Tribün
Geçenlerde her Türk insanı gibi benim de gözüm takıldı magazin programlarından birine. Hülya Avşar'ın suya girip çıkmasını tele objektifle kaydedip defalarca gösteren, selülitlerini sorgulayan ve bunu "ekmek parası be abi" şeklinde açıklayanlardan biri işte.
Hanımefendinin yarı beline kadar suya girip elinde raket ne olduğunu bilmediğim bir oyun oynamasını, kızıyla şakalaşmasını, sahilde yürüyüşünü, güneşlenmesini ve daha pek çok detayını not etmişler.
Bunları seyrederken şunu düşündüm: Tüm bunların öznesi olan kadın, hayatının ne kadarını tribünlere oynuyor, ne kadarını kendi için oynuyor? Nasıl ki sisteme dahil olan her şey sistemin işleyişi üzerinde etki sahibidir, bu durumda hanımefendinin dünyasına seyirci olan koca bir ülke de onun hayatını etkiliyor olmalı.
Aslında benim konum bu değildi. Mahallenin delisinin renkleri kaçmış, ondan bahsedecektim.
Blog yazma işi evet ilk bakışta teşhirci bir uğraş gibi görünüyor. Hülya Avşar'ın bütün hayatını kameralar önünde yaşamasına benziyor olabilir sahiden. O zaman sokakta, kahvede veya ekranlarda hakkında atılıp tutulmayı hakediyor diyebilir miyiz?
Gazetede köşe yazıyor gibi hissettim kendimi; soğuk, mesafeli, ben bilirim diyen bir üslup.
Mahallenin delisi ilk yazmaya başladığı zamanları hatırlarım: biraz çekingen, biraz içine kapanık ve kendi dahil kimseye bir şey vaad etmeyen. Bu bağlamda kendi sürecimi düşündüğümde benzer duygular olduğunu hatırlıyorum. Kimse için değildi, öylesine kendim içindi, hala da öyle olsun istiyorum.
Yazmaya başlamadan önce ve dahi yazarken hiç akıldan çıkmayan soru şu:
Akışkan düşüncelerime ve ruh halime sizi, tanıdık tanımadık bir 3. kişiyi neden dahil edeyim ki?Bu alıntıyı yapınca birden başka bir yöne çağrıştım. Acaba burada yazar neden üçüncü kişi demiş? Yazan benliği ve kendini okuyan benliği olarak iki kişilik konumlandırmış olduğundan olabilir mesela. Evet, bu durumda dışarıdan gelen kişi üçüncü kişi olur.
Öyle ya, bu yazdıklarım roman, şiir, öykü değil. Paylaşılması gerekmiyor, doğasında yok. Herhangi bir edebi değeri ya da olmak gibi bir iddiası olsa sorun değil, eylemimin gerekçesini bulmuş olacağım. Amma ve lakin, hepsi hepsi düşünce patikaları bunlar, beni oraya ya da buraya ulaştıran, yahut başa döndüren.
Neyse. Daha önceleri burada yazdıklarımın muhatabını, üçüncü kişiyi düşünüp sen kimsin demiştim. Muhatabımın çok şeyler içeren bir kompozisyon benlik oluşturmasını sevmiştim. Kompozisyon benlik?
Bir yandan da, kendi kendime konuşurken yan odada biri varmış gibi*. Birileri duysun diye ama biri duysun diye değil. Sisin içinde görünmeyen bir kalabalık ve belki yokluk. Orada biri varmış gibi. Varolup olmadığı mühim değil.
Kendi adıma bu oldukça bıçak sırtı bir durum. Bazen kalabalık sesini yükseltince, hafiften sis dağılınca orada birilerinin olduğu belirginleşiyor. Bu karşılıklı olarak muhatapların birbirini daha iyi görmesini sağladığı durumlarda yazar kişi (bu durumda ben oluyorum) kendisini tribünlere oynuyor gibi hissedebiliyor. Bunun sonucunda da bir süre susulabiliyor.
Şu bizim deliden bahsediyordum değil mi? İşte böyle kendi kendine yazarken, bazen biri çıkıp cesaretle seslenebiliyor: "Hey bebek! Seni kurtaracağım bu acı dolu hayattan!"
Bunu anlatmak çok güç ama deneyeyim. Hiç kimse bir diğerini kurtarmakla yükümlü değil. Belki elimi tutabilirsin ama beni sırtlayıp içinde bulunduğum 'şey'den kurtarabilmen mümkün değil. Belki sana güvenip arkandan gelirsem mesafe katedebilirim ama bunun seninle alakası yok inan.
Üstelik, kurmaca mı gerçek mi, gerçekten hayata aksettirilmiş bir kimlik mi yoksa bir masal dünyasında dolaşan tavşan mı bilinmeyen birini huzura kavuşturma iddiası ne komik.
Bu ve bunun gibi metinlerde dile getirilen kafa karışıklıklarının, iç dünyaya dair hususların ve dahi hezeyanların amacı belki birlikte düşünmek olabilir. Bir sürü belirsiz düşünce patikasının arasında daha muhkem [beraberce, birlikte yürümek için] olanı bulmak filan olabilir. Tek amacı neden blog yazdığını bulmak bile olabilir.
Bir burgu yapıp, satırlarıma son vermek isterim.
Bizim deli şöyle demiş:
Burada (fotoğrafsız, isimsiz ve kimliksiz) yazarak, hem de en defolu, en kusurlu- hasarlı hallerimi yazarak bulabileceğime sen gerçekten inanıyor musun?
Hala yukarda anlattıklarımın arkasındayım ama düşününce şöyle de bir şey var: bu en defolu, en kusurlu, en hasarlı hallerinle seni bulan, seni isteyen, seni kendin olarak seven biri[leri] zaten hep arzulanan değil mi? Amaç bu değil kesinlikle ama sonuç bu olsa fena mı olur?
Daha çok su götürür bu mevzu, şimdilik bu kadar olsun.