zaman hakkında
saatin kendisi mekan , yürüyüsü zaman , ayari insandir.
ahmet hamdi tanpinar
yari kapali bir sohbet/tartisma grubumuza zaman, zamansizlik ve eszamanlilik konulari dis mihraklar tarafindan empoze edilince ben de dahil olmak üzere pek çok kisi tarafindan ragbet gördü. sonraki oturumda da konusuldu. tahmin edilecegi üzere henüz bitmedi, zaman mefhumunu bile dogru dürüst konusamadik ki, zamansizlik ve eszamanlilik kavramlarina dogru yol alabilelim. iste bu zamanin konusuldugu ve bitirilemedigi günün sonunda eve dönerken bazi düsünceler üsüstü kafamin etrafina.
biliyor musun, otobüste giderken yahut yürürken kafamin etrafindaki bu düsüncelerin bonus perugu gibi kafamin her yanini sardigini, margarin reklaminda düsünce balonundan çekip alinan bir paket margarin gibi baskalari tarafindan görülebilecegini falan düsünüyorum bazen. bazen de ben baskalarinin düsündüklerini görüyorum. tamam kizma ama baska bir sey anlatmak istedim tam simdi, zamana dönecegim yine. bu kafamin etrafindaki düsüncelerle vapurda denize dogru bakarken karsima oturanin gözleri dikkatimi çekti: ya aglamak üzereydi, ya da aglayip binmisti vapura. dudaklari sanki hiçkirarak aglamamak için büzülüyordu. cebinden cep telefonunu çikardi, kulakliklarini takti ve kimisi için bir fenomen olan sx1 ile müzik dinlemeye basladi, bakislari dalgalarin arasina dalip gitti. biraz rahatlamis gibiydi. o an çok istedim; aglamak üzeresin ama gülmek çok yakisirdi sana , yazan bir not vermeyi eline. ne baska bir konusma, ne bir söz. bu kadar. belki mutlu olurdu, belki biraz olsun dagilirdi kederi. {acaba o sirada centrefolds dinliyor olabilir miydi?} ama yapamadim, çantamdan kalem kagidi çikarmaya cesaret edemedim. sanirim bu konuda biraz egi(ti)lmeliyim. vapur iskeleye yanastiktan sonra yine kulakliklarini çikarip cebine koydu, yine gözleri doldu, kalkti gitti. ne kadar garip bir seydi zaman, onun ve benim zamanim bir vapur yolculugu süresince kesismis ve sonra yine ayrilmisti. bir daha ayni karenin içinde bulunabilecek miyiz acaba? bu durum; çözemeyecegimiz kadar büyük bir kaosun parçasi. tabii ki isleyebilen her kaosun kendi içinde bir düzen barindirir. baskalarinin daginik oldugunu iddia edip benim her aradigimi elimle koymus gibi buldugum masam gibi. haklisin, elimle koymustum zaten.
suna karar verdim o vapurda; zaman aslinda yok. tam olarak kavrayamadigimiz seylere nicelik* atfetme çabamizin bir sonucu. herhangi bir referans noktasi olmadan kendi varligini kavrayamayan benligimizin kendisi için olusturdugu bir mihenk tasi. günes sayesinde hayatimizi esit parçalara bölen bir algi ürünü. nasil ki boyumuzu ölçüp kaç santimetre oldugumuzu bilmeden önce de yasayabiliyorduysak, zamani tam olarak ölçebilmeden önceden de yasayabiliyorduk pekâlâ. üstelik tam olarak ölçebiliyor muyuz bu kismi da tam bir muamma. elektrigin bulunmadigi yillarca günesin hayatimizda bulunusuna göre karar vermisiz. saatleri ayarlama enstitüsü bunun için ortaya çikmis. bir sekilde sürekli aydinlik veya sürekli karanlik bir dünyada yasiyor olsaydik, nasil gelisecekti insan irkinin zaman algisi? hepimizi delirecek miydik hapishane hücrsinde gecesi gündüzü birbirine giren kader mahkumlari gibi? su yüzyilda oturup atom saati ni yapmamis olsaydik ne olurdu hal-i pür melalimiz? zaman, ucunu bucagini bilmedigimiz evrende kisitli bulunus süremizi ölçmek için kullandigimiz bir cetvel sadece. sadece üzerinde yasadigimiz dünyanin bile kaç yasinda oldugunu bilemiyoruz. kilisenin ortaçag tarihinden bir kaç yüzyillik çaldigi/ekledigi bile tartisiliyor. böylesi bir belirsizlik düzleminde çevredeki sabit duran nesneleri referans alarak kendimizi tanimliyoruz. falan yerde, filan tarihte dogan kisiyim ben, boyum su kadar, enim bu kadar. bu musun sahiden? kendimizi bilmek ve bildirmek için sahiden zamana ihtiyacimiz var mi? ya da zaman sahiden var mi?
--
tam olarak aklimin çesitli köselerinde öbeklenen fikirleri toparlayamadim cümlelerin içine. belki daha sonra bu yaziyi yeniden yazmayi deneyebilirim. sanirim düsüncelerin oldugunca ortaya dökülebilmesi için biraz zamana ihtiyacim var.