neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Cuma, Aralık 29, 2006

Tek Atımlık Şiir

çocukluğum hep meraktı
güzelliklere ve doğaya doğru.
yaşam, bilinmeyendi çünkü
sevgi de dahildi buna.

ve bekleyişler;
baharı, mutluluğu, aşkı.
zaten kardeşti merak
ve bekleyiş

merakla bekleyiş ölümü

Cuma, Aralık 15, 2006

Sinekler

Bakmayın şimdi hiç birinin kalmadığına, eskiden İstanbul'un da dereleri vardı şırıl şırıl akan. Tıpkı coğrafya kitaplarındaki illüstrasyonlara benzerdi, çocuklar paçalarını sıvayıp içine girebilirlerdi. Sonraları evlerin atık suları dereleri bulandırınca, burun direklerini sızlatan kokuları önlemek adına tüm dereler ıslah edildi. Üstleri örtülüp bir güzel ana yol oldu, su yerine araba akan vızır vızır.

Dereler henüz yol olmadığı zamanlarda yaz mevsimi yaklaştığında sineklikleri elden geçirmek gerekirdi. Su yataklarının çevresinde konuşlanan sivri sinekler yaz boyu rahat vermezdi. İşte o zamanlarda sineklerce 'tatlı' bulunan insanlar kış gelsin diye dua ederlerdi. Kış geldiğinde sinekler ortadan kaybolur, kabus biterdi.

...

İstanbul'da güneşli bir kış günü bitmiş, akşam serinliği çöküyor. İnsanlar sel gibi akıyor sokaklarda. Kardeşimin yoğun isteği üzerine musiki konseri dinlemeye gidiyoruz. Biliyorum, dayanamayıp uyuya kalacağım ama gecenin ilerleyen saatlerinde dışarı çıkmasına izin verilmeyen kardeşimin de tek umuduyum.

Halbuki bizim konser sanarak gittiğimiz organizasyon, önemli işveren kuruluşlarından birinin lütfedip sanat dünyamıza armağan ettiği bir albümün galasıymış. Bunun için lüks bir otelde salon tutulmuş, ikramlar hazırlanmış, süslemeler eksik edilmemiş. Her şey pırıl pırıl, her şey gıcır gıcır. Ne de olsa işveren kurumuna yıllık ücret ödeyen manav da sever pırıl pırıl meyveleri, elinde bez elmaları parlatır akşama kadar.

Takım elbiseli, karizmatik bakışlı beyefendiler ve şık hanımefendiler arz-ı endam ediyor. En pahalı içkiler yudumlanırken, keyifli sohbetler yapılıyor. Samimi gülücükler eşliğinde ısınıyoruz. Vali beyin etrafını saran beyler huşu içinde dinliyorlar kendilerine hizmet etmekle görevli memuru. Espriyle karışık takılıyorlar bazen, hafifçe iş katmaktan çekinmeden.

Belli belirsiz güvenlik personeli çarpıyor göze, kulaklarında telsiz kablosu etrafa bakınıyorlar. Biri hafifçe sesleniyor mikrofona: Bakan bey yemeğini bitirdi mi?

Konser saati gelince herkesle beraber oturuyoruz yerlerimize. Henüz sazendeler yerlerini almış değiller ama şu ortalıkta gezen sunucu olmalı. Kameralar sahneyi en iyi görecek noktaya konumlandırılmış, fotoğrafçılar hemen diplerinde bekliyor. Tek eksik bakan bey olmalı.

Yirmi dakika oldu, neden başlamıyoruz söylentileri sırasında bakan bey salonun üst kapısında göründü. Etrafında da sinekler. Sahnenin hemen önünde kendine ayrılan yere gidene kadar sinekler etrafında sürekli surette dönüyorlar. Yürürken ve hatta merdiven inerken her biri başka bir şey vızıldıyor.

Bakan bey çevresindeki vızıltıdan rahatsız görünüyor ama yapabileceği fazla bir şey yok. Ne de olsa nezaket adı altında bir riyakarlık sarmış her yanımızı. Elini kaldırıp bir kaç sineği yakalasa her yanı sinek hakları savunucuları dolduracak. Görüldüğü kadarıyla pek konuşmayı da sevmiyor. Sadece belli belirsiz gülümsüyor.

Bakan bey de kış geldiğinde sineklerden kurtulacağını hayat etmiş midir? Etmiştir etmesine, hatta sineklikleri de tamir etmiştir ama bu takım elbiseli, kelli felli sineklerden nasıl kurtulacağını bilmiyor işte. Dışarıda her biri denizli horozu olan, üç beş gariban çalışanı paralayıp egosunu şişiren, üç-beşyüz çalışanı paralandırıp kendini tanrı zanneden bu sinekleri izlemekle yetiniyor.

Bakan bey ve maiyeti yerlerine oturduktan sonra Türk Toplaşma Tarihi'nin vazgeçilmez ritüeli açılış konuşmaları başlıyor. İşveren kurumu başkanı musikiyi ne çok sevdiklerinden bahsediyor, yozlaşan kültürümüzden falan da bahsediyor. Nedense yozlaşan kültür ve iş dünyasının acımasızca dünyamıza pompaladıkları arasında herhangi bir ilişki kurmuyor. Onun yerine şimdiye kadar katıldığı organizasyonlar içinde en çok bugün bu denli huzurlu, mutlu olduğundan bahsediyor.

Merak ederim bazen, insan sürekli olarak daha fazla, daha fazla mutlu olunca şişip ölür mü kurbağa gibi? Bugün burada hayatının en mutlu gününü yaşayan adam daha dün yine en mutlu gününü yaşıyordu. Vay be, her gün daha da mutlu adamlar bunlar!

Sahneye davet edilen bakan bey de aynı şeyleri söylüyor. Kıvanç ve gurur hüzmeleri gözümüzü alırken, kendisinin 'naçizane' duygu dünyasından nasiplendiğimiz için kendimizi şanslı hissediyoruz.

Sahneden inerken yine sinekler sarıyor etrafını, yine gülümseyerek yerine doğru ilerliyor. Oturacağı yere kıçını yerleştirmekten oldukça mutlu görünüyor.

Sessizlik! Ve solistimiz sahnede.


Çarşamba, Aralık 13, 2006

Özgür İrade

{ 23 Mayıs'07 : Bu yazının yazılmasına sebep olan blog kapanmış, ne olur ne olmaz diyerek kendime sakladığım bir kopyasını ilgilenenler için yayınlayacağım.}

olmak ya da olmamak: Bir yıl sonra bugün, yaşamayı bırakacağım.

Geçtiğimiz günlerde limk'te dolaşırken yukarıdaki başlığa rastladım . Neler oluyor, köprüden atlamak yerine blog'dan atlamayı tercih ediyorlar artık diye düşünürken baltayı fena taşa sapladığımı farkettim. Ne yaptığını gayet iyi bilen ve bilinci açık olarak ölümü deneyimlemek isteyen bir hanımefendi yazıyormuş. Bazı takıldığım, sormak istediğim noktalar oldu okurken, oraya yorum olarak girmektense ilişkili bir yazı yazmanın daha iyi olacağını düşündüm. Sonrasında da bu cümleleri yazdım işte...



Özgür iradenin yerini kollektif bilince bıraktığı zamanlarda oldukça radikal bir çıkış bu:
Bakın, başka yaşam formları da olabilir, hatta içinizden biri olarak öyle ileri gidiyorum ki, sizlere ne kadar vahim bir durumda olduğunuzu göstermek için kendimi feda ediyorum.

Nedenini tam olarak kavrayamasam da böyle bir ses benim duyduğum. Bunu yaparken, bir yıl süreceğini söylediği bu süreçte ilerlerken, ne hissedecek? İnsanlığın daha iyi bir geleceğe kavuşması için küçük bir şey de ben yapıyorum, diyecek mi?

Merak ettiğim başka şeyler de var tabii; nasıl bir geçmişten gelip böylesi bir seçip yapar bir insan? Çocukları var mıdır? Hayatının geri kalanını yaşamak istemediğine göre, görüp görebileceği, yaşayabileceği her şeyi yaşadığı vehmine mi kapılmıştır? Vehim diyorum, öyle keskin halleri var ki yaşamın, hiç bir zaman tamam ötesi olmaz demeye gelmiyor. Her ne kadar mutluluk aptallara has bir şey olsa da mutlu bir insan yapar mı böyle şeyler? Yoksa hüzün ki en çok yakışandır bize mi diyordur?

Evet, çok merak ediyorum böyle bir farkındalık içinde olan bir zihin başka neler düşünür, neler hisseder, sokakta yürürken bambaşka mı görür arnavut kaldırımını, afilli binaları. Bu zihnin kıvrımlarını keşfetmek istiyorum, anlamak istiyorum. Onun için yazıyorum zaten tüm bunları. An itibariyle 359 gün kaldığına göre, acele etmeliyim sorularımı sormak için.

Kasnakta hareket eden sabit bir dişli olmayı kabul ettiğimiz şu sistemde yaşamaya çalışmak da en az buna son verme kararı kadar çılgıncadır.
Sabit bir dişli olmak kimseye çılgınca gelmez ki! Herkesin dişli olmadığı bir yerde ancak yerinden çıkmış civatalar çılgın olarak addedilir. Aslında bunu görmeye hiç bir zaman vaktimiz olmaz. Doğarız, doğduğumuz andan itibaren gerekli gereksiz her şey tıkıştırılır zihnimize.

Öncelikle ağlayınca istediklerimizi elde edebileceğimizi biliriz tabii ki! Sonrasında iyi ve kötü, duruma göre dini ritüeller. Daha sonra ne olduğunu anlamadan ana okulu başlar ve hiç olmadığı kadar çok toplumsal kod tepemize üşüşür. Sonra hep okullar, hep okullar, hayati önem arzeden sınavlar ve hiç bitmeyen okullar. Hadi hayata hazırsın dediklerinde çark olmaktan başka seçebileceğin ne vardır ki? Geçen 23-25 sene boyunca bütün donanımın buna göre hazırlanmıştır. Göz kırpan bir kaç minik ışık, gecenin karanlığında parlayan ateş böcekleri gibidir.

Böyle düşününce, insanlara çark olmaktan başka şeyler de yapabileceklerini anlatmaya çabalamak beyhude mi acaba? Bu kadar umutsuz mu durum? Bir yerlerde düşünen bir zihin bunu yapmak istediyse, bir umut ışığı görüyor olmalı. Belki bu da benim kavrayamadığım bir farkındalık.

Hayatımın sizler için bir anlamı olmasını beklemiyorum. Bu yaptığım sadece size, sizin de üzerinde denetim sahibi olduğunuz bir hayatınız olduğunu hatırlatma çabasıdır.
Dünyanın çeşitli yanlarında pek çok insan ölür ama bunları ruhumuz bile duymaz. Edinebildiğimiz bilgiler hayatımızın sahnelerini oluşturur. 1994 yılında Ruanda'da 1 milyon insan kesilirken ruhumuz duymadı, çünkü o sıralar ülkemiz medyası için hükümet çekişmeleri, kanlı mı kansız mı muhabbetleri ve sosyetik insanların eski-yeni sevgilileri daha önemliydi. Tüm dünya için de aynısı geçerliydi. Yıllar sonra bununla ilgili bir film çevrilince gördük tüm olanları ve içimiz sızladı. Bilsek de ne değişiyor?

Evet, biri'nin ölümünün diğerleri için anlamı olması beklenmeyebilir. Neticede galat-ı meşhur dilimize dolanır: Hayat devam ediyor.

İnsanların, diğerlerini kalıplara sokmak için ürettiği kurallar bütünü olan yasalar bunu önemser. Öyle kafanıza göre yaşamınıza son veremezsiniz. Sistemin bir parçası olan her hangi bir şeyin sistemden ayrılması öyle veya böyle sistemi etkiler. Ayrıca bilinçli olarak bunu yapan biri, sistemdeki diğer parçalar üzerinde de etkili olabilir. Bu ve bunun gibi hususlar nedeniyle eğer ölmeyi başaramazsanız bu konuyla ilgili olarak sistemin koruyucusu olan kolluk güçleri tarafından ifadeniz alınır ve gerekirse kamu davası açılabilir. Nedense Asimov'un multivac'ını hatırladım birden...

Mantık bulabiliyor musunuz yaşamın değişmez olduğuna inandığınız saçmalıklarına? Tabii ki bunlarla yaşamayı ve “gerçekler” adını verdiğiniz bir dizi illüzyonu kabullenme yolunu seçtiniz. Böylesi daha güvenli...
. . .
Çünkü içimizden geldiği gibi sokağa çıkıp oyun oynarsak, uzun vadede toplum tarafından fena halde cezalandırılırız.
. . .
Evet, ne ironiktir ki, seçim hakkımız olmadığını iddia ettiğimiz her şeyi yine “seçerek” sürekli kılıyoruz.
. . .
Ama bizi özgür iradelerimizi uygulamaktan alı koyan da bunlar değil midir zaten? Yargılanma, aşağılanma, garipsenme, dışlanma korkuları...

Cezalandırılmamak, ayıplanmamak ve dışlanmamak için değil mi zaten tüm yaptıklarımız? Tüm bunların en uç noktası değil mi zaten hapis cezası. Böylece ömür boyu sürecek bir tecride uğramış olursunuz.

Peki hata nerede sayın yazar? Bir şekilde toplum içinde çoğunluğun benimseyeceği fikirler olacaktır. Nesilden nesile aktarılırken yeni nesiller bu fikirleri sorgulamayacak ve kendilerine ait olduğunu düşündükleri bu fikirleri takım tutar gibi tutmaya başlayacaklar. Sonrasında kendilerinden olmayanı aşağılama, ayıplama aşaması gelecek. Bu farkındalığı nasıl ayakta tutacağız.

Belki de demokrasi kavramını çoğunluğun azınlığı ezmesi olarak algılamamız da burada bir sorun oluşturuyordur. Ülkemizde yerleşik demokrasi kültürü böyledir çünkü: seçilenler sevinç nidalarıyla başa gelir ve kendilerini seçmeyenleri görmezden gelerek her istediklerini yaparlar.

Bu durum toplumun en küçük birimi dediğimiz aileye kadar sirayet etmez mi? Ailede, sınıfta, iş yerinde iktidarı elinde bulunduran kişi hep diğer fikirlerin üzerinden silindir gibi geçip kendi fikrini dikte etmez mi? Kıyma makinesi gibi iktidarların bulunduğu bu sosyal oluşumların içinde hayatını devam ettirmenin yolu, ya iktidarla birlik olmak ya da sessiz çoğunluk rolünü oynamaktır.

Bir gün birileri çıkıp devrim yaptığında da çok şey değişmez aslında. Yeni bir iktidar, yeni bir şakşakçı takımı ve yeni bir sessiz çoğunluk oluşur. Halbuki V'yi diğerlerinden farklı kılan şey budur: iktidar arzusunda olmayan bir devrimci.

Peki ya bu iktidar-muhalefet özelinden iki kutuplu düşünce yapımıza doğru bakarsak? Geçtiğimiz yüzyılın son demlerine kadar süren soğuk savaş dünyayı iki ayrı kutba ayırmıştı. Aynı şekilde ülkemizde de sağ ve sol olmak üzere iki kutup hep varoldu. Düşünce dünyamızı da benzer bir yaklaşımla iyi-kötü ekseninde şekillendirdik.

İki nokta arasında yanlızca bir doğru çizilebildiğine göre, sonsuz uzayda bir yerlerde belirlediğimiz iki nokta arasında gidip geliyoruz demektir. Ne kadar acı.

Cuma, Aralık 08, 2006

Özgürlük

Ben de zikretmesem olmazdı:


"Yazı yazmam için bana çiçek, kuş özgürlüğü değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin özgürlüğü lazım. Küçücük özgürlükler değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk özgürlüğü istiyordum."

(Sait Faik Abasıyanık - Balıkçısını Bulan Olta adlı öyküden, syf 49)

Kayıp Milat

Öncesini ve sonrasını ayrı ayrı değerlendirdiğimiz milat belkide olduğunu düşündüğümüz yerde değil. Kilisenin takvim üzerinde oynama yaptığı, ortaçağ tarihi olarak bildiğimiz bölgeden 200 yıl eksilttiği konuşuluyor dedikodu kulislerinde.

Neden belli bir nokta belirleyip öncesini ve sonrasını konuşma ihtiyacı hissetmişiz? Belirlilik isteğimizin, referans noktası olmadan 'şey'leri kavrayamayışımızın bir sonucu bu. Öncesini ve sonrasını bilemeyeceğimiz şeyleri ancak böyle anlamlandırabiliyoruz sınırlı hafsalamızda.

Eğer burada yazılanların bir miladı olacaksa, işte tam şu anda oluşuyor, iyi bakın buraya! Ne mi oluyor? Şekil şartları yerli yerine oturmaya başlıyor. Aslında bunu daha önceden yapmam gerekirdi belki de. Ben değil miydim, insanın halet-i ruhiyesini derleyip toparlayabilmesi için öncelikle şekil şartını yerine getirip bedeni ile ilgilenmesi gerekir, diyen?

yarım yazı

uzunca bir sessizlik. gece. evet, herkes uyur bu saatte. yapacak hiç bir şey kalmadığında uyurlar ya insanlar hani. diğer günlerden farklı olarak şehir sanki daha derin bir uykuda. hiç bir ışık yok. şehrin üstündeki duman sisi daha kesif bir hale getirmiş. uzaklardaki ışıkları görmek de kabil degil.

insanın özgür iradesinin her türlü dış etkiden kurtulup sahiden özgür olabilmesi nasıl bir şeydir? bu gezegen öyle bir yer ki, çok yerde değiştirilemez ve mutlak adaletin tecellisi kabul edilmiş olan yasalar bile insanları manipule eder. kimseye -kendime- bile zararı olmasa dahi yapamayacağım şeyler vardır yasalara göre.

ne garip varlıklarız. yalnız kalmamak ve birlikte yaşamak adına yaptığımız aptalca şeylere de bakın. halbuki birbirimizi olduğumuz gibi kabul edebiliyor olsak ve bir diğerinin işlerine burnumuzu sokmamayı başarabilsek, o bir diğerinin bizim gibi işlemiyor olabileceğini de kabul etsek, belki her şey daha iyi olabilir.

boşuna demiyorum insanların nasıl çalıştığı ile ilgileniyorum diye. serdar kızıyor bazen bana, çünkü o bana bir şey sorduğunda, konuyla ilintili olmayan detaylarla ilgilendiğimi düşünüyor. ama benim düşünce sistemim onun gibi çalışmıyor ki. sorduğum ilintisiz gibi görünen detayların benim çarklarım için dönebilecekleri bir eksen kadar önemi var. ama bunu anlatabilmek çok güç.
--

bakma öyle, yarım bir yazı bu, bu kadar işte. :-)

Perşembe, Aralık 07, 2006

kahve-muffin

a sade filtre kahve ve çikolatalı muffin

ne büyük saadet !

b
evet değil mi?
hayatın anlamı buralarda bi yerlerde olmalı.

a :)
muffin in içindeki çikolata parçalarında olabilir mi? :)

b
çikolata parçalarında olabilir fakat onlara muffin in içinde oldukları sürece anlam verebiliriz. yoksa onlardan bir avuç alıp yemek aynı lezzeti vermiyor. mutluluğun çikolatayla bir alakası olmalı.

Cuma, Aralık 01, 2006

kızıl büyü

uzun süren sessizliğin sonunda her zamanki gibi fırtına patlak verdi. hiç bitmeyen ve bitmeyecek bir yara bu. gecenin içinde hafiften parlayan bir köz gibi. olduğu yerdekileri yakar, acıtır. yapamıyorum işte. beceremiyorum. neyi mi? hiç bir şeyi. basitçe hiç bir şeyi. evet kusacağım şimdi buraya. kimseyi duymadan kusacağım. huzurlu geçemeyen gecelerin envanterini çıkaracağım. her duyduğumda yerimden zıplatan, dünyadan koparan seslerin, binlerce melodi arasından seçilebilen tınıların çetelesini yapacağım. yapabilecek miyim? bu listeyi tamamlayabilirsem olacak mı? bu yazıyla olabilecek bir şey mi? yazı, yani söz, bunu başarabilir mi? başka başka yollara mı başvurmalı. ismi lazım değil, bir yazar hep aynı çemberin etrafında döndüğüne göre, olmuyor mu acaba sözle? ya neyle oluyor? yaptığı resimler öldükten yıllar sonra bile anlaşılamayan o meşhur ressamlar anlatabiliyor mu meramlarını? sükûnetle üfleyen neyzen mi anlatıyor yoksa? inleyen nağmeler mi? hiç geçmiyor biliyor musun? hiç geçmiyor. hiç geçmediği gibi her şeyin de önüne geçiyor. benim önüme, hayatımın önüne, düşlerimin, düşüncelerimin... olamıyorum, ölemiyorum. sancı. sancı nedir bilir misin? hiç geçmeyen sancı. hiç kafasını duvara vuran bir adam gördün mü geçmeyen sancısından? her şeyi ama her şeyi unutur ya insan, hani neren ağrıyorsa oradadır canın. canım acıyor dersin. benim göğsümün tam orta yerinde. çıkmıyor. çok önce girdi oraya. öyle çok önce ki. o zamanlar konuşamıyordum bile. o sancıyı oraya melekler getirip koymadı. iki kızıl minik şeytan geldi, kırmızı kırmızı parlayan iki gözün içindeydiler. o kırmızı gözlerin ardında bir şimşek çaktı, sonra şeytanlar fırladı göz bebeklerinden, geldiler açtılar göğsümü, bırakıverdiler bir pıhtı gibi o sancıyı. tanımıyordum o zamanlar şeytanı da, kırmızıyı da. biliyor musun ben renk körüyüm. maviyle yeşili de ayırt edemem zaten. o zaman maviyle yeşili de bilmezdim zaten. olsun. şimşek nedir bilmiyordum, şeytan nedir bilmiyordum. bakakaldım. konuşmayı da bilmezdim. kimselere soramadım nedir bu diye. şimdi okuyucu der ki, ne şeytanı, ne kırmızısı sancısı, olmaz böyle şey, kurmaca bunlar, bir kurgunun öğeleri. ama sen biliyorsun değil mi, kurmadım bunları. sonra günler geçti, kırmızı şeytanları hep gördüm o iki gözün içinde. ama ondan sonra her şimşek çakışında gelmediler yanıma. gerek yoktu ki! zaten her şimşek çaktığında, benim içimde çakıyordu. o içime koydukları sancı var ya, işte o, sarsıyordu beni derinden. etraf kızıla kesiyordu, kimse görmezdi benden başka. kıpkızıl olurdu etraf. düşünemezdim. öylece kalakalırdım. tek kelime söyleyemezdim. dilimden bir kaç kelime dökülürdü. halbuki sihirli kelimeler gerekirdi bu kızıllığı dindirmek, sancıyı dindirmek için. ben o sihirli kelimeleri hiç bilemezdim. hiç bilemedim. sancı bitmezdi böyle olunca. kan görürdüm sonra. kıpkırmızı kan. sonra bir ses duyardım nereden geldiği belirsiz. tekrar ederdim onu. o zaman biterdi işte. ta ki bir dahaki büyü zamanına kadar. ama ben ne zaman büyü yapmam gerektiğini de bilmezdim. her seferinde o dehşetengiz kızıllık sarardı etrafı. yine aynı şeyler. çok küçüktüm biliyor musun? nasıl anlatabilirim sana o herşeyin kırmızıya kestiği zamanları? inanılmazdır o zamanlar. karabasanı bilir misin? karabasandan bile fenadır. kan kokar her yer. çok küçüktüm ben o zaman. içimdekinin sancı olduğunu bile bilmezdim. içimde bir şeyler titrerdi ne olduğunu bilmezdim. kimseye de söyleyemezdim. adı olmayan şeyi başkasına nasıl söyleyebilirsin ki? nasıl anlatırsın. isimle ateş arasında demiştim ya, öyle işte, ismini bilmediğin şeyler insanın içini yakar ateş gibi. o zaman keman sesini de bilmezdim. belki bilseydim içimde titreyen şeyin titrek titrek ağlayan keman sesine benzediğini de bilebilirdim. ama bilmezdim kemanı da, kanunu da. kanun yoktu zaten. sadece büyü vardı. o kıpkızıl büyüler. küçücüktü benim dünyam o zaman. hani küçük dünyam diye başlar biyografiler, benim dünyam sahiden küçüktü. 200 metrelik bir sokak, 74 metrelik bir ev. hepi topu bu kadar. arasıra belki camiye doğru olan 50 metrelik çıkmaz sokak ve en yakın arkadaşım mevlütlerin evi belki evrenimin genişleyen parçaları olabilirdi. hani evren hep genişliyor ya, benim evrenim bazen genişler bazen küçülürdü. bazen bir oda kadar bile olabilirdi. o kızıl büyü geldiği zaman hele! o zaman evren yoktu benim için. hiç bir şey yoktu. hiçtim o zamanlar. yapacak hiç bir şeyim yoktu. dona kalmaktan ve damarlarda yürüyen kanı izlemekten başka. kaçmak mı? nereye kaçmak kuzucuğum? bu kadar küçük bir evrende nereye kaçabilirsin ki? kızıl büyü her yana gelir, her yeri kapsar, her şeyi görür ve işitir. o zamanlar ölmeyi ve öldürmeyi de bilmezdim ben. halbuki en başta öğrenmem gereken şeyi bilmiyormuşum. ne ahmaklık. ilk bunu öğretmelilerdi. yapabilir miydim ki? denerdim hiç değilse. denerdim kızıl büyüyü öldürmeyi. olmuyorduysa, kendimi öldürebilirdim. işe bak şimdi bile öldüremiyorum kendimi. halbuki bu sadece sancıyı bitirmez, kavuşmak istediklerime de ulaşmamı sağlardı. yapamıyorum işte. belki bir kaç kadeh yardımcı olurdu değil mi? ama yok işte tam şimdi. e dedim ya, kızıl büyünün ne zaman geleceğini bilemiyorum ki. evet, evet, hala bilemiyorum. beceremiyorum diyorum, inanmıyorsun. onurlu bir insanın başarması gereken şey budur, olmuyorsa ölmektir. ölünce olur çünkü. ölmekle olmak bu kadar yakındır birbirine. hor görmeyin ölümü, gecinden versin demeyin, ölmek olmaktır. evet bilmiyordum ben ölmeyi de öldürmeyi de. hayatımda ölen tek kişi atermitli dedeydi. onun ölümü ise artık o üzeri atermit kaplı balkonundan bize şeker atamayışı demekti. atermitli dede ölmüştü ve artık şeker yoktu. kızıl büyüden kaçamazdınız işte, o her yere erişirdi zaten. bilmediği yoktu, nasıl oluyorsa her şeyden ama her şeyden, kuyruğunu sallayan fareden, gulu gulu yapan hindiden bile haberi olurdu kızıl büyünün. kızıl büyü onlara karşı daha acımasızdı biliyor musun? kan çıkarırdı onlardan. kıpkırmızı kanlar, saçılır her yana. her yanda kan damlaları. kızıl büyüden korkmak gerekirdi. eğer büyülü sözleri söyleyemezsem benim kanım olabilirdi dağa taşa sıçrayan. ardından övgüyle bahsedilen. ama bana hep bir ses söylerdi büyüyü, hep de son anda. demek ki kuyruğunu sallayan fareye de, gulu gulu yapan hindiye de kimse söylemiyormuş. her seferinde onların kanları saçılırdı etrafa. korkardım. bir gün bende olabilirim bu. yine de bilmiyordum ölmeyi. beni korkutan o kan kızıl damlalardı. kızıl büyünün gözlerinin içinde dolaşan damarlar bunlarla besleniyor olmalıydı. şişerdi, şişerdi. o damarların şiştiğini gördükçe nutkum iyice tutulurdu, nefes alamaz olurdum. sonra biraz büyüdüm. ama çok büyümedim. büyümek, büyü'mek demekti, büyü'lenmek demekti. dedim ya, çok büyü'medim. bir kaç büyü öğrenmiştim. ama hiç bir şeye yetmiyordu. kızıl büyü her an gelebiliyordu ve öğrendiğim büyüler çoklukla hiç bir işime yaramıyordu. söylüyordum, söylüyordum, olmuyordu. yine o dış sese muhtaçtım. dış ses söyleyince tekrar ediyordum ve o kesif kızıllık dağılıyor, her şey yerli yerine geliyordu. ve bazen kanıyordum kıpkırmızı. bazen bilemediğim büyüler canımı acıtıyor, kanımı saçıyordu her yana. ama dış ses, o kim olduğunu bilmediğim dış ses var ya, kanı görünce dayanamıyor olsa gerek, o vakit söylüyordu o sihirli kelimeleri. kızıl büyü gidip de öylece kendi kanımla başbaşa kalınca bakardım etrafıma şaşkın şaşkın. günler geçiyordu ve kızıl büyü hep daha güçlü oluyordu. fırtınalar estiriyordu, dur durak bilmeyen. evet, beni daha az hapsediyordu o müthiş kızıllığın içine, ama her bir seferinde canım çıkıverecek sanıyordum. ama işin daha kötü tarafı, hiç çıkmıyordu. canım çıkınca sancım da çıkar sanıyordum. ama çıkmıyordu canım. e zaten biliyorsun, sancım hiç çıkmıyordu. hep oradaydı o. ve her şimşekle birlikte titrerdi. ürpertirdi. sonra yanlış şeyler öğrettiler bana, insan kendini öldürmez dediler, hayat yaşamaya değer dediler. hep diyorum eğitim şart, bu eğitimcileri yola getirmek lazım, yalan yanlış şeyler dolduruyorlar çocukların kafalarına. insan kendini pekâlâ da öldürür. hem çok da güzel öldürür. mesela bir kaç küçük değişiklikle bu bir intihat mektubu olabilirdir. ve ben önemli bir adam olsaydım, herkes kızıl büyünün peşinden koşardı. ama ben ünlü biri değilim ve en önemlisi kızıl büyüyü sadece ben görebilirim. benim dışımda görebilenler de söylemezler biliyor musun?

çok yoruldum, yazamayacağım, kızıl büyü geldi geçti buradan, bana sormadı neyse ki. yine bilmiyordum sihirli sözcükleri. ama şüphesiz eli kolu buraya da ulaşacaktır. dedim ya hani, o her şeyi duyar işitir ve görür.

böyle işte.

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de