neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Blog'a Mektup -II-

Sevgili Blog,

Bugünlerde pek görüşemiyoruz değil mi? Bazen kalem daha cazip geliyor, bazen de hiç yazmıyorum. Hep söylediğim gibi seninle hiç alakası yok bu sebepsiz gibi görünen aralıkların, hiç sitem etme bana.

Ramazan geldi burda şehre; pür telaş şehir, bir görsen. Böyle akşam saatlerinde fırının önünde pide sırası oluyor. İnsanların neden tam da iftara yarım saat kala pide almak için ısrarcı olduklarını anlayamıyorum. Halbuki mesela ben iftardan 1 saat önce uğruyorum, sadece bir kaç kişi oluyor.

Ramazan geldi geleli elmalı yeşil çay içiyorum yemekten sonra. Siyah çayı çok tüketmemem gerekiyormuş. Eh, yeşil çay da sağlıklı bir şey zaten. Bazılarına 'sası' geliyormuş ama bana sorarsan kendine has bir lezzeti var. Peki sen elmalı yeşil çayların hikayesini biliyor musun? Boş ver, sonra anlatırım.

Parktaki devrilmiş ayıyı anlatırım istersen bak. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde ben küçücük bir çocukken Beylerbeyi nam muhitte ikamet ederdik. Yüksekten yüksekten Boğaziçi'nin gerdanlığına bakar, rüzgarın getirdiği deniz kokusuyla yetinerek yaşardık. Kışın kar yağdığında o yüksek yokuşların tepesinde mahsur kalır fakat keyiften geri kalmaz kızaklarımızı çıkarırdık. Laf aramızda benim hiç kızağım olmadı be blog. Dedemi kışın görme imkanı olmadığından kızak çakan bir dedem de olamadı.

İşte zamanın içinde saklanmış duran eski zamanlarda, deniz kokusu almak, iyotu ciğerlerimize çekmek ve dahi beni denize atmak için kıyıya akın ederdik. Beylerbeyi'nde kıyının büyük kısmı çeşitli kodaman ailelerin yalıları tarafından, kalan kısmı da yaya olarak akın eden çevre halkınca işgal edildiğinden başı boydak rüzgarı teneffüs etmenin imkanı olmazdı. Bu ve bunun gibi sebeplerle hususi arabamızla yaya ulaşımının görece zor olduğu Paşalimanı-Kuzguncuk civarındaki sahil parklarına doğru yol alırdık.

Parka varınca, çocuk olarak üstümüze düşen vazife gereği hep aynı oyuncaklarla, aynı aptal çocuklarla birlikte vakit geçirirdik. Bu çocukların ambalajı değişse de içerikleri hiç değişmez. Tam olarak AB standartlarına uygun olarak en hassas makinalarda üretim. Ambalajlar pazarlama stratejisine yönelik olarak değişiyor.

Bu hiç değişmeyen park oyuncaklarından birisi de siyah renkli ayı yogiye benzer şekilde kravatı olan, bir kolunu denize doğru uzatmış ayı kardeşti. Az evvel bahsi geçen hassas üretim mamüller, ayı kardeş derlerdi buna. Bense, 'Yogi' demeyi tercih ediyordum. Sonrasında sokakta tanımadığı çocuklara 'çocuuk' diye seslenenler gibi, hiç bir şey dememeyi tercih ettim.

Ayı kardeşin denizi işaret eden kolunda asılı salıncakta sallanmak nedense pek hoşuma giderdi. Normal salıncaklara göre daha yavaş olsa da güzeldi işte. Sebebi belirsiz bir şekilde mamüllerin anne-babaları sevmezlerdi bu ayıyı ve işte bu da sallanmak için daha uzun süre demekti.

Sonra aradan günler, aylar ve yıllar bile geçti Üsküdar'da yaşar oldum. Artık deniz bir kaç dakika mesafedeydi, üstelik dokunmak bile mümkündü. Yogi'nin yaşadığı park, artık neredeyse yürüme mesafesinde yakın olmuştu. Geçtiğimiz gün civarından geçiyordum, bir de ne göreyim! Yogi yerde yatıyor. Parkı yenileme çalışmaları çerçevesinde beton kaidesiyle birlikte kumdan çıkarmışlar. Yine de morali bozulmamış, öylece gülümsüyor.

İşte böyle sevgili blog, ayı dediğin kim bilir kaç yıl hizmet verdikten sonra devriliyor da gülüşünden bir şey kaybetmiyor.

Başka anlatacaklarım da var bak dinle hele. Geçtiğimiz hafta ben yokken kimlerle haşır neşir olmuşsun diye baktım. Okulların açılması öncesinde en popüler konu beslenme çantaları olmuş. En iyi beslenme çantaları nerde bulunur, beslenme çantasına ne koyulur gibi soruların cevaplarını aramış durmuş bilinçli anne-babalar.

Sanıyorum ki bu noktada görevimizi hakkıyla yerine getirdik. Pek tabii ki bir çocuğun beslenme çantasındaki en mühim malzeme tecavüz edilmemiş, ucundan kıyısından kırpıştırılmamış bir muhayyile, ezberlenmeyen zevkler ve renkler olacaktır.

Ne düşünüyorum biliyor musun blog, resimli bir sözlük yapıyor olsaydık muhayyile kelimesini nasıl tasvir ederdik? Bence bulut şeklinde olmalı, kocaman, alaca bir bulut. İçinde türlü türlü hayallerin hiç sönmeden yüzebildiği.

Geçen gün mor üzümler gördüm rüyamda, her bir tanesi mandalina büyüklüğünde. Boş ver hangi geçen gün olduğunu, her biri geçiyor nasılsa. Bunu da çizmek gerek muhayyile bulutuna. Aslında ne biliyor musun, cennet gibi bir yer muhayyile, içinde yaşamayı bilince.

Kafeste bir cadı da çizebiliriz bulutumuzun içinde bir yerlere. Tavşan olmazsa olmaz, bir koyun lazım ve koyuna tasmayı unutmamak gerek. Özlem çekene kılavuzu kesinlikle eklememek lazım. Özlememek nasıl olur diye düşleyenlere ders olsun diye. Bulutun içinde bir yerlerde şelale de olsun, şelalenin altında `gözüm yanıyo´ diyen bir adam duş alsın. Nasıl diyecek, tabii ki konuşma balonuyla. Konuşma balonu helyumla şişsin.

Görüyorsun ya sevgili blog, ne çok şey birikmiş. Belki daha sonra resimli sözlüğün muhteviyatı hakkında yine konuşuruz. Bunlardan başka da bir sürü şey düşünmüştüm sana söyleyecek, not almayınca unuttum işte. Halbuki, hep hatırlatıyorum kendime; aklına geldiğinde yaz şunu diye. Bir dahaki sefere artık...

Şimdilik hoşçakal.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Ancak el değmemiş bir muhayyileyi hakedecek kadar güçlü olanlar, olabilenler, el değmemiş bir muhayyileye sahip olabilirler. Diğerleri, zaten o muhayyile ile ne yapacaklarını pek bilmez, "içinde yaşamasını bilene" de olamazlar.

Yoksa kim demiş çocuklar korunmaya muhtaçtır diye?
Suç bulmak anlamsız.

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de