Aşağıdaki yazı 2006 yılı Aralık ayında bir blogda yayınlanmış ve bu konuda ben de fikirlerimi yazmıştım. İlgili blogun kapandığını görünce hem üzüldüm, hem sevindim. Belki de vazgeçmiştir, kendisini biraz daha yaşatacak sebepleri bulmuştur özgür iradesiyle.
Elimde bir iletişim bilgisi olmadığı için yazarın iznini alamadım ama konu bütünlüğünü sağlamak adına bilgisayarıma kaydettiğim bir kopyasını burada yayınlamaktan çekinmeyeceğim.
Bir yıl sonra bugün, yaşamayı bırakacağım.Bunu sigarayı bırakmak gibi düşünün... Klasik anlamda depresyon kaynaklı bir hayata son verme eyleminden bahsetmiyorum. Amacım insanlara özgür irade sahibi olduklarını ve yaşamlarını kendilerinin denetlediğini, kuru gürültüden öteye gitmeyecek ifade biçimleriyle değil, göz ardı edilemeyecek bir eylemle kanıtlamak.
Akli dengemin yerinde olmadığını düşünebilirsiniz. Ben de zaman zaman bundan şüphe ederim. Fakat şunu belirtmeliyim ki; kendimizi bize kodlananın akışına bırakıp, kasnakta hareket eden sabit bir dişli olmayı kabul ettiğimiz şu sistemde yaşamaya çalışmak da, en az buna son verme kararı kadar çılgıncadır.
Amacım “haydi hep birlikte bu boktan hayata son verelim” sanılmasın lütfen! Hayat boktan olmadığı gibi, bilakis sahip olduğumuz en değerli, en mucizevi hediyedir. Ben sadece, belki biraz fazla radikal bir yolla, beni kaile alma potansiyeli olanlar üzerinde farkındalık yaratmaya çalışıyorum, çünkü bizler maalesef, bir şeyler sona ermeden onların değerlerini anlayamayan, onlara yeterince önem vermeyen tuhaf yaratıklarız. Hayatımın sizler için bir anlamı olmasını beklemiyorum. Bu yaptığım sadece size, sizin de üzerinde denetim sahibi olduğunuz bir hayatınız olduğunu hatırlatma çabasıdır.
İnsan bilinç ve özgür irade sahibi, muhteşem bir varlıktır. Gelin görün ki, bu muazzam donanımına rağmen, kendi hayatını kısır döngülerin içine hapseden de yine insandır. Hatta bunu kendimize yaptığımız yetmiyormuş gibi, canımızdan çok sevdiğimiz çocuklarımızı da böyle yetiştiririz. Onları dil vasıtası ile iyice kodlar, sonra daha da bir kodlansınlar diye topluma salarız.
Tek başıma dünyayı değiştiremeyeceğimi çok küçük yaşlarda kavradım. Bu bana muazzam bir acı da verdi. Hayır, tanrı kompleksine sahip değilim, her ne kadar sizler gibi ben de bir tanrı olsam da... Siz değiştirmek istemiyor musunuz şu anlamsız savaşları, ayrımcılığı, adaletsizliği? Hiç aklınızdan geçmiyor mu? Mantık bulabiliyor musunuz yaşamın değişmez olduğuna inandığınız saçmalıklarına? Tabii ki bunlarla yaşamayı ve “gerçekler” adını verdiğiniz bir dizi illüzyonu kabullenme yolunu seçtiniz. Böylesi daha güvenli...
Daha hayatlarımızın baharında dışarıyı görüp aklımız gün ışığına, yağan tatlı yağmur ya da kar tanelerine kaymasın diye pencereleri griye boyanmış odalara tıkılıp, geri kalan ömrümüzde işlevsel hiçbir anlamı olmayan bilgilerin beynimize sokulmasına göz yummak zorunda bırakılınca ve aksini yapmak istediğimizde dışlanma, kabul görmeme, yalnızlık tehdidiyle karşılaşınca, çaresiz bize vaat edilen küçük huzur kırıntılarıyla yetinmeyi kabulleniyoruz. Çünkü içimizden geldiği gibi sokağa çıkıp oyun oynarsak, uzun vadede toplum tarafından fena halde cezalandırılırız.
Kim belirliyor tasvip edilemez oluşumuzu? Tıpkı bize benzeyen başka varlıklara, onları incitmeyeceğimiz halde bizi cezalandırabilme cüreti nasıl veriliyor? Ah, onları inciteceğiz elbette... Varlığımızı potansiyel, uyumlu bir tüketici olmaktan daha anlamlı kılacağız. Toprağı koklayacak, koştuğumuzda yüzümüze vuran rüzgarı hissedecek, benliğimizi unutup doğayla bir olacağız. Bundan daha tehlikeli ne olabilir ki?
Kansere çare buluyor, ama piyasadaki ilaçlar tükenmeden bunu yürürlüğe koymuyoruz. Quantum fiziğine hala bir teori muamelesi yapıyor, okullarda “maddenin üç hali vardır, bunlar katı-sıvı-gazdır” diyoruz. Hala zamanı lineer sayıyor, sevgiyi belirli ilişki formlarından ibaret bir tür alış-verişe çevirmeye uğraşıyoruz.
Hayat bu değil, bizler birer kurban değiliz. Yakınarak, mecbur olduğumuzu iddia ettiğimiz bu dünyayı seçimlerimizle şekillendiriyor ve adına “gerçeklik” koyuyoruz. Oysa tek yaptığımız, kollektif olarak yaratılıp süregelmiş bu saçmalıklara katılmayı, onları tüm mantıksızlıklarına rağmen hala geçerli kılmayı seçmek... Evet, ne ironiktir ki, seçim hakkımız olmadığını iddia ettiğimiz her şeyi yine “seçerek” sürekli kılıyoruz.
Yaşamı, onu sevmediğim için bırakmayacağım. Doğrusu, yaşamdan korkmadığım gibi, ölümden de korkmuyorum. Ama size, özgür iradenin ulaşabileceği son noktayı göstererek, kafanızda çengel biçiminde küçük bir soru işareti bırakmayı dilediğimi de inkar etmeyeceğim.
Benimki de bir seçimdir. Kendi hayatım üzerinde tam yetkide söz sahibi olduğumu ispatlamak istiyorum sadece, hepsi bu. Beni yargılayanlarınız, benimle alay edenleriniz, bir tür ahmak olduğumu iddia edenleriniz olacaktır mutlaka. Ama bizi özgür iradelerimizi uygulamaktan alı koyan da bunlar değil midir zaten? Yargılanma, aşağılanma, garipsenme, dışlanma korkuları...
Hemen şurada hayatıma son vermeyip, bunu bir yıl sonra yapacak olmamın sebebi de budur. İnsanlara aptalca geldiği için maruz kalacağım her türde tepkiyi sizlerle paylaşmak istiyorum. En fazla ne olabilir? Bana ne kadar anlayış gösterir, beni ne kadar yargılayabilirsiniz? Hür iradeyi kullanmanın toplum gözündeki bedeli nedir?
Kimliğimi açıklasam, bana engel olmaya çalışan sistemle ayrıca boğuşmak zorunda kalacağım için, bunu blog tutma yöntemiyle aktarmayı seçtim. Bu sayede hem bir yıllık bu sürecin bende nasıl etkiler yarattığını dilediğim ölçüde sizlerle paylaşabileceğime, hem de toplum kurallarına uymuyor diye kendilerinde hak görüp yaşamım üzerindeki özgürlüğümü kısıtlamaya çalışacak potansiyel kurum ya da kimselere engel olabileceğime inanıyorum.
Bugün 7 Aralık, 2006, Perşembe. Benim için önemli olan bir olayın yıldönümü de değil, sevip yitirdiğim birinin yaş günü de... Sıradan bir gün sadece. Sıradan, güneşli, güzel bir kış günü... Ve ben bundan tam bir yıl sonra, 7 Aralık 2007’de, iyisiyle kötüsüyle dolu dolu yaşadığım otuz beş yıllık yaşantıma, özgür bilincimle son vereceğim.
365 gün kaldı...
:)