten bakmanın hiç bir anlamı yok bence. hele bazıları çok arsız. mesela T şunda ki duruşa bakın hele. kollarını açmış bir külhanbeyi gibi. P var bir de, sanki kafa atacakmış gibi duruyor. cümle içinde eşitlik istiyorum. tabi bir de özel isimler var. hayatımızın her alanına tecavüz eden özel insanlar gibi. mesela adam politikacıdır, görevi bize hizmet etmektir ama o geçeceği için yollar açılır. ne garip değil mi? ama yine de özel isimlere cümle içinde müsamaha gösteriyorum. kendilerine eklenecek olanları ayrı yazıyorum çoğu zaman. ama eğer yeterince özel olmadığına karar verirsem yine o kadar saygılı olmuyorum. bu durumda şöyle bir şey söylenebilir: bu durumda koskocaman bir kuralsızlık ortaya çıkmıyor mu? yahu kural mı var sanki? hem olsa ne olacak? yazı nedir? bakalım ailemizin ansiklopedisi ne diyor:

Yazı, konuşma dışındaki muhabereye imkan sağlayan belli manalara sahip işaret ve şekillerden meydana gelmiş insan gözüne hitap eden ifade vasıtası. Şekil ve işaretler taş, metal, papirüs, kağıt üzerine çizilir. Yazı yalnız insanlara mahsus bir muhabere cinsidir. Hayvanların çoğu sesle birbiriyle anlaşırlar. Fakat hiçbir hayvan yazı yazamaz ve okuyamaz.
yani büyük harf yazdığımda anlaşamıyor muyuz? pek âlâ anlaşıyoruz. o zaman sorun yok demektir. aslında bu konu üzerinde daha fazla düşünmek isterdim ama yazmaya başlarken bunları yazmayı planlamıyordum, onun için şimdilik geçiyorum.

son zamanlarda yeni bir alışkanlık edinmeye çalışıyorum ve vikipedi'ye link verdiğim zaman, ilgili konuya göz atıp, eğer gerekiyorsa eklemeler yapıyorum. bazen tek cümleyle açıklanmış maddelere rastladığım oluyor, önce vikipedi'ye yazıyorum, sonra muhatabıma link vererek yazıyorum yazacaklarımı. bir konu hakkında herhalükarda yazmam gerekiyorsa, neden bunu derli toplu yazarak başkalarının da faydasına sunmayayım ki?

evet biliyorum, düzgün yazamıyorum. yani tam olarak istediğim gibi olmuyor. ama inatla yazmaya devam ediyorum. eğer yazmazsam, çok daha uzun bir süre yazamayabilirim. bir önceki yazıdan bu yana geçen sürede yazmak istediğim pek çok şey oldu ama yazamadım işte. aslında şu anda yazamayışımın bir nedeni de üstüme çöken ikircikli ruh hali.

ne demek bu ikircikli ruh hali? kendinden başka şeyler için endişe taşıyıp, kendiyle ilgili konulara yeterince konsantre olamamak diyebilirim sanırım. evet saçmalıyor olabilirim, çok üzgünüm bunu yapmaya devam edeceğim. insanlar, yani bizler, sen, ben, hepimiz bunu yaşıyoruz aslında. farklı sorumluluklar bizi bizden alıyor. farkında bile olmuyoruz. sonra etrafta kendi olmak vs. konularda bir sürü yazı görüyoruz. evet: 'bir sürü'. kimisi çocuklarına feda ediyor kendisini, kimisi ana-babasına. işin komik yanı ne biliyor musun? pek çok ailede anne-baba kendisini çocuklarına feda ediyor, çocuklar kendisini ebeveynlerinin isteklerine feda ediyor ve sonuç olarak herkes feda edilmiş oluyor. herkes kurban! kime kurban? kusura bakmayın, hepsi b.k yoluna gidiyor. hani tam burada sosyolojik tanımlamalar da yapmak mümkün. efendim, toplumun 'daha fazlasını iste' felsefesi doğrultusunda hayatı bir yarış pistine dönüştürmesi ve buna ek olarak kişisel doğruların herkese dayatılması noktasındaki gelişmemişlik sonucunda bla bla bla.. sosyolojiyi ilgililerine bırakalım iyisi mi?

ya da her şeyi bırakalım..

Pazartesi, Ocak 23, 2006

incommunicado

tr
1. z. kimse ile görüştürülmeyerek (hapiste), kimseyle haberleşemeyen, kimseyle haberleşmeden.

en
1. without the means or right to communicate; "a prisoner held incommunicado"; "incommunicado political detainees".

Pazartesi, Ocak 16, 2006

şöyle bir şey var

blogosferde dolaşırken {sanırım böyle diyorlar ;-) } beyazkarga'ya rastladım, şöyle demiş.. ben bu konu üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. ama şimdi değil. haberlere göre sibirya soğukları geliyormuş. evet, kesinlikle daha soğuk olsun. eskiden, çok eskiden, daha bıcırık bir çocukken, bu şehrin en işlek ve bildiğim kadarıyla en uzun caddesi üzerinde çiftleşen iki sokak köpeğinin üzerine soğuk su döktüklerini görmüştüm. sahiden etkili olmuştu. evet, sibirya soğuklarını istiyorum. zaten romatizmalarım da azdı..

Cumartesi, Ocak 14, 2006

40'ı çıktı

bu kırkıncı yazı, kırkı çıktı yani. ne oluyorsa kırkı çıkınca..

ve sen ölüyorsun yavaş yavaş, her gün daha fazla daha uzağa taşıyorum seni. her ne kadar sen istemesende, bu böyle olacak, yok çünkü başka yolu. gerçi ne kadar uzak desem de, kıyamam, çok da uzağa koyamam ya..

Cuma, Ocak 13, 2006

yeni keşfim: rsspopper

rss denen nimetin faydalarından dilediğimce faydalanamıyor, her gün düzenli olarak ziyaret ettiğim sitelerin çok vaktimi aldığını ya da vaktim olmadığı için ziyaret edemediğimi düşünüyordum. halbuki 'google customized homepage' de eklemis oldugum rss baglantilari guzelce gosteriliyordu. sorun şu ki, yeni ne var diye baktigimda her sey birbirine giriyordu.. rsspopper ilaç gibi geldi. outlook veya outlook express eklentisi olarak kullanılan bu şey sayesinde yeni haberler bir mail gibi geliyorlar, okudugunuz zaman okundu olarak işaretleniyorlar. bir diger gonlumu fetheden ozellik ise ilgili web sayfasinin tamaminin kaydedilmesi oldu. mesela ben altiustu ne yazarsa okuyorum. bu yuzden zaten yazinin bilgisayarima inmesi ve okunmaya hazır nazır beklemesi gayet iyi. aynısı moleschino için de geçerli. ustune ustluk eger silmezsem otomatik olarak arşivlenmiş oluyor. ah ne hoş..

not: bir de türkçe karakterli mi karaktersiz mi yazacağımı netliğe kavuşturabilsem..

Perşembe, Ocak 12, 2006

renascent

  • sıfat.1. yeniden oluşmaya başlayan, yeniden uyanan. 2. yeniden doğan.
  • adj. being reborn, coming to life again, being revived

öyle bir geçer

zaman geçip gidiyor. tatlı yapmıştım bayramda gelen olursa diye. gülme öyle, ekspress muzlu pudinge bende bir seyler kattım kendimden, mesela çikolata.. çok leziz oldu. ama hepsini kendim yiyeceğim.

Salı, Ocak 10, 2006

geldi mi?

kapı çaldı, uyuyordum. yerimden bile kalkmadım. kim olduğunu az çok biliyordum çünkü. kesin bayram gelmiştir.

değişti

görünümü değiştirdim, sade olsun istedim ama tam olarak içime sinmedi, belki ileride daha iyi bir şeyler bulurum. bazı biçimsel düzeltmeler de yapmam lazım. mesela aynı yazının içinde farklı fontlar olmaması lazım. onları da sonra yapacağım, uykum geldi zira..

Pazartesi, Ocak 09, 2006

her zamankinden..

işte yine yazıyorum. kime yazdığım belirsiz, belki de sana.. sakın hep böyle kime olduğu bilinmeyen ne idüğü belirsiz şeyler yazdığımı sanma. eskiden ilk satırında muhatabanın ismi yazılı mektuplarda yazardım. sonraları farkettim ki hiç bir farkı yok ikisinin birbirinden. internet devriminden sonra dilim de bozulmaya başlamış, haberim yok. durup dururken cümleler devrik oluyorlar. halbuki devrilmiş devrik takıntısı olanlardan da değilim..

gelmezler.. gelmedikleri yetmezmiş gibi gitmişler de.. derimi soyup cıplak bırakmışlar beni.. Hayır birazcık ısınsam hayata minnettar kalıcam.


dedim ya, ilk satıra isim yazdığım da oldu. ama gelmediler. sadece geldiklerini sanmışım ben, hepsi buymuş. üstelik gitmişler de.. bir başıma, savunmasız ve yanlız bırakıvermişler. evet, tek istediğim biraz ısınmak, iyi ama kombinin düğmesini saat yönünde çevirmek gibi değil..

tam olarak ne zaman olduğunu bilmiyorum, bir zaman geldi ve 'default' verilenlerden başka birilerinin yanımda olmasını istedim. hani oruç aruoba'nın dediği gibi, kendi olarak gelen. olmayabilecekken olan. evet tam olarak istediğim şey buydu. sonra ne oldu? olmadı. şimdi düşündüm de, sanki çok şey istemişim gibi. sormak lazım yazara, sen gördün mü bu muradına eren? evirip çeviriyorum, bir karara varamıyorum. olabilir de.. yani belki. iki insan böylesi güzel bir anlayış çerçevesinde buluşabilirler..

benim sorunum ne? anlamıyorum işte kendimi. şuraya oturup iki kelam etmek istedim. sabahtan beri aklımın içinde bin tane tilki dolaşıyor. anlıyor musun? doğru dürüst çalışamıyorum bile. ama şimdi burada otururken yazamıyorum işte. ben eskiden böyle değildim inan. inanamıyorum kendime.

bak mesela, gündüz aklıma düşenlerden birini anlatayım şimdi: {orada mısın hala?} konuşmak istiyorum ama dinleyenim yok. evet, evet, yok! nasıl yani? şu anda telefonu kaldırıp arasam elbet birileri gelir dinlemeye. gerçi telefonu kaldımak deyimi ve fiili ortadan kalkalı çok oldu ya mühim değil, mühim olan insanlık. ama geldiğinde, gelenin gözünde, sözünde, özünde az buçuk "zor günler geçiriyorsun, hepsi geçer" kıvamında bir teselli cümlesi görürsem kızarım ben. kafası bunun gelip geçici olmadığını almıyorsa ne yapabilirim ki? çok şey mi istiyorum? kaliteli empati istiyorum. konuşmanın sonuna doğru kaybolmayan empati. evet çok şey istiyorum. bunu yapmak kaybolmayan sakız yapmak kadar kolay bir şey değil. kabul ediyorum değil. bir de empati profesyonelleri var, biliyor musun? ahaha, onlar pek komikler, hiç bir sorumluluk üstlenmeyen empati profesyonelleri. var ya, siz az biraz şu empatiyi profesyonel mesleğinizin dışında kullansanız ne güzel olurdu. anlıyorum, az buçuk haklısınız, size de okulda vurdumduymaz {sahiden birleşik mi yazılıyordu?} olmayı, olayların içine girmemeyi öğrettiler değil mi? tamam, bunu da kabul edelim, herkes girdapların içinde dönemez. herkes empati yapamaz, herkes sevemez, herkes.. ya ne iş yapar bu insanlar? evet sayın profesyonel, çok kızıyorum size. ama sesimi duyuramayacağım kadar uzaktasınız. öyle uzaktasınız ki. yüzyüze konuşurken bile siz hala mesleğinizi icra etmekle meşgulsünüz. kim bilir acaba gençliğinizde devrimci 'takıldınız' mı sizde? ne oldu, sonra vaz mı geçtiniz? bal tutan parmağını yalar. bal çok mu lezzetli geldi? yo yo, yanlış anlamayın, heyecanlı, devrimcilere yeni katılmış bir genç filan değilim. hani böylesi devrim fraksiyonlarına da {ne olduğunu bilmediğim bir kelime kullandım, annem kızar mı?} karışmadım. sadece kendi çapımda düşünüyorum da, yani yanlış bir şeyler yok mu sizce de? açık açık söyleyeyim, sizin gibilere kızgınım. size duman'dan bir şarkı armağan etmek isterim:

Kayıp gençlik deyip geçme bak
Hiç olmazsa biz dönek değiliz


şimdi oturduğunuz yerde benim dumanlanmış başımla yazdığımı da düşünürsünüz siz. nasıl kendinizi rahat hissedecekseniz öyle yapın. herkes rahat olmaya çalışıyor. ne garip. ah pardon, bak yine her tarafı berbad ettiniz sayın empati profesyoneli, ben burada sayın arkadaşıma bir şeyler anlatmaya çabalıyordum, konunun ortasına gelip oturdunuz. neyse, sıranızı savdıysanız gidin, benim sizin hakkınızda söyleyecek çok şeyim olacaktır elbet. ama iyi ki mesleğinizin hammaddesi değilim. öyle işte, konuşasım var dinleyenim yok. sokaklarda yürümek ve konuşmak istiyorum. konuştuğumun biraz olsun duyulduğunu bilmek istiyorum. biraz yeteneğim olsa bunu çizerek anlatırdım. aslında bunun çizilmişi de vardır elbet. hani konuşursun, konuşursun, karşındakinin kulak kepçesinden geri döner. eheh, aslında komik, yani yansıtıcı olarak kulak kepçesi.. karikatürist birileri bunu çizmeli bence. yine çok şey mi istedim. doğrudur. iyi ama hep çok şey istediğimi düşünüyorum. bunları istemediğim zaman diğerlerinden ne farkım kalıyor? baksana hele şu diğeri dediklerime. bir yerlerde yanlış mı yapıyorum? olabilir. ama şuna eminim, bu ülke empati yeteneği kıt olan ve bunu geliştirmek için bir gıdım çaba göstermeyen insanlarla dolu. halbuki ben istanbul'u çok severim. ne alakası var deme, var işte. seviyorum istanbul'u..

günü, günün içindekileri hatırlamaya çalışıyorum. beynimi, beynimin içindekileri düzenlemem lazım. yanlızca masam ve odam değil, kafamın içi de dağınık. hemen üstüme gelme öyle, bunun tek suçlusu ben değilim. hani burada olmayabilecekken olsunlar diye davet ettiklerim var ya, hepsi onların yüzünden. mesela bu akşam çok daha iyi kavradım bir diğerinin daha bana hiç gelmediğini. bu gidişle daha iyi anladım.

mesela bu akşam evde kimse olmadığından alışverişe çıktım saat sekizden sonra.. evden gidenler de beni çok umursamıyor olmalı ki yiyebileceğim neredeyse hiç bir pişmiş nevale yoktu dolapta. neyse işte, çıktım evden ve başladım halk caddesinden aşağı yürümeye. ilk olarak anladım ki, bizim şehrimizin en merkezi yerleri bile geceleri yaşamıyor. inanır mısınız koskoca üsküdar'da {ne kadar koca?} doğru dürüst açık bir yer yoktu. yemekten önce biraz atıştırmalık bir şeyler alayım diye markete girdim, biraz dolaştım. reyonların birinde adamın biri diğerine beni gösterip bir şeyler anlatıyordu. bir filmdeki bir adama benziyor muşum. evet kabul ediyorum. garabet bir şeklim şemalim vardı ama benim farkedeceğim bir şekilde bunu arkadaşına anlatman gerekmiyor. yarın sakalım olmadan ve o şapkayı takmadan geldiğimde geldiğimi bile farketmeyeceksin. farklı olana neden bu kadar heyecanla ve hayretle yaklaştığınızı anlayamadım sayın küçük beyinli insan. düşündüm orada biraz, gidip bozsam mı acaba diye. ama arefe akşamında kimsenin keyfini kaçırmak istemedim. öncelikle kendimin. hayır meselenin özü şu: ben bu sakalı, bu şekli bir şeye benzemek için veya herhangi 'bir şey' olmak için oluşturmadım. tamamen tembelliğimin ve asi duygularımın ürünüdür. evet bunu da dayatıyorum, yakınımdakilere ve dahi sokaktaki insanlara. istediğinizi düşünmekte özgürsünüz. ama hayrola sakal mı bırakıyorsun diye sormaya hiç hakkın yok sevgili ev sahibi ya da dış kapının mandalı. benimle böylesi gereksiz bir muhabbete girmeye senin de hakkın yok sevgili uzaktan akraba. ilginç olan ne biliyor musun, dolmuşta bile önce konuşmaya çekinip, iki çift laf edince rahatlayan tiplere bile rastladım. yani ne? evet, bu ülkenin insanları farklı olana, yabancı olana karşı müthiş önyargılı. bu ülkeyi yaşanmaz kılan en büyük sebeplerden biri bu işte..

unuttum, bir de günün iyi haberi var. zeytin iyileşti. artık yürüyor, yemeğini kendi yiyor, suyunu kendi içiyor. miyavlıyor ve en iyisi sürekli yatmıyor. bugün bir iğne daha oldu. yarın veteriner kapalı olduğu için tablet yutmak zorunda ve o tablet yutturma görevi bana düştü. hala tam olarak kendime güvenmesem de, başarı başaracağım diyenindir diyorum :-) zeytin'i seviyorum, seviyoruz. onu bu kadar benimseyebileceğimi, onun bu resimdeki gibi durgun hallerinde böylesi üzülüp endişeleneceğimi tahmin etmiyordum. ama oldu işte.. bayramın ikinci günü son antibiyotik iğnesini olduktan sonra tamamen iyileşecek. ama bundan böyle önümüzdeki iki hafta boyunca ve sonrasında da havalar soğuk olduğu sürece bahçeye çıkamayacak. hem bahçeye çıkıp ne yapacaksın ki zeytin'cim, ağaçtan başka ne var?

bayram hakkında da biraz söylenme hakkım var mı? tamam kabul ediyorum, bayram güzel bir şey. bayram hoş bir şey. sosyal olarak toplumu rahatlatır. yardımlaşma ne güzel. ama niye ben sevinçli değilim herkes gibi. çıkıp ta, ailen yanında değil ondan! diyebilirsin. haklı olabilirsin, senin pencerenden öyle görünüyor olabilir. o zaman sana kadıköy'de bayram sabahı başlıklı yazıyı okumanı öneririm. arşivde şuralarda bir yerde olmalı, emek verip bulman gerek.. hani düşünüyorum da, ailemle birlikte olduğum zamanlarda dahi buruktu, hep bir sorun vardı. halbuki ne güzel değil mi? 'başka'larına göre tam da çok mutlu olunabilecek bir yerdeyim. halbuki şunu kimse anlamıyor: hayatımda onların mutluluk unsuru olarak gördükleri şey yokken de ben böyleydim, bunları hissediyordum, o sizin mutluluk çubuğu gibi gördüğünüz tüm şeyler hayatıma geldiler öyle veya böyle ve ben yine aynı şeyi hissediyorum. sen alınma sevgili dostum, o başkalarına kızıp söyledim bu cümleyi.

şimdilik bu kadar olsun. gidip traş olayım ve kendimi kendime hazırlayayım. görüşmek üzere sayın dostum..

Pazartesi, Ocak 02, 2006

yeni yıl

yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl, kutlu olsun herkesee.. böyle miydi o çocuklugumuzda ki garip şarkı?

bir de nilüfer var, şöyle diyor:


Dünya dönüyor sen ne dersen de
Yıllar geçiyor farketmesen de

Değişmiş gördüm bu defa seni
Dertler yıpratmış o şen sesini
Gülen gözlerin gülemez olmuş
Güzel yüzüne çizgiler dolmuş

Ne kadar oldu görüşmeyeli
Eski yaralar depreşmeyeli
Farkında mıydın nasıl da sana
Ben bir zamanlar boşver aldırma

Anladım ki biz eski biz değiliz
O günler geçmiş biz bu gündeyiz
Belki bu gece varmaz sabaha
Oldu olacak doldur bir daha

Sen ne dersen de
Değmez bu dünya
Yıllar geçermiş geçsin
Ruhumuz genç ya



aynı nilüfer başka bir albümde şunları da diyor:

Neler çektik
Neler gördük
Sanki kimin umrunda
Tek doğrucu biz mi kaldık
Yalan dolu dünyada
Bitmeyen tükenmeyen kavgalar
Kim kazandı sonunda aman aman
Kim bilir kaç kere başa döndük
Sebepsiz yarışlarda

Düzen böyle hiç söylenme
Üzülme asla aman aman
Böyle gelmiş böyle gitmez
Değişir dünya

Sevgilerden iz kalmamış
Geçip giden zamanda
Sevdaların bütün yükü
Sevenlerin omzunda
Ayrılıklar demirden birer
Halkadır boynumuzda aman aman
Ömrümüz acılara demlenir
Yılanlar koynumuzda


bunları hissediyorum işte.. biraz da uykum var, öğle yemeğindeki mantı fazla geldi sanırım.

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de