neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Çarşamba, Kasım 29, 2006

deniz işte, bildiğin deniz.

hep vapur, hep vapur. evet; çok biniyorum vapura. ve ne çok haşır neşir oluyorum denizle, hem düşümde, hem düşüncemde. bazen bir kelimeye, bazen kelimenin temsil ettiğine mi aşık olunur? adına ilişki, aşk, sevda denmeyecek bir şey geldi aklıma eski zamanlara dair.

kılıçları şimşek gibi çakıyor, her alevinde bir moğol'un yıldızı sönüyor. hemen yanıbaşımda, yarım metre ötemde oturan çocuk karşısında oturan arkadaşına okuyor bu cümleyi ve ekliyor: ne müthiş bir deyim değil mi, aslında edebiyatı kuvvetli bir yazar bu. yaşı küçük sayılmaz, üniversite öğrencisi olmalı. tarihi roman okuyor olmalı. kim söndürüyor moğol yıldızlarını? halbuki her yıldız etrafındaki gezegenler için bir hayat kaynağı değil mi? o vakit niye söndürüyorsunuz yıldızları kuzum? hiç düşünmez misiniz o sönen yıldızlarla birlikte sönen el değmemiş hayatları? her bir ana dua etmez mi eve dönüşteki gibi: Allah ayağını taşa değdirmesin! hayata dair iç burkan detaylar bunlar. yine mevzuyu öksüz bırakıp zıplayıverdim buralara.

eski zamanlardan bahsediyordum, ne ilişki ne de aşk denebilecek bir hissiyatın kapısını aralamaya çalışıyorum. hiç bir söz söylenmemiş, hiç bir niyet serdedilmemişken deniz üzerine bir kaç laf söylenmişti. hani benim şimdilerde söylediğim gibi. gece karanlığında denizlerin derinlerinde kim bilir neler yaşandığından, karşı kıyının ışıklarından... şimdi arasam bile bulunmaz o laflar. sonra gecenin içinden bir 'kelime' geldi ve ardından suskunluk. sordu, bozdum mu büyüyü, deniz büyüsüydü bozulan. herkes bilmez deniz büyüsünü... sustu beriki, sesi çıkamadı. neden sonra hafifçe konuştu, belli belirsiz, böylece kalsın burada, ne eksik, ne fazla. sahiden kaldı öylece. zamanın içinde bir yerlerde, donakaldı. büyüyü bozdum mu diyen, öyle naif ve dahi öylesine şefkat dolu bir sevgi sundu ki diğerine. suskunluğunun içinde susamasın diye çizilen kalbinden damlayan kanı ikram etti, tavşan kanı diyerek. donakalanın üstünü örttü. sonra da bir çorba pişirdi yurdun üstünde tüten en son ocakta. tuzluğu bulamayınca da ağlayıverdi üzerine.

böyle işte, vapur yanaşırken iskeleye bozulur deniz büyüsü. sorar çaycı: bozdum mu büyüyü? halbuki büyüyü bozan, iskele babasının kafasına geçirilen halattır. bağlanınca halat sıkı sıkı, çaycının şaşkın bakışları arasında, toz mavisi büyü dağılır vapur yolcularının üzerinden.

Pazartesi, Kasım 20, 2006

hasta saçması

dalgalar hep yazma isteği doğuruyor içimde. bunun sebebini bilmiyorum. bazen kızıyor, bazen duruluyorum, bunun dalgalarla bir ilgisi olabilir mi? öyle bıyık altından gülümseme hiç. yoksun sen, yokmuşsun gibi davranacağım. bakmasana yazdıklarıma! yazarken izlenmekten hoşlanmam, bilirsin. bu kalemi yeni aldım. kağıdın üzerinde dansetsin diye yapmışlar. fevkalade! arkadaki yolcu nişanlısıyla konuşuyor olsa gerek, pek heyecanlı. muhtemelen seni seviyorum dediği yerlerde utanıyor olmalı ki kürtçe söylüyor. sesi inceliyor, biraz müşfik, biraz özlemli bir hal alıyor. özleme hissinin nesne sürekliliğiyle ilgili olduğunu öğrendim dün. ve çocuklukta yaşanan travmaların nesne sürekliliği üzerindeki olumsuz etkileri... daha öncede yazmıştım çocukluk travmalarını, hem de bir kaç sefer. bu önemseyişin sonucu olarak algıda seçicilik oluşuyor ve daha çok gözüme çarpıyor bu tür konular. yolcu motorlarını sevmiyorum aslında. pek soğuklar. sanki bir ruhtan yoksunlar gibi. hem kamu hizmeti yapıyor gibi de değiller. neyin nesi dolmadan kalkmamak? serdar kızıyor bana vapurları sevdiğim için, nostalji düşkünüsün sen diyor. olamaz mı yani? çok mu fena yani? şirket-i hayriye vapurlarının bir ruhu var. düşünüyorum, bu ruh nerden gelmiş olabilir diye. olsa olsa yolcularından sirayet etmiş olabilir. e peki neden yolcu motorlarına sirayet etmemiş. tahmin ediyorum şundandır, o eski zamanların, aşkın ruhları, bedenlerine sığmayıp, kendi zarafetlerinden, kendi ruhlarından bulaştırıyorlardı vapurlara. iskele verildiği vakit birbirlerine yol veren bu nezaket timsali insanlardı o vapurları ruhlarıyla dolduran. ve şimdinin hoyrat insanlarının ruhları kendisine yetmiyor ki başka şeylere bulaştırsın. nişanlısıyla konuşan gençten başka konuşan yok. kaptanımız motorları ateşledi! uçuşa geçiyoruz. evet, bir deniz uçağı eğlenceli olmaz mıydı? doğulu genç nişanlısına siyami ersek'i anlatıyor, kalp ve damar hastalıkları hastanesi diyor ve ekliyor, bizim okulun orada. yaşı küçük olmadığına göre marmara üniversitesi öğrencisi olmalı. acaba günler geçip istanbul'a ayak uydurunca ali atıf gibi istanbul kızlarına vurulup nişanlısını bırakır mı ki? sonra aile galeyana gelir mi, sen nasıl nişan atarsın diye? bir sürü bambaşka hikaye, şimdi aynı karede buluşmuş, hareket eden bu deniz uçağının içinde. motorlar koltukları titretiyor. başlıyoruz karanlığın içinde bir yolculuğa. hani hayat gibi. hatırlar mısın, demiryolları için de hayat gibi demiştim. o zaman şunu diyebilir miyiz: tüm yolculuklar hayat gibidir? evet, aynı karenin içindeyiz şimdi, deniz uçağımız bizi ulaştırana dek kara toprağa. vasıtamıza bir zarar gelirse; bambaşka hikayelerimiz aynı karede son bulur. ne kadar ilginç değil mi? tıpkı paramparça aşklar köpekler gibi. eğer bizim için de bir film çekmek isterseniz, filmin adı paramparça hikayeler ve denizdeki sahlep olsun. motorun sesinden olsa gerek, duyamıyorum nişanlısıyla konuşan çocuğu. şehir ışıl ışıl, görebilenlere ve göremeyenler için karanlık çöktü şehre. boğazım ağrıyor pek fena. ama iyileşme süreci yakındır, biliyorum. ateşim düşüyor. şehrin ateşi de düşer mi? sanmam, bu şehir yanmaların şehri. sokaklarını çiğneyen her bir ferdi yakmadan sönmez. zaten değil mi ki sönmeden yurdumun üstündeki en son ocak... ocak olmuş yürekler...

Cuma, Kasım 17, 2006

kalabalık

birazdan etraf daha kalabalık olacak ve pek çok meraklı göz mesai bitimi vapurunda kurşun kalemle yazı yazan adamın ne yaptığını merak edecek. yandaki göz ucuyla bakmaya çalışacak, karşıda oturup elini kolunu nereye koyacağını bilemeyenin şaşkınlığı sürecek. vapur birazdan hareket edecek, kesif bir karanlığın içinde yol alacak, her akşam camlarında yangın çıkan sahici istanbul semtlerinden birine doğru. mahir öztaş'ın soğuma'sı geldi aklıma. orada karanlığın içinde kaybolan bir vapur vardı. kitabı soğuma nedeniyle yarım bıraktığımdan olsa gerek hatırlamıyorum sonra ne olmuştu. kesif bir karanlık, tek ışıksız ve tek bir sessiz karanlığı yazmak istiyorum bir zamandır. ama yapamayabilecek gibi hissettiğimden kalkışamıyorum. evet çok gün geçti yazmayalı. ve şimdi; sadece kalem körelmesin diye yazıyorum. lebaleb doldu vapur, insanlarında meraklı gözleri parlamaya başladığına göre, son verme vakti gelmiş demektir. kalemleri bıraksın herkes!

Perşembe, Kasım 02, 2006

iki kasım treni

daha geçen gün söylemiştim değil mi? yol ve yolculuk güzeldir diye. trenlerle müşerref olmayalı bir yılı aşkın olmuştu ve sonunda bir tren yolculuğundayım. ağır ağır hareket ediyor istasyondan, acele etmeden, ne yaptığından pek emin. yola çıkarken hep böyle kendinden emin olmalı mı insan? dönmeyebilecek kadar emin olmalı sanırım.

bu öyle iddialı yol yazılarından değil. sadece yolun keyfini çıkarmak için bir kaç harfin dizilimi. kalem körelmesin diye.

anahat trenlerinin aksine adapazarı treninde vagonun orta yerinde kapı var ve bu kapının iki yanı iki ayrı vagon gibi. bostancı'dan binen üç genç kızın söylediğine göre diğer taraf sigaralıymış. bulunduğum sigarasız yarı vagonda önlenemez bir gazete okuma sevdası var. anlaşılan bu hatta yolculuk etmenin de belli bir raconu var. bir miktar şehir içi yolculuk yaparmış gibi hissettirse de rahat koltuklar ve huzur verici sessizlik pek naif. üstelik yolcuların şimdiye dek gösterdiği nezaket katsayısı kadıköy-üsküdar dolmuşlarını aratmıyor.

üniversite öğrencileri dışında pek konuşan yok. bu yolculuğun bir ilginç yanı da artık üniversite öğrencilerinin gözüme genç görünüyor olmaları. halbuki daha dün onlardan biriydim ve hala onlardan biri sayılabilirim. boşuna değil sanırım bu yaşlılık hissi. ama hala hayallerim ve apansız maceralara atılacak cesaretim olduğuna göre endişelenecek bir durum yok.

"pasooo, bilet kontroool" -- "iyi yolculuklar" eski model biletimiz yırtıldı. her yeni istasyondan binen yer bulmak için koltukların arasında dolanıyor. gelecek arkadaşları için inebilmesi muhtemel yolcularla pazarlık ediyor bir kadın. karakaşlı, beyaz saçlı adam atılıyor; arkadaşım inecek gebze'de, diyor.

gidiyoruz ağır ağır, yaşar gibi hani. ve yolculuğun bittiği yerde yeni bir hayat başlayacak tüm yolcular için. kimine ışıldayacak bir güneş ve kimisine gözyaşı belki. demiryolları da herkese eşit davranmıyor, sonraki istasyonlardan binenler ayakta kalıyor.

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de