Sesler
Her yerden sesler geliyor; aşağıdan, yukarıdan, yan odadan ve hatta dışarıdan. Üstüne bir de kahkaha atan martıları say. Daha içimden gelen sesleri söylemedim bile.
En iyisi kulakları takıp, Yüksek Ökçeler'deki gibi kurtulmak tümünden...
neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..
{ | nereye gidilir: ben kendim, kimim? || ne yazmışım? || sayfanın dibinde ne var? || rss abonelik | } |
Her yerden sesler geliyor; aşağıdan, yukarıdan, yan odadan ve hatta dışarıdan. Üstüne bir de kahkaha atan martıları say. Daha içimden gelen sesleri söylemedim bile.
En iyisi kulakları takıp, Yüksek Ökçeler'deki gibi kurtulmak tümünden...
İstanbul bazen pastel bir şehirdir, hele ki buralarda bütün tabiat bahara uyanırken. Tabiatın kışın öleyazması ve sonra baharda ağaçların çiçeklenip yeniden hayat bulması yılbaşı kabul edilirmiş uzaklarda. Bugün guruba karşı camlarında yangın çıkan Üsküdar'a doğru seyrederken güneşin zayıf ışıkları boyuyordu işte şehri pastel renklere. İlginç olan; kimse bunun farkında değildi. Çünkü burası koşanların şehri.
Herkes koşar akşam vakti, metroya koşarlar, vapura koşarlar, otobüse koşarlar, hep koşarlar. Kafalarını kaldırıp havaya bakmazlar, çiçek açan ağaçlara bakmazlar, insanlara bakmazlar. Sokakta yürürken kimsenin yüzüne bakmayan insanlar şaşırtıyor beni evet.
Baktığım yüzlerde bir hikaye arıyorum, bir kaç saniye içinde mutsuz mu, özlemiş mi, şaşkın mı, yorgun mu görmeye çalışıyorum. Yanımdan geçen adamın bambaşka bir hikayesi olduğunu ve hikayelerimizin tam bu noktada kesiştiğini düşünüyorum. Hatta durdurup konuşursam ve bu konuşmadan hoşnut kalırsak hayatlarımız daha uzun süre kesişebilir bu insanlarla ya da işte böyle teğet geçip gideriz. Birbirine teğet geçen milyonlarca hayat...
Biliyorum, Ahmet Altan kıvamına doğru ilerliyor yazı, halbuki ben başka bir şey anlatacaktım?
Hayalî şeylere itibar etmiyor ciddi adamlar. Çünkü sahiden ciddi işleri var. Paralarını veya yıldızlarını saymak gerçekten daha önemli. O hava almayan poşet gibi plazalarında kategorize olmak, daha büyük odalara terfi etmek için üç beş kişiyi daha ekarte etmek, müthiş önemli toplantılara girmek daha önemli.
Ciddi adamlar kimsenin yüzüne bakmıyor, havaya da bakmıyorlar, çiçeklenen ağaçlara da. O zaman aslında yaşamıyorlar. Kim bu komediyi durduracak?
Aslında herkes biliyor tüm bu saçmalıkların poşet kadar gereksiz olduğunu; evet kardeşim, poşete gerek yok.
--
İstanbul bazen pastel bir şehirdir, bugün de öyleydi. Bir sürü şey düşündüm güneşin zayıf ışıklarına bakarken, yukardakileri de, aşağıdakileri de...
Bugün yeni bir şeyler yaptım hayatıma yön vermek adına ve merak ediyorum neler olacak bundan sonra. Bilinmezliğe yelken açmak ilginç bir duygu ve enteresandır ki bu sefer heyecanlı değilim, yorgunum sadece.
Sanıyorum her şey bu şehri sevmemle başladı...
Esnaf bu lafı duyunca ilk önce şaşırıyor, sonrasında iki şıktan birini tercih etmek durumunda:
a-) Aman be kardeşim iyilikten de anlamıyorsun, sana şurada 5 kuruşluk poşetle misafirperverlik gösterecektim ama o fırsatı da vermedin, kıvamında surat asmak, almazsan alma tavırlarıyla poşeti yerine koymak.
b-) Tabi canım ziyan olmasın gülümseyişiyle satın alınan malzemeyi uzatmak.
A şıkkını tercih edenler burun farkıyla önde gidiyorlar. Duruma göre amcaya/teyzeye izah edilebilir ama bazıları nedense çok kötü bakıyor.
Amcalar ve teyzeler kuvvetle muhtemel okuyamayacak olsa da siz şunu okuyun lütfen.
Üsküdar'da bir gece.
Dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış biz sevgili insanlar; hepimiz, ne olduğunu bilmediğimiz aynı şeyi düşünüp, aynı şeyin sancısını duyuyoruz.
Bright Eyes çalıyor fonda. Gün gelir bir film çekersem, bu sahne kesinlikle olmalı. Hani olur ya, farklı mekanlarda başını elleri arasına almış insanlar, konsepte uygun bir parça eşliğinde perdeden akarlar.
Evet, ayrı yerlerde aynı şeyleri, tamam hiç değilse çok benzer şeyleri düşünüp zihinsel sancılar çekiyoruz. Kökleri düşünüp, yolculuk sevdasını sorguluyoruz, varılacak yeri merak ediyoruz.
Özlüyoruz, seviyoruz, gidiyoruz, kalıyoruz ama daha birbirimize bile anlatamıyoruz neler döndüğünü. Korkuyoruz anlatmaya. Sahi gün gelip anlatacak mıyız birilerine?
Halbuki tüm istediğimiz gelip gerçekte neye benzediğimizi görmeleri değil mi? Belki de tüm zırhlar, tüm elbiseler bunun içindir, olamaz mı?
Hani zırhın ardındaki merak edilir ve ancak zırhın ardındakini öldürecek cesarete sahip olanlar zırhın ardına saklananı görmeye müstehaktır ya onun gibi. Ve beni ancak beni öldürecek kadar güçlü olan yaşatabilir.
İşte bunun için güzel güzel giyiniriz, çırılçıplak soysunlar bizi diye, çünkü ancak yeterince güçlü olan yapabilir bunu.
Böyle bir şeyler işte. Dağınık ve kopuk kopuk.
Anlatmak mühim mi sahiden?
"Bilinmek istedim..."
Mühim galiba.
My body, My hand
My heaven, My land
My guardian angel is mine
You say…
My dreams, My head
My sex, My bed
And it's my Corona with lime
And then I say ..
Maybe we could divide it in two
Maybe my animals live in Your Zoo
You say..
My hate, My frown
My kingdom, My crown
My palace and court is mine
You say..
My lights, My show
My years to grow
The time that I spend is fine
But then I say ..
Maybe we could divide it in two
Maybe my animals live in Your Zoo
Maybe I'm in love with You….
But You say…
My coat, My hat
My bones, My fat
My zipper is shut by me
You say..
My Skin, My blood
My devil, My God
My freedom is what You see
But still I say
Maybe we could divide it in two
Maybe my animals live in Your Zoo
Maybe I'm in love with You….
My beginning, My end
My nuclear bomb to pretend…..
Sanıyorum daha önce Lost izlediğimden bahsetmemiştim burada.
Bu akşam üçüncü sezon onüçüncü bölümü izlerken birden bire kafamın içinde bir ışık yandı, masal olmak geldi aklıma. Algıda seçicilik demek yeterli mi acaba?
- - -
Lost, Sezon 3, Bölüm 13'ten:
(Spoiler olduğunu hatırlatmama gerek var mı?)
Let me put it so you'll understand.
Picture a box. You know something about boxes, don't you, John?
What if I told you that somewhere on this island there's a very large box, and whatever you imagined, whatever you wanted to be in it, when you opened at box, there it would be.
What would you say about that, John?
- - -
İzin ver daha iyi anlamanı sağlayayım.
Bir kutu hayal et. Kutulardan anlarsın sen, değil mi John?
Ya sana bu adada bir yerde, çok büyük bir kutu olduðunu söylesem? Ve her ne hayal edersen et, içinde her ne olmasını dilersen dile, kutuyu açtığında, içinde olacağını söylesem...
Bu konuda ne dersin, John?
- - -
Rotası önceden çizilmiş, sorunsuz, kolay ve öngörülebilir bir hayat sürmemizi arzulayan büyüklerimiz(!) sırf iyiliğimiz için zevkleri ve renkleri de ezberletirler.
Düşünmek ve yaratıcı düşünceleri uygulamaya koymak öngörülebilir bir hayat kurgusu peşinde olanları korkutur. Yeni ve farklı düşünceleri dinlemek, anlamaya çalışmak ve belki değişecek düzene ayak uydurmak gerekebilir.
Üstelik bunun yanında bir de yeni düşüncenin eskilere kökünden aykırı olabilmesi durumu vardır ki tüyleri diken diken eder. Belki bir saattir, belki bir yıldır, belki de bir asırdır inanılan değerlerin bir anda yerle bir olması insanın ayağının altından yeryüzünün çekilivermesi gibi olabilir. Tabi bunun yeryüzünü referans* * alan bünyeler için geçerli olacağını belirtmeden geçmeyelim. Her şeyi yeniden düşünüp, yerli yerine oturtup sağlam ve bütünlüğü bozulmayan* * yeni bir yapı oluşturmak kolay mıdır efendim? Ayaklarımız sağlam basabilecek midir yeniden?
Evet, zevkler ve renkler diyorduk; bu ve bunun gibi sebeplerden ötürü zevklerin ve renklerin ezberletilmesi çok mühimdir.
Mesela resim dersinde mavi bir ağaç çizmekte olan 10 yaşındaki öğrenciyi ele alalım. Kopacak kıyameti düşünebiliyor musunuz? Nasıl olur da bir bastıbacak gelip mavi bir ağaç yapabilir? Ne, yoksa bu ağaç deniz ağacı mıymış? Tamam deniz bitkileri filan var ama deniz de ağaç olur mu hiç? Bu çocuk bu düşüncelerle büyüyüp, düşünceleriyle birlikte olgunlaşırsa, yepyeni bir akımın tohumlarını atabilir. Böylece benim gibi düşünmeyen, benden farklı, 'öteki' insanlarla karşı karşıya kalırım. O zaman ötekileri sindirmeliyim!
Ötekilerin ortaya çıkmasının önüne geçmek için zevkler ve renkler ezberletilir. Burada yegane amaç tek tip, birbirine benzeyen insanlar yetiştirmektir. İronik olan şudur: okul müdürü mavi ağaç da olur dediği gün öğretmen sınıfa gelip ağaçları mavi veya yeşil çizeceksiniz diyecektir.
Halbuki insanlara ve dahi çocuklara öğretilmesi gereken bırakınız zevkleri ve renkleri, bilginin göreceli olduğudur. Bugün doğru bildiğimiz pek çok gerçek yarın sabah yalan olabilir. Üstelik zevkler ve renkler görecenin dikâlâsıdır. Ne diye tutturuyorsunuz kardeşim bu yeşil, bu da mavi diye, mavi-yeşil renk körüyüm işte.
Bilginin göreceli olduğunu öğrendikten sonra bir de ötekini* * * dinlemeyi öğrendik mi pek âlâ olur ve bundan öyle ezberlemeye lüzum kalmaz.
Önyargılarımızı bir kenara bıkakıp, algılarımızı açsak, farklı olanı çeşitli biçimlerde dışlamasak, dinlesek ve anlamak için çaba sarfetsek ne olur? Ötekine saygı göstersek filan.
Mesela kızların böcek, erkeklerin çiçek olabileceğini de düşünsek, kelebekleri güzel bulmayan insanların neyi güzel bulduğunu merak etsek, deniz altında yaşayan mavi ağaçların yapraklarını okşayan dalgalar için de şarkılar yazsak...
Başka renkler, başka zevkler olduğunu keşfetsek; ayağımız yerden kesilse filan...
Gönderen turuncu zaman: 18:47:00 1 yorum
Etiketler: özgür irade, zevkler ve renkler
Nasıl masal olunur bilmiyorum. Bilmediğim bir şeyi anlatmak istiyorum diye bana kızmazsınız değil mi? Kızmayın lütfen, hoşgörün.
Öncelikle inanmak gerek, tüm benliğini bu inancın içinde eritmek demek. Septikleri falan unutun, şeksiz ve şüphesiz inanmak gerek masallara. Mesela ankayı Yeni Cami'nin önünde yemlenen güvercinlerden ayrı tutmamak gerek.
İnanmak demek biraz da teslim olmak demektir, kendini öylece içine bırakıvermek demektir masalın. İşte ancak masalın içinde yok olunca masal olabilir, masal olarak varlık bulabilir insan.
Masal olmak demek, gecenin içinden seslenen seslere kanmak demektir, sabah gün ağarırken alacakaranlıkta o seslerin peşinde gitmek demektir sessiz sedasız. İnanmazsınız ya masallara, çıkarken not bırakırsınız masaya, falanca yere gittim diye. Halbuki masal olacak olan nereye gideceğini bilemez. Bildiği ve dahi bildirdiği vakit masal olamaz.
Biraz zora talip olmaktır, susmayı bilmek, özlemek, özle bilmektir. Zira asıl görülmesi gerekeni gözler göremez. Kalbimizden başka birşeyle iyi göremeyiz, çünkü gerçekler gözlerimiz için saklıdır.1
Korkanlar masal olamaz. En başta söyledim ya, bu bir inanç ve güven meselesidir. Korkuya ve endişeye yer yoktur. Masal olmak isteyen, her ne olmak istiyorsa inandığı masalda, o olmaktan korkmamalıdır.
Masal öyle bir yaşam formudur ki ancak o olduğuna inanırsan o olabilirsin. İnanmıyor musun, damarlarından akan kanın mavi olduğuna inan bakalım tüm yüreğinle, kes bileklerini, gör bak ne renk akacak. Kırmızı akarsa eğer, -ki kesmişsen kırmızı akacaktır- bu; tüm yüreğinle inanmamışsın demektir. Öyledir ki, eğer inanırsan, çayının demi dahi beyaz çıkar sabaha karşı. İngilizler sütlü çayı bizim masalımızdan çalmışlardır da kimseler bilmez.
Masal olan bazen örümceğe benzer, karnından ipler çıkar aşık olduğunda. Sarar ve sarılır görünmez iplerle. Halk içinde muteber değilse de bu görünmez ipler, ucu gider kalplerin sahibine bağlanır ancak.
Masal, inananların önünde açılan yepyeni bir bilincin kapısıdır, korkmadan geçebildikleri sürece. Öyle acaip, garip bir şeydir işte.
1: Küçük Prens'ten.
Fotoğraf: Bütün masallar iyi bitmiyor elbet, hazin bir masalın kahramanları onlar.
İnsan kendini yalnızca insanda tanır* üst başlığıyla çıkan K Dergi'nin yirmi üç numerolu sayısı ilk dört sayfasını Şeyh Galib'e ayırmış. Bu vesileyle şunu hatırlamak icab etti:
Tedbîrini terkeyle takdîr Hûda'nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb-ı safânındır
Kediköy'de akşamlar oldukça benzer birbirlerine ve aynı ölçüde sıkıcı olurlar. Bir an önce evine varmaya çalışan sabırsız şoförler ve binecekleri vasıtaya koşturan yayaların keşmekeşi hüküm sürer.
Günlerden bir gün, hepsi birbirine benzeyen akşamların birinde, kalabalığın arasına karışan genç adam yeşil yandığını görünce adımlarını sıklaştırdı fakat karşıya geçmek herşeyi çözmüyordu. Hep gidilecek yerler olduğu gibi yeniden karşıya geçmek için otobüsleri beklemek gerekiyordu. Yine her akşam olduğu gibi bazı otobüsler kırmızıda geçmeyi ihmal etmediler. Halbuki kırmızı otobüsler de kırmızıda durmalıdır.
Yol hakkının kendisinde olduğunu farkedince diğer dolmuş yolcuları gibi yürümeye başladı aheste aheste. Minibüs duraklarının çevresinde aheste yürüyen insanların neredeyse tümü dolmuş yolcusudur. Hepsi bilirler ki şehrin bu en rahat taşıtı her daim orada beklemektedir vefalı bir dost gibi.
Birden bire işler değişti, omuzdaki çanta eline indi ve adımlar hızlandı. Anlamsızca minibüslerin arasından geçti, hatta koşturmaya başladı.
. . .
Her akşamki gibi eve dönüyordum, birbirlerine yokmuş gibi davranan insanlara ben de yokmuş gibi davrandım, ışıklara gelince yeşili farkedip son bir gayret koşturup karşıya geçtim. 45 saniye erken gitmekle ne olacaksa? Yeniden bekle, sonra yeniden karşıya geç. Biraz yorgun, biraz amaçsız dolmuşlara yürü. Parayı uzat...
Bu sefer öyle olmadı, yeniden karşıya geçince sıradışı bir manzarayla karşılaştım, simsiyah saçlı, yeşil olduğunu zannettiğim bir pardesü giyen hoş bir kadın benim de gideceğim yöne koşturuyordu. Yüzünü bile görmediğim halde nasıl bilmiştim hoş olduğunu? Bilmiyordum ve ben de koştum.
Neden koştuğumu, bu mekanizmanın zihnimin içinde nasıl çalıştığımı bilmiyorum. Sadece koştum peşi sıra. Minibüslerin arasından geçtim, dolmuşların hizasına gelince yavaşlayınca yavaşladım. Hemen önümde yürüyordu. Bir an Bay C.'yi hatırladım, gülümsedim.
Tam da benim bineceğim dolmuşa binince heyecanlandım, ya bana yer kalmamışsa? Etrafa hızlıca göz gezdirdim kimse yoktu ama dolmuş ya sahiden dolmuşsa? Kahya isteksizce ünledi:
- Üsküdaaar! Bi'kişi!
Hemen zıpladım. Bazen işler hep yolunda gider ya, hemen yanındaki yer boştu işte. Oturur oturmaz ücret uzatma merasimi başladı ve böylece sesini duymuş oldum:
- Üsküdar ne kadar?
Genellikle geç ve neredeyse içinden cevap veren şoförlere alıştığımdan olsa gerek önüme bakarak, birüçyüz, dedim. Teşekkür etti. Hala yüzünü görmemiştim ve hala hoş biri olduğunu düşünüyordum.
Sonra birden kafamın içinde bir ampül yandı, sönmeden faydalanmak için bulduğum ilk kalem ve kağıtla not aldım:
Kalemi ve kağıdı ortadan kaldırdıktan sonra aklıma geldi, acaba Memento'yu biliyor mudur? Lenny hakkında iki çift lafın belini kırabilir miydik? Yok canım daha neler, durup dururken sorulacak soru mu bu? Neden olmasın ki, hem biliyorsa farklı bir bakış açısı ortaya koyar belki de?
Nedir işin özü? Gözlerinin içine bakmadan bir insanın hoş biri olduğunu nasıl anlarız? Sadece yürüyüşü, saç kesimi ve sesi yetiyorsa nerede yanılıyoruz?
Belki de bazı şeyleri yoksaymayı, unutmayı çok seviyoruz. Memento'da olduğu gibi. Biraz daha bilinçli bir unutma süreci, hepsi bu.
İşin daha ilginç kısmıysa şu; akşam vakti ortaya çıkan yeşil pardesülü birinin bunları bana düşündürtmesi, Memento'yu hatırlatması.
Evet, evet, bilerek unutuyoruz bazı şeyleri.