neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Cuma, Aralık 01, 2006

kızıl büyü

uzun süren sessizliğin sonunda her zamanki gibi fırtına patlak verdi. hiç bitmeyen ve bitmeyecek bir yara bu. gecenin içinde hafiften parlayan bir köz gibi. olduğu yerdekileri yakar, acıtır. yapamıyorum işte. beceremiyorum. neyi mi? hiç bir şeyi. basitçe hiç bir şeyi. evet kusacağım şimdi buraya. kimseyi duymadan kusacağım. huzurlu geçemeyen gecelerin envanterini çıkaracağım. her duyduğumda yerimden zıplatan, dünyadan koparan seslerin, binlerce melodi arasından seçilebilen tınıların çetelesini yapacağım. yapabilecek miyim? bu listeyi tamamlayabilirsem olacak mı? bu yazıyla olabilecek bir şey mi? yazı, yani söz, bunu başarabilir mi? başka başka yollara mı başvurmalı. ismi lazım değil, bir yazar hep aynı çemberin etrafında döndüğüne göre, olmuyor mu acaba sözle? ya neyle oluyor? yaptığı resimler öldükten yıllar sonra bile anlaşılamayan o meşhur ressamlar anlatabiliyor mu meramlarını? sükûnetle üfleyen neyzen mi anlatıyor yoksa? inleyen nağmeler mi? hiç geçmiyor biliyor musun? hiç geçmiyor. hiç geçmediği gibi her şeyin de önüne geçiyor. benim önüme, hayatımın önüne, düşlerimin, düşüncelerimin... olamıyorum, ölemiyorum. sancı. sancı nedir bilir misin? hiç geçmeyen sancı. hiç kafasını duvara vuran bir adam gördün mü geçmeyen sancısından? her şeyi ama her şeyi unutur ya insan, hani neren ağrıyorsa oradadır canın. canım acıyor dersin. benim göğsümün tam orta yerinde. çıkmıyor. çok önce girdi oraya. öyle çok önce ki. o zamanlar konuşamıyordum bile. o sancıyı oraya melekler getirip koymadı. iki kızıl minik şeytan geldi, kırmızı kırmızı parlayan iki gözün içindeydiler. o kırmızı gözlerin ardında bir şimşek çaktı, sonra şeytanlar fırladı göz bebeklerinden, geldiler açtılar göğsümü, bırakıverdiler bir pıhtı gibi o sancıyı. tanımıyordum o zamanlar şeytanı da, kırmızıyı da. biliyor musun ben renk körüyüm. maviyle yeşili de ayırt edemem zaten. o zaman maviyle yeşili de bilmezdim zaten. olsun. şimşek nedir bilmiyordum, şeytan nedir bilmiyordum. bakakaldım. konuşmayı da bilmezdim. kimselere soramadım nedir bu diye. şimdi okuyucu der ki, ne şeytanı, ne kırmızısı sancısı, olmaz böyle şey, kurmaca bunlar, bir kurgunun öğeleri. ama sen biliyorsun değil mi, kurmadım bunları. sonra günler geçti, kırmızı şeytanları hep gördüm o iki gözün içinde. ama ondan sonra her şimşek çakışında gelmediler yanıma. gerek yoktu ki! zaten her şimşek çaktığında, benim içimde çakıyordu. o içime koydukları sancı var ya, işte o, sarsıyordu beni derinden. etraf kızıla kesiyordu, kimse görmezdi benden başka. kıpkızıl olurdu etraf. düşünemezdim. öylece kalakalırdım. tek kelime söyleyemezdim. dilimden bir kaç kelime dökülürdü. halbuki sihirli kelimeler gerekirdi bu kızıllığı dindirmek, sancıyı dindirmek için. ben o sihirli kelimeleri hiç bilemezdim. hiç bilemedim. sancı bitmezdi böyle olunca. kan görürdüm sonra. kıpkırmızı kan. sonra bir ses duyardım nereden geldiği belirsiz. tekrar ederdim onu. o zaman biterdi işte. ta ki bir dahaki büyü zamanına kadar. ama ben ne zaman büyü yapmam gerektiğini de bilmezdim. her seferinde o dehşetengiz kızıllık sarardı etrafı. yine aynı şeyler. çok küçüktüm biliyor musun? nasıl anlatabilirim sana o herşeyin kırmızıya kestiği zamanları? inanılmazdır o zamanlar. karabasanı bilir misin? karabasandan bile fenadır. kan kokar her yer. çok küçüktüm ben o zaman. içimdekinin sancı olduğunu bile bilmezdim. içimde bir şeyler titrerdi ne olduğunu bilmezdim. kimseye de söyleyemezdim. adı olmayan şeyi başkasına nasıl söyleyebilirsin ki? nasıl anlatırsın. isimle ateş arasında demiştim ya, öyle işte, ismini bilmediğin şeyler insanın içini yakar ateş gibi. o zaman keman sesini de bilmezdim. belki bilseydim içimde titreyen şeyin titrek titrek ağlayan keman sesine benzediğini de bilebilirdim. ama bilmezdim kemanı da, kanunu da. kanun yoktu zaten. sadece büyü vardı. o kıpkızıl büyüler. küçücüktü benim dünyam o zaman. hani küçük dünyam diye başlar biyografiler, benim dünyam sahiden küçüktü. 200 metrelik bir sokak, 74 metrelik bir ev. hepi topu bu kadar. arasıra belki camiye doğru olan 50 metrelik çıkmaz sokak ve en yakın arkadaşım mevlütlerin evi belki evrenimin genişleyen parçaları olabilirdi. hani evren hep genişliyor ya, benim evrenim bazen genişler bazen küçülürdü. bazen bir oda kadar bile olabilirdi. o kızıl büyü geldiği zaman hele! o zaman evren yoktu benim için. hiç bir şey yoktu. hiçtim o zamanlar. yapacak hiç bir şeyim yoktu. dona kalmaktan ve damarlarda yürüyen kanı izlemekten başka. kaçmak mı? nereye kaçmak kuzucuğum? bu kadar küçük bir evrende nereye kaçabilirsin ki? kızıl büyü her yana gelir, her yeri kapsar, her şeyi görür ve işitir. o zamanlar ölmeyi ve öldürmeyi de bilmezdim ben. halbuki en başta öğrenmem gereken şeyi bilmiyormuşum. ne ahmaklık. ilk bunu öğretmelilerdi. yapabilir miydim ki? denerdim hiç değilse. denerdim kızıl büyüyü öldürmeyi. olmuyorduysa, kendimi öldürebilirdim. işe bak şimdi bile öldüremiyorum kendimi. halbuki bu sadece sancıyı bitirmez, kavuşmak istediklerime de ulaşmamı sağlardı. yapamıyorum işte. belki bir kaç kadeh yardımcı olurdu değil mi? ama yok işte tam şimdi. e dedim ya, kızıl büyünün ne zaman geleceğini bilemiyorum ki. evet, evet, hala bilemiyorum. beceremiyorum diyorum, inanmıyorsun. onurlu bir insanın başarması gereken şey budur, olmuyorsa ölmektir. ölünce olur çünkü. ölmekle olmak bu kadar yakındır birbirine. hor görmeyin ölümü, gecinden versin demeyin, ölmek olmaktır. evet bilmiyordum ben ölmeyi de öldürmeyi de. hayatımda ölen tek kişi atermitli dedeydi. onun ölümü ise artık o üzeri atermit kaplı balkonundan bize şeker atamayışı demekti. atermitli dede ölmüştü ve artık şeker yoktu. kızıl büyüden kaçamazdınız işte, o her yere erişirdi zaten. bilmediği yoktu, nasıl oluyorsa her şeyden ama her şeyden, kuyruğunu sallayan fareden, gulu gulu yapan hindiden bile haberi olurdu kızıl büyünün. kızıl büyü onlara karşı daha acımasızdı biliyor musun? kan çıkarırdı onlardan. kıpkırmızı kanlar, saçılır her yana. her yanda kan damlaları. kızıl büyüden korkmak gerekirdi. eğer büyülü sözleri söyleyemezsem benim kanım olabilirdi dağa taşa sıçrayan. ardından övgüyle bahsedilen. ama bana hep bir ses söylerdi büyüyü, hep de son anda. demek ki kuyruğunu sallayan fareye de, gulu gulu yapan hindiye de kimse söylemiyormuş. her seferinde onların kanları saçılırdı etrafa. korkardım. bir gün bende olabilirim bu. yine de bilmiyordum ölmeyi. beni korkutan o kan kızıl damlalardı. kızıl büyünün gözlerinin içinde dolaşan damarlar bunlarla besleniyor olmalıydı. şişerdi, şişerdi. o damarların şiştiğini gördükçe nutkum iyice tutulurdu, nefes alamaz olurdum. sonra biraz büyüdüm. ama çok büyümedim. büyümek, büyü'mek demekti, büyü'lenmek demekti. dedim ya, çok büyü'medim. bir kaç büyü öğrenmiştim. ama hiç bir şeye yetmiyordu. kızıl büyü her an gelebiliyordu ve öğrendiğim büyüler çoklukla hiç bir işime yaramıyordu. söylüyordum, söylüyordum, olmuyordu. yine o dış sese muhtaçtım. dış ses söyleyince tekrar ediyordum ve o kesif kızıllık dağılıyor, her şey yerli yerine geliyordu. ve bazen kanıyordum kıpkırmızı. bazen bilemediğim büyüler canımı acıtıyor, kanımı saçıyordu her yana. ama dış ses, o kim olduğunu bilmediğim dış ses var ya, kanı görünce dayanamıyor olsa gerek, o vakit söylüyordu o sihirli kelimeleri. kızıl büyü gidip de öylece kendi kanımla başbaşa kalınca bakardım etrafıma şaşkın şaşkın. günler geçiyordu ve kızıl büyü hep daha güçlü oluyordu. fırtınalar estiriyordu, dur durak bilmeyen. evet, beni daha az hapsediyordu o müthiş kızıllığın içine, ama her bir seferinde canım çıkıverecek sanıyordum. ama işin daha kötü tarafı, hiç çıkmıyordu. canım çıkınca sancım da çıkar sanıyordum. ama çıkmıyordu canım. e zaten biliyorsun, sancım hiç çıkmıyordu. hep oradaydı o. ve her şimşekle birlikte titrerdi. ürpertirdi. sonra yanlış şeyler öğrettiler bana, insan kendini öldürmez dediler, hayat yaşamaya değer dediler. hep diyorum eğitim şart, bu eğitimcileri yola getirmek lazım, yalan yanlış şeyler dolduruyorlar çocukların kafalarına. insan kendini pekâlâ da öldürür. hem çok da güzel öldürür. mesela bir kaç küçük değişiklikle bu bir intihat mektubu olabilirdir. ve ben önemli bir adam olsaydım, herkes kızıl büyünün peşinden koşardı. ama ben ünlü biri değilim ve en önemlisi kızıl büyüyü sadece ben görebilirim. benim dışımda görebilenler de söylemezler biliyor musun?

çok yoruldum, yazamayacağım, kızıl büyü geldi geçti buradan, bana sormadı neyse ki. yine bilmiyordum sihirli sözcükleri. ama şüphesiz eli kolu buraya da ulaşacaktır. dedim ya hani, o her şeyi duyar işitir ve görür.

böyle işte.

Hiç yorum yok:

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de