neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Salı, Şubat 28, 2006

pişsinler diye.

Pazartesi, Şubat 27, 2006

başlıkyok

okuyunuz. yorum yok.

Cumartesi, Şubat 25, 2006

gerçeklik

merhaba, en son ne zaman konuşmuştuk? evet, biraz oldu değil mi? olur bazen böyle. bazen konuşasım gelmez. gelse de onları bir araya toplayıp ifade etmeyi beceremem. düşündüklerimi yazan bir cihaz olsa çok iyi olabilirdi. ama bu hayal hiç yaratıcı olmadı. muhtemelen bunu hayal eden pek kişi zaten vardır. yazan değil de, çeşitli biçimlerde düşüncelerimi ifade etmeme imkan sağlayan bir şeyler olsa güzel olabilirdi. yeri geldiğinde çizerek, yeri geldiğinde notalardan yardım alarak.. olabilemez mi? yine saçmalamalardayım. saat ikibuçuk. takvimle uğraşmam gerekiyor. sikkelerle uğraşmam gerekiyor. mesela içinde yaşadığımız zamanın göstergesi olan takvimi programladığımda zamanı değiştiriyor olsam ne ilginç olurdu değil mi? yaptığım yanlışlar sonucunda hayattan bazı günleri çıkarmış olurdum. hali hazırdaki sorun şu: ayın ilk günü cumartesiye denk geliyorsa ve o ay 31 gün çekiyorsa, son günü takvimde gösteremiyorum. yeni farkettiğim bir hata bu. tam olarak nedenini bilmiyorum. ama öyle. mesela bu gerçekleşmiş olsa pek çok pazartesi hayatımızdan çıkacaktı. üstelik pazar ile salı arasında bir boşluk olacaktı. pause edilmiş bir film gibi mi kalacaktık yani? belki de zaten dona kalıyoruzdur bazen ama haberimiz bile yoktur. az önce pause edilmiş dedim ya, aklıma takıldı. türkçesi gelmedi değil aklıma, duraklatılmış da diyebilirdim. ama düşünsene, duraklatılmış (!) istenen anlamı vermiyor, çok zorlama duruyor. hayatın içinde pek kullanmadığım için her yeni şey kadar mı garip görünüyor acaba? sen ne düşünüyorsun? işin garibi sen pek konuşmuyorsun, halbuki düşüncelerini aktarman için bir yorum bölümü var.

mtlda'nın canı vapur çekmiş, onu okuyunca aklıma şu geldi. Vapur diyince Şirket-i Hayriye hatırlanmazsa olur mu? ayrıca şu sıralar karaköy vapur iskelesinde geçmişten günümüze vapur modelleri sergisi var. yirmi sekiz şubata kadar görülebilecek. sen gittin mi dersen, henüz gidip göremedim, ama bu hafta sonu gidip görmeyi düşünüyorum. mesela yarın olabilir. tam şimdi mart ayına da sarkacak olan bir vapur etkinliği daha var ama onu söylemeyeceğim. evet, bencillik edip kendime saklayacağım, bir itirazın mı var? yok değil mi, ben de öyle tahmin etmiştim.

sen hiç gerçekle olan bağlantının azaldığını hissettin mi? ne bileyim, şu gecenin saatinde ben öyle hissediyorum. sebebini sorma sakın, ben de bilmiyorum çünkü. aklıma yine aylak adam geliyor. neyi arıyordu bay c? tutamak sorunuydu tüm mesele. tamam, kabul ediyorum, hayat, uğruna çaba sarfedildikçe keyifli. ve keyfini çıkarmak gerek. iyi ama çabalarken elin kolun saçma sapan yerlere çarpıyorsa? hani bazen rüyanda bir şeye vurursun da, o sırada gerçekten elini oracıkta bulunan bir şeye vurur, incitir, hatta parçalarsın ya, onun gibi. aa, bu nereden geldi aklıma? bilmiyorum. artık oyun istemiyorum. bunu net olarak sana anlatabilmem lazım. ne dersin, anlamak için çaba gösterecek misin? her kimsen sen, anlamaya çalışman lazım ya da sağ üstteki çarpı işaretine basıp gitmen lazım. oyun istemiyorum derken ne demek istiyorum? bunu sen bana sorarken ben de kendime soruyorum. iletişim kurarken dolaylı yollardan bir şeyleri ima etmek istemiyorum mesela. direkt ve net olarak, söylemek istediğim şeyi söylemek istiyorum. hani bazen karşımızdakine ağır geleceğini düşündüğümüzde dolaylı olarak, alıştıra alıştıra anlatırız ya. neden? üzülmesin diye. neden? anlayabilsin diye. halbuki, biriyle konuşurken ona düşüncelerimi yalın olarak anlatma hakkına sahip olmalıyım. bu noktada nezaket kurallarının çok iki yüzlü olduğunu düşünüyorum. nezaket adına çokları yalan söylüyor.

- bak şöyle bir şey yazdım, sence nasıl?
+ hımm, fena değil ama şöyle şöyle olsa daha iyi olmaz mı?
- hayır öyle olmaz ben böyle yazmak istiyorum.
+ olabilir, bence yine de şunu da düşün.
- hıh!


mesela şöyle dense olmaz mı? beğenmedim, bok gibi olmuş, sen hiç mi türkçe dersi görmedin? evet bazen ben kendi yazdıklarım için böyle diyorum. ama şimdiye kadar kimse bunu söylemedi. olumlu yorum da yapmadıklarına göre genel itibariyle beğenmiyor insanlar yazdıklarımı, iyi ama zaten beğensinler diye yazmıyorum ki. ben sadece kusuyorum. becerebildiğim ölçüde. neyse, konuyu dallandıracağım galiba yine. söylesene, sence de bu nezaket denen şey uğruna iki yüzlü olmuyor muyuz? bir de mesela çarptırarak anlatma meselesi var. pazarlık edeceksindir, anlatırsın şöyle, böyle diye. adam gider alakasız bir konuda örnekler verir, orada burada gezdirir. ya bak kardeşim, beğeniyorsan böyle, beğenmiyorsan gideyim diyemezsin, mecburen oyuna katılırsın, gezdirdiği alemleri gezersin, verdiği örneklere hiç değilse aynı ölçüde başka örneklerle cevap verirsin. gezip gelirsin, bakarsın adam hala anlamamış, eh be kardeşim! aslında anlamamak değil. bazı insanlar her durumda istedikleri olsun diye direterek sonuca ulaşabileceklerini düşünüyorlar. çok ilginç. mesela basit bir örnek, bazı şirketler şoförlerine karşı oldukça katıdır ve trafik cezalarını üç kuruşluk maaşına rağmen adama ödetirler. bunun sonucunda ne olur? ya adam işten çıkar ya da bir dahaki sefere cezayı alır çöpe atar. çok zaman sonra araba satılırken kaskatı şirketin başına patlar cezalar. ne yani, iş mi bu? bu mudur senin yönetim anlayışın. olmaz olsun. diyebilirsin ki, adam sorumsuz, yanlış yere park ediyor, hız yapıyor, daha sorumlu davransın. ama bunun yolu bu değil üzgünüm. bunu kavraman gerekiyor. ve artık öğrenmen gerekiyor, her zaman her şey senin istediğin gibi yürümeyebilir.

bak yine yazamıyorum, iyisi mi boş vereyim, sonra umarım..

vapurlar güzeldir ama, evet film yıldızı gibi bile hissedebilirsin kendini. istanbul'lu olduğunu hatırlarsın. yeni çağın türlü oyunlarına tümüyle kendini kaptırmadığını filan bile düşünebilirsin vapurda..

Çarşamba, Şubat 22, 2006

söz-lük

mütekabiliyet : karşılıklılık, karşılıklı olma durumu.

reciprocity :
1 : the quality or state of being reciprocal : mutual dependence, action, or influence 2 : a mutual exchange of privileges.

Pazartesi, Şubat 20, 2006

sessizce

döner

Evet, bu kâinatın yapısında, mayasında muhabbet vardır. Bu çekim alanının içine kalp taşıyan herşey girer. Onun cazibesine kapılır, kâinat aşkla durur aşkla yürür. Ve aşkla döner, bir mevlevî gibi. {Selim Gündüzalp}

Cumartesi, Şubat 18, 2006

kon(d)uk

metres'e misafir oldum bugün, künyede ismi en üstte yazdığına göre ululardan sayılan ululula'nın yazdıklarına takıldım. her insan gibi kendini bildiriyor bize, öyle değil mi lula? bazen düşünüyorum, sanırım hayat boyu yaptığımız iş tümüyle bu zaten: bildirmek. yaptıklarımızla, eserlerimizle ve dahi dünyaya getirdiğimiz çocuklarımızla kendimizi, içimizdekini bildirmek diğerlerine, hatta sonraki nesillere. kimi zaman bir çift kulaklıkta, kimi zaman kara kitabın pek de kara olmayan kapağında lula'yı görüyoruz. evet, bu da bir yoldur. eğer bana eşit uzaklıktaki yeterli sayıda noktayı işaret edersem, bu noktaların oluşturduğu çemberin tam ortasında ben varımdır, değil mi? ne de olsa x²+y²=1 .

evet lula, erkeklere daha küçücük yaşta küfretmeyi kadınlar öğretir, sonra kavga etmeyi de genelde kadınlar öğretir küçük erkeklere. hatırlasana, elmayı da havva yedirmişti.

mil-lî

çok tartışılan, çok düşünülen bir konuda yazmaya karar verdim. ilk bakışta çetrefilli ve uzmanlık gerektiren bir konu gibi görünse de salt izlenim seviyesinden, basitçe ne düşünüyorsam onu aktarmaya çalışacağım. bazen bir konu üzerinde daha önce yapılan okumaların temiz bir düşünme eylemini engellediğini düşünüyorum. henüz konu hakkında herhangi bir şekilde yönlendirilmemiş, önyargının karanlık sularına dalmamış bir zihin meselelere daha iyi bir bakış açısı getirmez mi acaba? halbuki işe bakınız; düşüneceğim diye kalemi alanların tümü tam da olayların ortasında. kirlenmiş bir ortamda sağlıklı fikirler vücûda gelir mi? bilinmez. tamam kabul ediyorum, bir konu hakkında bilgi sahibi olmadan üzerinde fikir yürütmek kabil değildir ama nasıl tarafsız bilgi edineceğiz? çocukların hayal gücü de henüz gereksiz sınırlarla çepeçevre donatılmadığı için bu kadar yaratıcı değil midir? evet görüyorsunuz ya, internetin hayatımıza getirdiği devrik cümleler yine her yanı sarmaya başlamışlar. konumuza dönelim: milliyet.

uğruna çaba sarfetmediğimiz bir şey için neden gurur duyalım ki?

bu cümleyi çok duyuyorum. tabii ki toplumun büyük kısmının benimsediği bir düşünce değil bu. çokları türklüğüyle gurur duymayı tercih ediyor. sahi, neden gurur duyalım ki uğruna çaba vermediğimiz bir şeyle? hiç birimiz bu ülkede doğmayı ve bu millete mensup olmayı seçmiş değiliz. ama bu ülkede kırmızı-beyaz her zaman çok satar. millî takım sponsoru olan firmalar bunu neredeyse gözümüze sokarlar, üstüne üstlük bundan çok da iyi para kazanırlar. vatandaş kırmızı beyaz logoyu görünce her nasıl oluyorsa dengesini kaybedip satıcının kucağına düşüverir. her alanda bir türk başarı kazandığı zaman bu bir övünç kaynağı olur. ömrü boyunca bir baltaya sap olamamış adamlar bile kendisiyle zerre miktarı alakası olmayan bu başarıdan pay biçer kendisine. kimse de dönüp sormaz, sen ne yaptın peki şu fani dünyada?

bugün şu haberi gördüm gazetede ve çok şaşırdım. ne yani bundan da mı gurur duyalım? o filmi bir türk çekmemiş olsaydı ne değişirdi benim için, yine aynı şekilde sabah kalkıp işe gitmeyecek miydik? tüm bunları eurovision da ve başka bir sürü şeyde yaşamadık mı? bu, milletçe ezik olduğumuzu mu gösteriyor yoksa? türk kelimesini her küçük yazışımda sinirleriniz zıplamıyor değil mi? yanlış anlamayın lütfen, bir kastım yok, bütün cümleleri öyle yazıyorum zaten.

kimisi de diyor ki, vatanı sevmek suç mu? sevmek ile gurur duymayı birbirine karıştırmamak gerekiyor sayın dostlarım. evet, vatanımı bende severim, üsküdar'dan gün batımını izlemeye bayılırım.

bu ülkenin her taşı tarih kokan, kazsan şüheda fışkıracak topraklarına aşığım. sanatını sanat için yapan, kimseyi umursamayan en iyisi için didinen zanaatkarlarının önünde saygıyla eğilirim. samimi gülümseyen insanlarını severim. ama bu tüm bir milletle gurur duymamı, bununla övünmemi gerektirmez. lafa gelince peynir gemisini aya uçuranlar değil midir çeşitli yerlere bağladıkları hortumlarıyla ceplerini dolduranlar. domatesin çürüğünü kesekağıdına dolduran yine bu milletin evlâdı değil midir? söylenme lütfen, evet taktım şapkalı harflere. çürük binalar yapan müteahhitler de, birbirini çekiştirmekten başka şeye vakit bulamayan dedikoducu kadınlar da bu millete dahil değil mi? türk diyince akla neler geliyor? dolandırıcının âlâsı değil mi? adamın biri tüm ülkeyi dolandırdığı yetmezmiş gibi bir de dünya devi şirketleri tufaya getirmeyi başardıktan sonra %7.5 oy almadı mı? hele bir düşünün, bir araya toplansa ucu bucağı gözükmeyecek kadar çok insan düpedüz aptallık etti. evet, kısaca 'bir elin parmakları dahi birbirine eşit değil' diyerek özetlenebilecek bir durum var ortada, öyle değil mi? peki tüm bu iyi ve kötülerin ortak noktası nedir: türk olmaları :-)

aynı millete mensup olmak öyle zayıf bir ortak payda ki... bu milletin her bireyi kendi çapında bir iradeye sahipken ve her biri farklı yönde hareket ederken aynı nüfus cüzdanını kullanıyor olmanın neresiyle övünülebilir ki? tekrar hatırlatmak isterim, bu, vatanı sevmediğim anlamına da gelmez. tabii ki zor günde yine bu insanlarla birlikte omuz omuza vereceğiz, birlikte toprağı eşeleyip çürük binaların altında yaşam mücadelesi verenlere ulaşmaya çalışacağız. ama lütfen bunlar birbirine karışmasın.

tüm bunların, aidiyet ve mensubiyet iç güdüsünden kaynaklandığını düşünüyorum. onları da sonra yazayım en iyisi..

Cuma, Şubat 17, 2006

elle

14 şubat, gece yarısı öncesi

15 şubat, gece yarısı öncesi

Pazartesi, Şubat 13, 2006

deli saçması

fotoğrafı çektim ve yemek yemeye gittim. akşamdan kalan hamsileri zeytin eşliğinde 'hüp'lettim. pek çok balıkla beraber zeytinin iyi bir yol arkadaşı olduğunu düşünüyorum. yemekleri tuzsuz sevmeyen biriyim ve hatta tuz sever olmakla itham ediliyorum. fakat aynı şey balıklar için geçerli değil. balıkları tuzsuz seviyorum zira tuzun gerçek lezzetini bastırdığını düşünüyorum. belki balık yanında zeytin yiyor olmam yine tuz severlikten kaynaklanıyor olabilir.


yandaki basit resim aslında çok şey ifade ediyor diye saçmalamaya girişebilirim. halbuki benim için tek önemli yanı iki senedir saat bilgisini bu ekrandan alıyor olmam. gecenin köründe endişeyle uyandığımda, gündüz bir yere giderken, bir şeylere yetişirken hep o vardı yanımda. hep o yardımcı oldu bana. biraz da bu yüzden kendisinden kötü huylarına rağmen vazgeçemediğimi düşünüyorum. vefa duygusu mu bu? yoksa başka bir şey mi? insanın bir eşya ile duygusal bir bağ kurması fena mı? halbuki bunu daha önceleri inceden ve kabadan alaya almış biriyim. demekki neymiş, büyük konuşmamak gerekirmiş. aynı durum yavaş yavaş bilgisayarım içinde baş göstermeye başladı. bu konu hakkında ne yapılması gerektiğini bilmiyorum. düşüneceğim.

gündüz aklımda bir kaç düşünce vardı. bunları yazmalıyım, bunlar hakkında düşünmeliyim diyordum. ama şimdi unuttum. buna neyin sebep olduğunu yazmak isterdim. ama yazamıyorum. neden mi? bilmiyorum işte, kendi kendime parmaklarımı bantlıyorum. son zamanlarda bu benim için bir sorun olmaya başladı galiba. birilerine her şeyi anlatmak istiyorum. ama öyle 'he' diyene anlatamıyorum. hem zaten millet kapıma dizilmiş de değil dinlemek için. ayrıca öyle çekilir de değilim. dinleyicinin niteliği noktasında endişelerim var. bazı dinleyiciler yoruyor insanı. kardeşim anla işte, uzun uzun anlattırma beni. iyi dinleyicilere ihtiyacım var ve bu konuda çok titizim, kolay beğenmiyorum. acaba iyi dinleyici olduğum noktasında aldığım iltifatlar yüzünden mi bu beğenmemezlik? bilmem.

az önce unuttum dediklerimden biri şimdi aklıma geldi. nitelik mi, nicelik mi? bazı insanların hayatlarında çok insan oluyor. bir sürü insanla konuşuyorlar. ben çok insan istemiyorum hayatımda. zaten pek beceremiyorum sanırım. ... düşündüm de, belki de uzanamadığım ciğere pis diyorumdur. ilişkilerde genel itibariyle yakınlık ve samimiyet arıyorum. genel itibariyle yakın-samimi ilişkilerimde siyasi davranmak zorunda kalmamak istiyorum. ve bir yandan da çok fazla insanla arkadaşlık yapınca her biriyle paylaşılan şeylerin azalacağını düşünüyorum sanırım. bu konuyu olgunlaşmaya bırakmalı, bıraktım.

bir de şu konu var; insan bazı şeyleri söyleyemediği insanlarla birlikte olmamalı sanırım. biraz açmamı ister misin? açalım:

- benim yaptığım .........ları beğeniyor musun?
+ evet tabii ki, hatta filancayı ve falancayı daha çok beğeniyorum.
- gerçekten mi?

........

- kitabı beğendin mi?
+ evett, beğendim tabii ki..
- doğru söylüyorsun, değil mi?

burada mühim olan nokta şu sanırım; eğer fikirlerimi sana karşı olduğu gibi dile getiremiyorsam burada bir sorun var demektir. aslında sorun yerine, bu durumda iletişmememiz gerekir diye düşünüyorum. yani eğer iletişim sırasında ilettiklerimize sansür uyguluyorsak ve iletişim biçimimiz sadece gönüllülük esası üzerine kurulmuşsa, bu durumda saçmalıyoruz demektir. {aradın, henuz belirtilen adrese ulaşmadım, şuraya yazacaklarımı yazayım, gideceğim} sansür ancak menfaat ilişkisinde olabilecek bir şeydir. hatta bunu ifade etmek içün atalarımız köprüyü geçmek hakkında çeşitli sözler söylemişlerdir. bunun yanında dayatılmış saygı içeren ilişkilerde iletişim kazalarına oldukça açıktır. dayatılmış saygının toplum tarafından dayatıldığını söylemeye lûzum yok değil mi? her neyse, konuyu dağıtmayalım, aramızda ki ilişki tamamiyle gönüllülük ve samimiyet esasına göre kurulduğuna göre, evet, seninle konuşurken bütün söylediklerimi olabildiğince söylemek istiyorum. ve dahi seninde söyleyebilmeni arzu ediyorum. bunlar ışığında bakınca diyorum ki; evet, seninle konuşurken söylediklerimin tümünü yürekten söylüyorum. tabi bunun yanında senin de dediğin gibi, bu güvensizmişcesine görünen ortamı, benim yeterince şekillendirilmemiş davranışlarım da sağlamış olabilir. tabi bu düşüncelerin radikal ve hatta gereksiz derecede idealist bulunması olası. ama üzgünüm böyle düşünüyorum. bu söylediklerimin biraz önceki paragrafla ilişkilendirilip dinleyici bulamayışıma farklı bir açılım da getirilebilir.

işte bir tenesini daha hatırladım: söylemeyi seviyorum ama söz ustalarını sevmiyorum. söyleme fiilinin temelde içeriğe dayanması gerektiğini, içeriğin yeterince dolu olması durumunda biçimin gayrı-ihtiyari iyi olacağını düşünüyorum. bu; düşüncelerin kafamızın içindeki diziliş ve duruşlarıyla da alakalıdır elbette. benim bazen yaptığım gibi kafanın içini düzenlemek için yazarsan eğer, bu durumda evet, biçim çok da iyi olmayabilir. neyse konudan sapmayalım; kelimelerin en ahenkli biçimde yanyana gelmesi sanatının adını edebiyat koyanlardan hazetmiyorum. doğru kelimeleri doğru zamanda kullanma pratiği yapmış olmalarının hem okuyucunun hem de kendilerinin düşünce ufkunu sınırladığını, yazma eylemini düşünsel bir eylem olmaktan çıkarttığını düşünüyorum.

yine geçen günlerden aklıma düşen bir parça: eskiden istiklâl caddesinde ağa camii'nin önünde "tramvay ihtiyari durak" bulunurdu. tabelesının oldukça eski olduğu görülen bu durağı geçen gidişimde göremedim. ben mi yanılıyorum acaba? bahariye caddesindeki öykünme tramvayın durakları bu bahsettiğim duraklara benziyor ama güzel değiller.

ekşisözlük'te alışmak kelimesine bakayım dedim, biri şöyle yazmış: almak fiilinin işteş hali. ilginç geldi bana. daha önce hiç bu yönden bakmamıştım, baktırılmamıştım. alışmak iyi midir, kötü müdür? bilmiyorum. bu konuda da düşünmem gerekiyor.

bu arada geçtiğimiz günlerde farkettim ki bir yıldır buraya yazıyorum. evet sahiden uzun bir süre. bir birinci yıl yazısı yazmak isterdim ama yazamadım. ancak önümüzdeki günlerde bir misafir yazarımız olacak burada :-)



Cumartesi, Şubat 11, 2006

-meli -malı

kişi, kendisinde gördüğü fena hasletleri yoksayma, kabullenme eğiliminde olmamalı, iyiye tebdil etme yolunda ilerlemelidir.

gece

seninle konuşmaktan müthiş keyif alıyorum. seninle vakit geçirmek zamanın durması gibi. seninle yaptığımız resimleri seviyorum. tüm bunları incitilmemesi gereken bir güzellik olarak algılıyorum. ve bunu bozacak her türlü davranıştan sakınıyorum. öyle işte.

Cuma, Şubat 10, 2006

de dim ki

Perşembe, Şubat 09, 2006

hakim

öncelikle cümle içinde kullanalım: "ben hakim gördüm."

* * *

hakim: ... davalı ve davacı her ikisi de sizi şahit göstermişler. bu çok rastlanılan bir durum değil, çok şanslısınız.

Pazartesi, Şubat 06, 2006

mektup denemesi-1

sevgili babacığım;

şu hale bak; ilk defa hakla açık bir yerde sana sevgili babacığım diyorum. hoş, halka açık olmayan yerlerde de demedim ki hiç. olsun. oğuz atay babasına mektup yazmış. ben eksik kalır mıyım sence? bu soru biraz saçma oldu, bilhassa şekil itibariyle arızalı. çünkü sen benim hakkımda pek çok şeyi bilmezsin. muhtemelen bu bilmediklerin arasında doğum günümde vardır. "babama mektup" başlıklı mektubu ilk defa bugün okumadım, daha önce, sanıyorum bundan üç yıl önce okumuştum. ama o zamanlar yeterince hissedememiş olacağım ki bir de ben babama sesleneyim diye kağıt kalemi elime almamışım. atlamamak gerekir, çeşitli vakitlerde seni muhatap alan mektubumsu metinler de kaleme aldım ama ilk defa bu kadar uzun soluklu bir metine girişiyorum. üstelik bir de halka açık bir mekanda. belki de yine yarım bırakacağım pek çok yarım kalmış metinlerim gibi... bilmiyorum, şimdilik olduğunca yazmaya çalışacağım.

az önce, hemen bir önceki paragrafın son cümlesini yazarken aklıma ne geldi biliyor musun? sen bu mektubu okusan, öncelikle büyük harfle başlamayan cümlelere takılır kalırdın. belki eline kalemini alıp, o her şeyi kontrol edip onayladığın kaleminle hepsinin üzerini çizerdin. hiç unutmam, bir zaman gösterdiğim bir başarıdan ötürü okul dışından özel bir kurum berat vermişti. tabi ilk fırsatta heyecanla sana gösterdiğimde tamamı büyük harfle yazılan soyadımda N harfinin neden küçük yazıldığını sormuştun. halbuki ne önemi vardı, hatrı sayılır bir başarı göstermiştim, bununla ilgili hiç mi bir şey söylemeyecektin? ben de pek saf bir çocukmuşum ki oradaki N harfinin yanlışlıkla değil, seçtikleri fontun o şekilde olmasından dolayı öyle yazıldığını anlatmaya çalışmıştım. muhtemelen şimdi bunları duysan, hatırlamazsın, hatırlasan bile böylesi eften püften şeylere neden takılıyorsun kıvamında laflar edersin. bunun için işte, bunları sana söylemiyorum, böyle orta yere saçıyorum. o gün şöyle sonuçlanmıştı konuşmamız: verdiği beratın üstüne şahsın ismini doğru yazamayan bir kurumdan ne hayır gelsindi ki? halbuki tek istediğim benimle gururlandığını görmekti. yazıktır ki bunu hiç göremedim neredeyse. liseden mezun olduğum zamanı hatırlıyor musun? belki sen hiç bir zaman bilmeyeceksin ama o zaman da benim hiç suçum yoktu. eğer biraz daha dinlemeye özen gösteren biri olsaydın, belki bu kadar kırıcı olmazdın. evet, biliyorsun değil mi, kırıcı bir adamsın sen. kendince hep doğruları yapıyorsun ya, aslında o sırada pek çok şeyi kırıp döküyorsun. ve dahi bu dimdirek doğruluğun yüzünden pek çok yanlışı ardarda dizdiğinin farkında bile olmuyorsun.

düşünüyorumda, sen bu yazdıklarımı okusan zırvaladığımı düşünürsün. ben de biraz öyle düşünüyorum. bir bütünlüğü sağlayamıyorum. başka konulara sapıp duruyorum. hele ki şu an yaptığım külliyen zarar. çalışmam gereken bir saatte sana yazıyorum. bir düşün lütfen, sen çalışman gereken bir saat diliminde ailene vakit ayırdın mı hiç? bunu nedense hiç yapmadın. çünkü önemli olan iş disipliniydi. ağız tadıyla telefonda bile konuşamadık, çok hızlı bir şekilde en seri biçimde derdimizi anlatıp alelacele telefonu kapatmamızı isterdin, hala da öyle istiyorsun. şaşıyorum bazen sana, nasıl oluyor da bu hallerine rağmen seni iş yerinden arayıp muhabbet edecek bir eş hayali kurabiliyorsun. biliyorum, biliyorum, kesin buna karşı da vereceğin bir cevabın vardır. sen de cemil bey gibi kendince pek tutarlı bir adamsın. biliyor musun baba, tutarlı olmak o kadar da önemli bir şey değil, üstelik tutarlı da değilsin. sadece komiksin. nasıl komik biliyor musun? çocukca bir komiklik bu.

şimdilik ara vermek istiyorum musadenle. daha sonra yine yazacağım sana. hem o zaman cemil beyle benzerliklerinden daha çok bahsederim belki. bu arada sence oğuz atay'a ağabey mi demeliyim, yoksa amca mı?

de sen ki

ikikırk

söyler misiniz, hiç, biriyle 7 saat boyunca sohbet ettiniz mi? çekinmeyin, söyleyin...

Cumartesi, Şubat 04, 2006

pek güç

her türlü ilişkide, ilişkinin güç gösterisi haline getirilmesine karşıyım.

dörtotuzyedi

dört otuzu yedi. şunun suretine bak hele, yapamaz mı sence de? bence yapar. halbuki bir de biri düşün. başı öne eğik mütevazı. üç de olabilir, güleryüzlü. gün sabaha dönüyor ama ben yazmak istiyorum. bu hayra mı alamet? gözlerim de yanıyor üstelik. bu kadar çok bilgisayar kullanmamalıyım sanırım. nereye gidiyoruz yahu? bir saniye! kaç kişiyiz ki biz dedim ben? evet, bugün geri tuşunu kullanmadan yazıyorum. aslında pek çok defalar öyle yapmışımdır ama sanırım ilk defa böylesi önceden verilmiş bir karar. ilginç olan ne biliyor musun? her ne kadar yazmak istiyorsam da her an bırakabilirim gibi geliyor. bu nasıl bir tezat sence? hatırlıyor musun, daha önce buraya yazdıklarımın keskin bir şekilde muhatabı olmadığını yazmıştım. bilmiyorum o zaman ne hissetmiştin ama şimdi şunu merak ediyorum: artık belirli bir muhatabım olduğunu söylesem nasıl hissedersin? üstüne mi alınırsın yoksa üstüne almaz mısın? mesela aziz nesin türk milletinin belli bir kesiminin aptal olduğunu söylediğinde hiç kimse kendini aptal zümreye dahil etmemişti. peki şimdi sen kendini hangi zümreye dahil edeceksin? okuyucu olmak ilginç bir tecrübe, uzun zamandır sadece okuduğumdan biliyorum. ama yazmak da en az onun kadar ilginç. dahası biraz da farklı. bak hala da eklerini yazarken endişeliyim. halbuki daha önceki, hemen yakınlardaki bir yazımda imlâyı pek önemsemediğimi de yazmıştım. ama garip bir şekilde da yı önemsiyorum. sence toplumsal baskının bir sonucu olarak bu kadar önemsiyorum da'yı ? ah kimbilir? asıl eğlenceli kısmı da burada başlıyor işte: hiç birimiz hiç bir zaman bilemeyeceğiz. bir yazar şöyle diyordu mealen: ".............. hiç bir zaman sona, varış noktasına ulaşamayan bir yolculuktur, zaten onu ............ yapan da budur." evet, hiç birimiz bilemeyeceğiz hiç bir zaman ve hep bilmek için çaba sarfedeceğiz bilemeyecek olduğumuzu bildiğimiz halde. kusura bakma, şu sıra çok yoğunum, araştırıp orjinal metni yazamıyorum. bak şimdi şu parça çalıyor:

Where The Wild Roses Grow

They call me The Wild Rose
But my name was Elisa Day
Why they call me it I do not know
For my name was Elisa Day
From the first day I saw her I knew she was the one
As she stared in my eyes and smiled
For her lips were the colour of the roses
They grew down the river, all bloody and wild
When he knocked on my door and entered the room
My trembling subsided in his sure embrace
He would be my first man, and with a careful hand
He wiped the tears that ran down my face

On the second day I brought her a flower
She was more beautiful than any woman I'd seen
I said, 'Do you know where the wild roses grow
So sweet and scarlet and free?'
On the second day he came with a single rose
Said: 'Will you give me your loss and your sorrow?'
I nodded my head, as I lied on the bed
He said, 'If I show you the roses will you follow?'

On the third day he took me to the river
He showed me the roses and we kissed
And the last thing I heard was a muttered word
As he stood smiling above me with a rock in his fist
On the last day I took her where the wild roses grow
And she lay on the bank, the wind light as a thief
As I kissed her goodbye, I said, 'All beauty must die'
And lent down and planted a rose between her teeth


bir şarkı söylemem gerekirse sanırım bu şarkıyı söylemem, çünkü benim gibi biri için çok iddialı olur, belki sesimin kumaşı yakın bir renkte olsa denerdim. ama değil işte bir şekilde. artık kısmet mi dersin, talihsizlik mi dersin sen bilirsin. o kadarına ben karışmam. şimdi şarkı değişti, bak şu çalıyor:

ben bugün yarin bağına girdim...
ay benim canım, bir hoşum bugün
tomurcuk güllere de ellerim sürdüm
baygınım canım kokladım bugün

kara gözünde çok şey okudum
ozanım bugün, şairim bugün
bunca ömrümü boşa geçirdim
sorma be canım pişmanım bugün

aşğım, sevda çölünden geçtim..
kerem im bugün, ferhat ım bugün
kendimden geçtim de aşkına düştüm
dokunma canım hastayım bugün...


şimdi yine şarkı değişti ama hepsini yazarsam olmaz ki, hem müzik bu, yazmakla nasıl hissettirilir ki? ama bak belki bu şarkıyı belki çalışırsam biraz söyleyebilirim. ama biraz.

bir de şöyle bir şey var mesela. bilmiyorum, bilmiyorum. olabilir mi? ne diyeyim sana? bak şoyle de bir şey var:

"evet azizim! ben hayallerin arkasina gizlenmis olan hayaletleri ariyorum. ne yazik ki bulamiyorum. tam olarak 'bulamiyorum' demek de yanlis. bunu nasil anlatacagimi bilmiyorum. ilmi gerceklere kimsenin bir sey demeye hakki yoktur. yalniz, bir hakikatin varligi diger bir hakikatin varligina engel olmaz."
ee, bir de "context" meselesi var aklımda. neyi anlatacağımı şaşırdım azizim. iyisi mi şimdilik burada bırakmak. böylece dağınık kalsın. müsait bir zamanda gelir toparlarım. kal sağlıcakla.

Çarşamba, Şubat 01, 2006

uzun gün

dünkü gün, yani az önce biten gün, uzun zamandır yaşamadığım kadar hareketli ve uzundu. pek çok duyguyu içinde barındırdı. en güzel yanı da sonuydu. bu konu hakkında yazacağım daha.

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de