neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Pazartesi, Nisan 30, 2007

Sesler

Uzaklaşan ayak sesleri
Ve uzaklaşmayan bir huzur hissi.

Cumartesi, Nisan 28, 2007

Kendime Yediremem

Düşman saçmasapan lâflar eder,
duyar can kulağım.
Benim için kötü şeyler düşünür,
görür can gözüm.
Üzerime köpeğini salar,
ısırır köpek ayağımı,
çok acılar çekerim, çok acılar.
Köpek değilim, onu ısıramam,
ısırırım dudağımı.

...

Mevlana Celaleddin

Pazartesi, Nisan 23, 2007

Gündelik Hayat

Bakınca şöyle pencereden dışarı, gündelik hayat teorileri kadar sade, masallar kadar pırıltılı, ışıl ışıl. Mavisi masmavi, yeşili yemyeşil. Erguvanlarda salkım salkım.

Daha önce söyledim ya; o kadar çok şey var ki aklımda bir türlü onları sıraya sokamıyorum. Ne gerek var sıraya demeyin, harfler birbiri ardına sırayla diziliyor, sonra kelimeler... İşte tam olarak bu sıralamayı nasıl yapacağımı seçemiyorum. Aslına bakarsanız tüm bu cümleler, dağınık bir metnin habercisi fakat öylesine kendim için olduğuna göre bunun da bir önemi yok.

Dün akşam bilgisayarı açınca Aslı'yı görünce sordum hemen:

+ Sana bir şey söylesem onun hakkında yazabilir misin?
a Söyle bakalım
+ Üç sey söyleyeceğim;
1. incelikler yüzünden
2. sevmek beklentisizce
3. o güzel insanlar atlarına binip gitmediler, aç gözünü iyi bak etrafına.
a Ben böyle naif güzel temiz derin mevzular hakkinda söz söylememeyi tercih ederim.
Uyumadan önce bunu düşündüm, sahi söylenmez mi? Aklıma mandalinanın zarı geldi. Uyuyakalmışım, ilginç rüyalar gördüm. Bir konser vardı ve çantam çalınmıştı. Pek koşturmacalıydı, terleyerek uyandım.

Uyanır uyanmaz gelen giden var mı diye bilgisayara göz atma adeti edindim bir de son zamanlarda. Firefox'u açınca şu çıktı:

Do you love Firefox? So do millions of other people. Help us spread the word!
Evet, spread the word. Birileri söylemeli, duyurmalı, yaymalı. Elbet tam olarak anlatamayacağız ama duyurmalıyız sesimiz çıktığınca. Yoksa sevgisizlik öldürecek bizi*.

Sevmeyi, sevişmeyi ve dahi sevilmeyi bilmiyoruz ya, hepsi bundan. Sırf bu yüzden birileri kafanızı kesebilir, hadi daha insaflı olup kurşunlayabilir. Bir başkası yol vermediniz diye tutup sizi denize atabilir, ne kadar ilginç değil mi?

Anlayamıyorum, kafam çok karışık. Dedim ya, bir sürü şey geçiyor kafamın içinden, durduramıyorum, hangi birini yazacağımı bilemiyorum. Anlayamadıklarımdan biri de neden gerçekleri konuşmuyoruz? Günlerdir gazeteler, televizyonlar cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili kahve fallarını yazıyor. Kesinlikle önemli ama sahiden bu kadar suyu çıkarılmalı mı?

Doğu illerinde kızlar, kadınlar intihar ediyor. Bazılarını hiç duymuyoruz, bazılarını da kerhen yazıyor gazeteler. Güldünya ölünceye kadar ses çıkarmayan kocaman adamlar, şarkı olup kulaklarına çınlayınca yasaklıyorlar*.

Gözden kaçırılamayacak kadar çok çocuk tacize uğruyor ama her nasılsa kaçıyor işte gözden. Hatırladığım kadarıyla bundan daha önce de bahsetmiştim* *. Sanıyorum bundan sonra da bahsetmeye devam edeceğim, çünkü rahatsız oluyorum.

Çok şükür ben yaşamadım böyle bir şey, sanırım bunu kaldıramazdım zaten. Yine çok şükür, yaşayan birinin duygularına ortak oldum, anlatmak için çaba sarfetti, anlamak için çaba sarfettim, kendimi verdim. Şimdi hiç gitmiyor içimden, gitmesin zaten.

Gözden kaçıyor demiştim değil mi, el birliğiyle kaçıyor hemde, hep birlikte. Evlerin içinde neler olup bitiyor kimse söylemeye cesaret edemiyor.

Fakat bunların hiç bir önemi yok biliyorsunuz, çıkacak mı çıkmayacak mı lotosu, Seray Sever'in memeleri, Hüsnü'nün yatak odası* gibi detaylar daha önemli.

Adamların kafasını kestiler yahu! Üç gün geçti üstünden ve herkes unuttu. Küresel ısınma dediler, sonra onu da unuttular. Kafamıza yarın taş yağacak desem kimse umursamayacak. Ne kadar ilginç. Bir sürü çocuk, evet evet, sürüyle, sokakta yaşıyor onları da ancak yuva da dayak yediklerinde hatırlıyoruz, hatırlıyorlar. Sizin plazma kaç ekrandı kuzum onu söyleyin siz.

Çocuk bayramı ya bugün, çocuk olamayan çocukların bayramı. Dayak yiyen, anne-babalarına ebeveynlik yapan, okul-dershane-ev üçgeninde koşturan, yetmedi kurslara giden, kurslara gidemeyecek durumdaysa çalışmak zorunda olan çocukların bayramı.

Yaradan biliyor, yazıya başlarken daha naif şeyler yazmak niyetindeydim ama olmadı işte. Böyle arada bunları kusmak geliyor içimden, sizi de rahatsız etmek istiyorum. Öyle koltuklara yaymayalım kıçımızı, unutmayalım nerede yaşadığımızı istiyorum.

Her şeye rağmen bir ışık, bir pırıltı var insanın içinde. Sevmek gerek insanı, beklentisizce. Sevilince, parlar beden denen fanus, bir bakarsın içi görünür ışıl ışıl. Gözün bile kamaşır.

Evet, bizi sevgisizlik öldürecek.

Çarşamba, Nisan 18, 2007

Taşınmak

17 Nisan, 12.44 sularında taşınmak üzerine yazmak için not almışım bir kenara. Kağıda yazmayı seviyorum. Söylemiştim, kalemi de seviyorum. Bir de bunları dizmek var işte...

---

Taşınmak ve taşmak önemli konular. Bolu'da yıllardır aynı yerde akan nehrin yatağını bozduğumuz geceyi hep hüzünle hatırlayacağım. Halbuki bu hatıranın gerçek sahibi ben değilim. Sahibi gelip teslim alana dek emanet.

Çocukluğumda öyle çok taşınırdık ki kanıksamıştım bunu. Yirmi sene içinde sekiz ev ve dört semt değiştirmek hiç acıtmamıştı. Çünkü sonradan acıtmayı planlamışlar. Bir yandan hep şaşarım otuz sene aynı evde oturan insanlara.

Şimdiki ikametgahımız altı yılı aşkın bir süredir hizmet veriyor ve hala yeni diye anılıyor. Eskime alametleri gözden kaçırılıyor itinayla. Eski olabilmesi için bahsi geçince hala aynı yerde oturuyoruz denmesi gerekiyor. Sahiden ilginç.

Taşınıp durmak, göçebeymişcesine bir hayat yaşamak; budur belki insanı bu topraklara sıkı sıkı bağlanmaktan alıkoyan. Otuz sene aynı yerde oturup, sonra mahallenin/köyün mezarlığına gömülmeyi arzulayan kişileri anlamıyorum. Nedir yani, ha burası, ha başka yer?

Belki vatan algısının da bununla bir alakası vardır, bununla ilişkilendirirsem hoş olmayacak, buradan geçelim.

Belkide, göçebelik hissini daha kabul edilebilir kılmak adına değiştirmiyoruz bu mobilyaları. Hala aynı yerdeyiz hissi. Üstelik fiziki olarak olduğu kadar fikri olarak da zor başka yerlere gitmek, yeni fikirleri tanımak, yeni fikirlere taşınmak. Bu sebepten yerimizi koruyalım evet, mobilyalar dursun.

Bolu'daki ev dağılırken hatıra sahibi çıldırmış gibiydi. Koca bir ömrü dağıtıverdik, toza dumana kattık oniki saat içinde. Fulya'daki ev dağılırken, yine bir sürü yaşanmışlık kayboldu kolilerin arasında, boğazıma düğümlendiler. Belki Beşiktaş'taki en sükunetlisiydi ama yine de hüzünlüydü işte.


Şimdi bakıyorum, benim de etrafı dağıtasım var ama bu deneyimlerden sonra gözümü karartamıyorum. Belki geçmişe çok takılıyorum. Bu biraz yemeği çiğnemeden yutmak gibi. Halbuki geviş getirirken hiç aynı zevki alamayız. En azından kutudaki koyun öyle söyledi.

Taşıyınca ve taşınınca; bir hayattan bir başkasına gidilebiliyor. Belki kendini taşımak bile kolaylaşıyor. Bir hayatı taşımışsın, kendini mi taşıyamayacaksın?

İşte dün gördüm gözlerinin yeşilini, baharda yeşillenen çağlalar gibiydi. Hiç olmadığı kadar pırıl pırıl, hiç olmadığı kadar bulutsuzdu. Henüz ayna yok yeni evinde, kendisi görmemiş.

---

Evet, böyle not almışım deftere, bölük pörçük. Belki her bir pörçükten başka bölüklere yol gider daha sonra.

Bir de taşmak vardı, ona hiç dokunmadık. O da sonra...

History / Masal

Gelene gidene bakarken dikkatimi çekti, google bey masalla ilgilenenleri bu tarafa gönderiyor bazen. Aynı aramayı ben de yapınca gelen sonuçlardan birinde şuna rastladım:


Yazılı tarihe “historia”, yazılı tarih öncesine ise “prehistoria” denir. Fakat sözcük anlamına bakıldığında historia sözü aynı zamanda hikaye veya masal da demektir. İngilizce tarih = history şeklinde yazılır. Bu sözcüğü Hı-story şeklinde ayırırsanız Hi sözünün okunuşu “hay” veya High = Yüksek olduğu ve “story” masal/hikaye olduğu göz önüne alınırsa hi-story = Yüksek masal anlamına gelmektedir.

Düşündüm, bana daha çok his-story gibi geldi.

Salı, Nisan 17, 2007

Huztut

Çok zamandır yazamadım. Bir sebebi yok, sadece hızlı akan düşüncelerin herhangi bir tutarlılığının olmaması.

Şimdi ağlamak istiyorum. Bunun da bir sebebi yok, sadece hızlı akan hislerimin herhangi bir tutarlılığının olmaması.

Tutarlı olmak gibi bir takıntım yok, tutarsız olmak da güzeldir.

Bir şeyler oluyor. Ne olduklarını bilmiyorum. Bilmesem de onları hissediyorum. Bu da pek tutarlı değil, di mi?

Boş verelim bari.

Cuma, Nisan 06, 2007

Gün Batımı

18:45 - Beşiktaş-Üsküdar motorunda bir amca:


Azizim, şu İstanbul'da güneş çok güzel batıyor. Hele bak, denizin üstünde ancak iki karış sis varken...


Çarşamba, Nisan 04, 2007

İnsan

İnsan kendini yalnızca insanda tanır.1

İnsanın kendini anlama ve anlamlandırma çabası içinde başka insanları ve hatta şeyleri anlamaya, özümsemeye ihtiyacı vardır. Bu anlama çabasını kendi iç değerlerimizle yaptığımızda fazlaca yol katedemeyeceğimizi düşünüyorum, biraz daha fazlası gerekiyor. Mesela bir başkası da şoyle demiş:

Gerçekten birini algılayamaya çalışırken, bunu çeşitli bulgularımızı kendi veri bankamızla eşleyerek anlamlandırma yolunu seçme yöntemi, bize doğru sonucu asla veremez. Çünkü ruh, analiz edilebilen bir şey değildir. Ruh, sadece hissedilir.

...

Bunu anlatması biraz güç tabii... Şöyle bir açıklama deneyeyim; odun parçasının nehir üzerinde yüzmesini suyun kaldırma kuvvetiyle açıklayabilirsiniz. Ama o odunun suyun üzerinde nasıl ahenkle hareket ettiğini özünüzde algılayabilmeniz için, ruhunuzu o nehre tıpkı odunun kendisini bıraktığı gibi bırakabilmeniz gerekir.


Aslına bakarsanız hissetmek kelimesinin tam olarak anlatılmak isteneni karşıladığını düşünmüyorum, belki kendini vermek denebilir. Bilmiyorum, böyle bir şeyler.



1: Goethe

Bekle

a ne zaman bekleyeyim seni?
b ne zaman beklemiyosun ki?

Salı, Nisan 03, 2007

Mandalina

mandalinanın ince zarını soyup yemek bir törendir. bunu anlamayan insanlarla mandalina yemek kremalı bisküviyi ikiye ayırmayan insanların ortasında yalanıp durmak gibi bi şi. hem zaten mandalina zarının niye soyulduğunu anlamayan biriyle diş fırçası paylaşıyor olmak başlı başına bi bulantı sebebi olabilir.1


Bunu okuyunca düşündüm de, mandalinanın zarının niye soyulduğunu anlamayan biri insanları da soyamaz gibi geldi bana.

Tabi şu da var; bunu bilen biri de soyunmasını bilmeyebilir ama en azından mandilanın zarının niye soyulduğunu bilen birinden yardım isteyebilir.


1: çiğ, aslında zor değil

Pazartesi, Nisan 02, 2007

Kurabiye Canavarı

Ve tanrı kurabiye canavarını yarattı.

Öylesine, kendim için olmayan her şey için.

Ada

About a boy ' un hemen başlarında ana karakterin iç sesini duyarız:

Who wrote the phrase "no man is an island"? John Donne? John Milton? John F. Kennedy? Jon Bon Jovi? Jon Bon Jovi. Too easy. And, if i may say so, a complete load of bollocks. In my opinion, all men are islands and what's more, now's the time to be one. This is an island age. A hundred years ago, you had to depend on other people. No one had tv or cds or dvds or videos.... or home espresso makers. Actually, they didn't have anything cool. Whereas now, you see.....you can make yourself a little island paradise. With the right supplies and the right attitude...you can be sun-drenched, tropical, a magnet... for young swedish tourists.

Pazar, Nisan 01, 2007

Şaka Şaka

Evde geçen bir cumartesiden sonra şaka gibi bir pazar günü yaşadım. Yataktan hadi gel kahve içelim sesiyle çıktım, ne olduğunu anlamadan yola düştüm.

Beşiktaş motorunda arkamda oturan saçı başı pek hippi görünen iki çocuk konuşmaya başladılar:

a Sabah namazına kalkamadım yaa!
b Niye ki?
a (Okkalı bir küfür savurur) ... yaptığım şeytan rahat bırakmıyor ki!
b Kazasını kılsaydın ya.
a Sabah namazının kazası olur mu?
b Niye olmasın?
a Bilmem, olur gibi gelmedi bana.

Sonra motor gürültüsünün içinde inceden bir sızlama duyuldu; keman çalan adamı görünce gözlerim faltaşı gibi açıldı. Boğaza karşı fena da olmuyordu hani. Tekrar bu şehri sevdiğim geldi aklıma, kafama takmadım.

Karaya ayak basınca özlemiş bir seven insan buldum. İnsanın boğazın her kıyısında kendisini seven biri bulması güzel şey dedim. Yok yok, öyle düşündüğün gibi değil. Sonra yine şehri sevdiğimi düşündüm ama sonra hemen savdım bu düşüncemi.



İlk gidilen mekan kahvaltı için gelen onca insana rağmen zift gibi çayı dayayınca burnumuza, böyle çay mı olur diyip kalktık. Hazır şehirde hala kuşlar varken köfteci minibüsünde satılan leziz çayımızı denize karşı yudumlamayı tercih ettik. Tam çaylar biterken serçeler poz vermeye başladı, kırmadık tabi onları. Sonra yine tam düşünecektim, düşünmedim.

Sonra masallar alemine gönderdim onu ve yine kendi kıyıma dönmeyi düşledim. Bir de baktım o bana gelmiş, yeni bir maceranın kollarında buldum kendimi. Güzel insanlar gördüm. Sonra yine düşünecektim, düşünmeden yola çıktım.

Şehrin bir başka kıyısına gittim, yine bir bekleyen vardı. Birileri bana şaka mı yapıyordu? Koltuklarım kabardı, önemli hissettim kendimi.

Sonra bir adam gösterdi bana, ilginç bir adamdı. Başında mavi beresi, üzerinde montu, havuzun başında durmuş hep aynı yöne bakıyordu, on dakika boyunca baktı. Ben bilmesem de zaten bir saattir orada bakıyormuş. Yanına gittik, aldırmadı. Düşünmedim tabi.

Çay içtik Ayasofya'nın gölgesinde, konuştuk. Sonra o yüce ağaçlara bakarken aklıma beş yaşındaki Burak geldi.

a Burak dikkatli ol!
b Babam bana dikkati öğretmedi ki!

Artık dayanacak gücüm kalmamıştı, düşündüm. Evet işte, seviyordum bu şehri. İyi ama babam bana sevmeyi öğretmemişti ki.

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de