Hayali
30 ekim tarihli Radikal'deki bu Piyale Madra çizgisi "Basınç ve Yürüyüş Halleri"ni hatırlattı, sanki onun çizgisi gibi.
neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..
{ | nereye gidilir: ben kendim, kimim? || ne yazmışım? || sayfanın dibinde ne var? || rss abonelik | } |
30 ekim tarihli Radikal'deki bu Piyale Madra çizgisi "Basınç ve Yürüyüş Halleri"ni hatırlattı, sanki onun çizgisi gibi.
Bizim evde pazar akşamları popstar alaturka nam yarışma seyrediliyor. Kazara telefon filan çalıp da televizyonun sesi kesilince yine de susmuyor alaturka sanatçılarımız. Yan dairede yaşayan, kulakları ağır işiten yaşlı komşularımız sağolsun. Aslında sadece onlar değil. Pazar akşamları apartmanın girişinden itibaren her katta aynı bet sesi duymak mümkün.
İşte o bet sesi duyunca, sabah konuştuklarımız geldi aklıma: Türkiye'nin en çok kazanan, lafı üstüne laf söylenilemeyen sanatçısı, korkunç görünümlü bir transeksüel. Şaka gibi. Absürt komedi yapan birileri karşımıza böyle bir karakter çıkarsa gülmekten ölürüz herhalde. Hele de böyle konuşsa. Reklam arasında tomar tomar paralarını saysa... Ve fakat hani bu çok normal, kimse yadırgamıyor ablayı.
Merdivenden çıkarken bunları mı düşünüyordum bilmiyorum. Her katta aynı seviyede duyuluyor mu testini yaptığıma eminim ama ne düşündüğümü şimdi hatırlayamadım.
Merdivenden çıkıp eve girdiğimde neler olacağını hiç bir zaman bilemiyorum. Olmakta olanları çoklukla manipüle ediyorum. Kendimce yeniden kuruyorum tümünü. Kurduğum dünyanın içinde yaşıyorum sonra.
Çok özel bir eğitim metoduyla yetiştirildim. Bakırköy'lü mürebbiyelerim vardı benim. Her türlü paranoid ve şizoid bozukluklarla ilgili özel olarak bilgilendirildim. Unutmadan halisünasyonlar ve yanılsamaları [delusion] eklemeliyiz.
Başkaları ve kendim için oldukça farklı hayatları kurabilir, gerçekmişcesine işletebilirim. Hani sistemler için işletmeye almak denir ya, onun gibi. Cümle içinde kullanalım: Ekim ayı içinde işletmeye almak için çalışmalarını sürdürmektedir.
Truman Show'daki dekorları kurup bulutların arasından projektör düşüren bendim işte. Çocuk yaştan itibaren dekorlar arasına hayat kurmak konusunda çalışıyorum. Her şeyin yolunda gitmesi için insanüstü gayret sarfediyorum. Her şeyin olması gerektiği gibi görünmesi sorumluluğunu üstlendim. Böyle olunca herkes mutlu olurdu. Sanırım. Zaten başka bir yol da bilmiyordum.
Rüyaları sadece kendim için kurdum. Bebekken oynadığım tehlikeli oyunları tam olarak bilmiyorum. Ne kuruyordum da ağlayarak uyanıyordum bilmiyorum. Sonra bir şekilde üstesinden gelmişler.
Dün çok karışık rüyalar gördüm. Bir pembe yatak vardı, ne işi vardı bilmiyorum. Atraksiyonun bini bir para. Uçmaca, kaçmaca, tren istasyonunda tren kovalamaca. Öyle uzun sürdü ki, uyanıp su içip tekrar devam ettim filan. Bir de rüyaların oldukça kısa sürdüğünü iddia ederler, külliyen yalan. Uyuduğum andan, uyanana dek kesintisiz ve oldukça eğlenceli partiler düzenliyorum. Hepiniz davetlisiniz. Cidden bak.
Başka yalanlar da söylüyorlar rüyalar hakkında. Neymiş efendim beynimizde görürmüşüz, gözlerimizle alakası yokmuş. Hadi ya? O zaman neden rüyamda renkleri ayırdedemiyorum yine? Hı? Renk körlüğü neden rüyama sirayet ediyor. Beynimin kodları mı karışmış, hiç çözemeyecek miyim? Almanlar renk körlüğünü çözmüşler, kromlu lens yapmışlar mesela. Yaramayacak mı işe?
Ölçülebilir olanın ancak cetvelle ölçülebilen olduğunu düşünen özgür düşünceden habersiz bilim adamlarını ne zaman tepeleyecek insanlar? Belki de bu hiç olmayacak. Yığınlar ancak ve ancak gaza gelmeyi, sevmedikleri sıfata sahip olduğunu düşündüklerini tepelemeyi severler. Sıfatları, sıfatlar kümesinin oluşturduğu aidiyetleri ve o aidiyetler içinde kaybolmayı çok severler. Hayır çocuğum, orada değil, başka yerde kaybol.
Bilim adamları diyordum değil mi? Onlar bilim adamı değil hafız!
Ev diyordum aslında en başta, oraya döneyim. Alaturka sanatçıları ve alaturka sanatçı adaylarını dinledikten sonra uykusu gelir ahalinin. Çekilirler odalarına. Ne bir ışık, ne bir ses. Işık ve ses varsa, pek sorun olmaz. İkisinden birinin varlığı kötü bir şey demektir. Evimizin üzerine kızıl bir büyü çöküyor demektir.
Kızıl büyüden bahsedeli neredeyse bir sene olacak ve fakat ben bir türlü başetmeyi öğrenemedim. Onu aşmak için belki bir asa, belki de eski zaman cadılarına ait bir yüzük gerekir. Bir zaman uzun saplı bir süpürge edinmiştim üstüne binip gidebilirim belki diye. Şimdi nerede olduğunu bile bilemiyorum.
Biraz evvel ses geliyordu. Çok korkunçtu. Sonra sessizlik geri geldi. Şimdiyse ışık var. Üzülüyorum böyle olunca. Zaten bu kadar korkunç olup da sesiyle ışığı ayrı olan bir de yıldırımlar var. İnsanların üstüne düşünce kül ediveriyorlar. Koskoca ağaçları ortadan ikiye yarıyorlar. Bir de kızıl büyü var işte sesiyle ışığı ayrışık korkunç şey.
Kızıl büyü evimize geldiğinde üzüntüyü olanca çıplaklığıyla hissederim ruhumda. Her seferinde bunun anlatabilemeyecek bir şey olduğuna inanırım. Her seferinde bir kedi gibi kusmaya çalışırım onu. Olabildiğince kusarım işte. Her seferinde bir kaç topak tüy kalır midemde. Ağrı yapar daldan dala gezerken.
Kızıl büyü geldiğinde kurduğum tüm dekorları yıkıyor bazen. Bu da üzüyor beni. Yıllar yılı gelmemesinin sebebi onun içinde dolaşması için kurduğum mükemmel dekorlardı aslında. Artık biraz kendim için yapacağım bunlardan diyince o saçlarımın düz olduğu ilk gün yaptığımız anlaşma bozuldu ve muhtelif zamanlarda musallat olmaya başladı işte. Halbuki artık saçlarım düz değil. Bunu geç öğrenmem kötü oldu, daha erken öğrenmiş olsaydım bir takım kazançlar sağlayabilirdim.
Kızıl büyü geldiğinde ölümü düşünüyorum. Kefenimin nasıl olacağını düşündüm mesela bugün. Şu yün kumaştan mamül, kareli mont-kaban arasındaki şeyin üstümde olmasını isterim mesela. Annem dikti onu bana. En sevdiğim pantalonumu giymek isterim. Kendim aldım yeni bir pantalona ihtiyacım olduğunu düşündüğüm güneşli bir günde. Tek başıma almıştım, oldukça zor karar vermiştim hem de. Bir de lacivert kazağım var. Onu da çok seviyorum. Biraz eski olsa da sorun değil, babam almıştı beni sevdiği zamanlarda. Son zamanlarda takıntı haline getirdiğim siyah spor ayakkabılarımı giymek isterim, bir zaman ailem kadar çok sevdiğim biri almıştı.
Böyle bir kefen hayal ettim işte. Sonra eğer ecelimle ölürsem kimsenin beni bu kılıkta gömmeyeceğini düşündüm. Lakin benimde böyle gömülmeyi sağlayabilecek bir cesaretim yok, mesela kendimi gömmek gibi.
Bir gün ben olmadığımda, dünyalı kimse ne anlattığımı bilmeyecek belki de. Ben bile. Ne fena.
Yoruldum, nefesim kesiliyor, yeter bu kadar.
Yıl 1941. Bir anadolu şehrinde güneşli bir gün. Mahalleli çeşmeden su doldururken bu evin bahçesinde hususi çeşmesi var. Çeşmeden su dolduruyor evin annesi. Savaş yıllarından mı kalmış o sert bakışlar?
Biraz ötede kocaman bir sepet dolusu üzüm. Öylesine çok ki bir kişinin tek başına taşıması imkansız. Sekiz yaşında bir çocuk sesleniyor annesine: Anne üzüm verir misin?
Annenin hiç gönlü yok bu işe. Olmaz diyor, çocuk üzülüyor.
Beş dakika sonra çocuk dolaşıp geliyor, yine üzüm istiyor. Yine olumsuz. Biraz düşündükten sonra gidip sepetten avucunu bile doldurmayacak kadar küçük bir salkım koparıp güneşe doğru kaldırır: Anne bak!
Kafasını kaldıran anne güneşte parlayan üzüm tanelerini görünce ateş çıkar gözlerinden. Çocuk kaçmaya yeltenir. Anne, elinde iş yaptığı bıçağı tuttuğu gibi fırlatır ve hedefi onikiden vurur. Bıçak çocuğun kalçasına saplanır.
-Son-
Bir cuma günü öğleden hemen önce, hava açık, rüzgar neredeyse yok, deniz sakin. Sesler yaklaşıyor ve uzaklaşıyor. Gidiyorum ve geliyorum, olduğum yerde dolaşıyorum gelmişleri ve gelecekleri. Başım dönüyor hafifçe. Ayağa kalksam belki gözüm bile kararır.
Yüksek Sadakat'i çıktığı zaman hiç dikkate almamıştım, sebepsiz. Geçenlerde radyoda duyunca ilginç geldi, kim bunlar diye sordum. Yeni mi çıktı? Çoktandır varmış.
Sevdiğim bir dizinin eski bölümlerine göz attım şöyle bir. Sokakta gençlerle konuşan yaşlı bir adam gördüm. Adam uzaklaşınca gençler arkasından söylendiler. Esnaf kepenklerini kaldırdı. Bir anne çocuğun kolundan çekiştirdi. Çocuk rengarenk giyinmiş kıza bakakaldı.
Hiç birine bulaşmadım. Orada olmayan adam gibiydim. Olmasam da çok şey değişmezdi. Çok sevdiğim ceketimi kimse bu kadar çok sevmezdi evet ama o ağacın yaprağı yine düşerdi. O anne yine çocuğunun nereye baktığıyla ilgilenmeksizin koparırcasına çekiştirirdi.
Özellikle sokakta gezerken daha çok hissediyorum bir 'sistem'in varlığını. Yürürken bulundukları yerden çıkan ve arkama düşen insanları hayal ediyorum bazen. Niye peşime düşsünler? Ya linç etmek için birinin peşine düşer insanlar, ya da omuzlarına almak için. Benim peşime niçin düşecekler?
Bir tır varmış, İstanbul'a gelmiş. İki gün boyunca buradaymış. Tam olarak nerede olduğunu ve hangi iki gün boyunca şehirde olduğunu bulmak neredeyse mümkün değildi. Tüm haber kaynakları Anadolu Ajansı mahreciyle sundukları haberlerinde başka bir şey anlatıyorlardı. Vazgeçtim korku ile kaplı o tırı görmekten.
İnsanların suratlarına baktım sonra yürürken. Başka hikayelerin insanları. Bir tanesi amele pazarında müşteri bekleyen zevzek bir işçi. Halini, vaziyetini görünce esir pazarındaki bu adamı satın almayacağımı düşündüm. İşlevsiz bir beden. Duyguları, hayalleri, düşünceleri var mı? Bir kap yemek ve şu yiyecekmiş gibi baktığı kadınlardan başka ne düşünüyor? Bir ailesi var mı? Oksijen tüketmeyi hakediyor mu? Hayır, topluma yararlılık açısından bakmıyorum, iki gün sonra o basit istekleri ve dizginleyemediği içgüdüleri yüzünden birilerinin başına bela olacak mı? Bu onun suçu mu? Halbuki onu da sevmeli, yaratılmış işte.
Sevgiyi düşündüm bir de. İnsanları niçün severiz? Bir insanı özel yapan tam olarak nedir? Yoksa aslında hiç birimiz özel değil miyiz? Aynı ilaçlarla iyileşebilen benzer mekanizmalar yığını.
Yabancılaşma, sevgi, insanlar, hayat, yapraklar ve bir sürü başka şey. Fakat yirmi dakikam doldu.
123 basamak tırmandıktan 10 adım sonra karşılaştığım yaşlı adamın bana baktığını farkettim. İster istemez ben de ona baktım, kendime onun baktığı kadar bakmadığımı anladım. Ceketi, özenli taranmış saçları, yeni ütülenmiş gömleği ve hangi çağdan kaldığını bilmediğim gözlüğüyle oldukça şıktı. Gözümün içine bakıp gülümsedi.
- Neden, ihtiyar gibi yürüyorsun?
- Merdiven çıktım, yoruldum.
(İç ses: Sadece merdiven mi?)
Sonra yürüdük, yolumuza gittik.
Diş, dişim sallanıyor. Üst köpek dişim olmalı. Zaten onlar iki dişlik yerin tam ortasından çıktığı için arkasında önünde yarım diş büyüklüğünde boşluk var, bir dişim de üstte bekliyor.
Bayram günü olmalı. Dışarı çıkıyorum, Fa ve Fö ile karşılaşıyorum. Fö, bir Mitsubishi pikap kullanıyor. Bayram münasebetiyle ailesini gezdiriyormuş. Fa ile yürüyüruz. Devasa bir binanın ikinci katından itibaren olan çıkmalarına zincirler asılmış, uçlarında birer döner tezgahı var. Önlerinden geçiyoruz, hiç temiz görünmüyorlar. Bir kaçı temizlik yapsa ne güzel olur, hem rekabet oluşur diyorum.
Yürümeye devam ediyoruz. Fa'ya şu kızı tanıyorum diyorum, kız geçip gidiyor ama ben kim olduğunu bir türlü hatırlamıyorum. Ardından bankamatik sırasında bekleyen bir çocuğu daha tanıdığımı sanıyor ve bilemiyorum.
Fa, dişçiye gidelim diyor. Mihrimah'taki doktorumdan başka olmaz diyorum. O yoksa bile nöbetçi bırakmıştır yerine kesin. İçimden düşünüyorum, yahu tıbbi kayıtların sürekliliği hakkında hiç mi bir şey bilmiyorsun? Bu yaşta köpek dişimin sallanıyor olması kötü, iyi hissetmiyorum. Yürümeye devam ediyoruz. Merdivenlerden inip deniz seviyesine ulaşacağız. Moda'da sahile inen merdivenleri çağrıştırıyor, hatta çok benziyor.
Tinerci kılıklı bir çocuk yaklaşıyor yanıma. Fa uzaklaşıyor. Çocuk gülümseyerek konuşuyor: Abi ben nerede kalabilirim, nasıl meslek edinebilirim? Biraz laflıyoruz ayaküstü. Hapisten çıkmış olduğunu öğreniyorum. Halbuki en çok 14-15 yaşlarında olmalı. Bir şeyler söylüyorum tavsiye kıvamında. Çocuk biraz tavır değiştiriyor, yankesici olabilir mi? Arkamı dönüp gidiyorum, merdivenlerden iniyorum.
O sırada merdivenlerden yukarı çıkan birinden bir şeyler çalıyor. İnsanlar hemen yakalıyorlar çocuğu, merdivenden aşağı atmak üzere sarkıtıyorlar. Çocuk ağlıyor. Hiç bir şekilde sorumluluk duymuyorum tüm bu olanlardan, zaten ne olabilir ki?
Deniz kenarında yürüyoruz. Dalgalar deniz yükseldiğinde yürüyüş yolunu ıslatmış. Suların üstünden zıplıyoruz Fa ile birlikte. Yoruldum diyor ve yarısı denizin üstünde kazıklara oturtulmuş bar kılıklı bir yere giriyoruz. İçerisi loş, bir masaya çörekleniyoruz hemen. Oturduğum yerden arkamdan bir yerden konuşan kalabalığın içinden Ya'nın sesini duyuyorum. Bir yerde de karşılaşmasak ne olur sanki? Fa gülüyor.
Garson içeceklerimizi getiriyor, masaya bakıyorum o anda. Aa! Burası, bu mekan; bir başka rüyamda Ya'nın bizi getirdiği yer değil mi? Bunları düşünürken garson iki de çay uzatıyor. Arka masadan gönderdiler diyor. Gülüyorum, yan masaya çay gönderilir mi be?
Masamıza bir kız çocuğu yaklaşıyor, elinde üç iskambil kağıdı: Sen olsan bunlardan hangisini seçerdin? Önümüzde beliren ekranımsı vizyondan masanın durumunu görüyoruz. Tam olarak yanda görülen kağıdı seçiyorum. Her niyeyse gözlerim parlıyor onu görünce. Kız gidiyor oyununa, önümde açılan ekranımsı şeyden oyunu seyrediyorum. Seçtiğim kağıt oyunu kazanmak için önünü açıyor, seri halde tüm masadakileri topluyor ufaklık. Meğerse bizim Ya, gidin şuna sorun, çok şanslıdır demiş.
Bir çocuk daha geliyor elinde üç kağıtla, tersliyorum: Bugün bitti şansım, yeter bu kadar! Pek de umrunda değilmiş gibi gidiyor.
Tam içeceklerimizi içecekken ortaokul çağında üç çocuk geliyor masanın yanına, bir şeyler soruyorlar. Yüzlerine bakıyorum, siz falanca okuldan mısınız? Evet, öyleler. Nasıl da bildim edasıyla Fa'ya bakıyorum. Aslında bu üç çocuk şimdi büyümüş, yetişkinlik kıyısında genç irileri. Ben sizin büyüklüğünüzü bilirim demiştim ki çalan telefona uyandım.
Hamur işi yiyince uykum gelir. Evde yapılmış sıcacık gözlemeyi böğürtlen çayıyla birlikte hüpletirken de bunun böyle olacağını biliyor, yine de öyle olmaması umudunu besliyordum. Bir Arzuyu Beslemek'le karşılaştım sonra. Selam verdim, severim seni diye göz kırptım. Kırmızı Pelerinli Kent'i arıyordum aslında. Bir elime geçtiği günü bilirim, başka da bir şey bilmem. Sonra nereye gitti o kitap?
Tam kitap raflarını gözden geçirirken beklendiği üzere içimdeki ejderha ateş püskürtmeye başladı. Bu sıcaklık uykunun ilk habercisi. Oturdum, geçmesini bekliyordum işte. Bu sabah vazgeçtiğim tebdili yazdım. Gitmedi işte, dönerim bir kaç saate diyip uykuya daldım.
Işıklı kalemimle yazmaya başladığımdan beri rüyalarım çok yoğun. Maceralar peşimi bırakmıyor, psikolojik savaşlar yıpratıyor. O derece derinden. Sabah uyanınca ışıklı kalemimle not aldıklarıma baktım ve hiç bir şey anlamadım.
Güya Fatih tutuklanmış, bununla ilgili hiç bir şey hatırlayamadım. Yiğit'i görmüşüm bir de, o ki serzenişlerimizin kahramanı. Polis, şişman adam, yolda kalan çocuk, durdurup geri al... Hiç biri hakkında fikrim yok. 00:55 sularında yazmışım.
Sabah kalktığımda en yoğun hatırladığım, o kallavi binanın altında ortaya çıkan bambaşka bir dünyaydı. Otopark rampalarından aşağı inerken görünen bir pencereden atlayınca binanın aslında bir kayıp şehrin üstüne kurulduğunu görmek olağanüstüydü.
Kapadokya'ya benzeyen bu yerde pek çok yükseltiler aştım, dolaştım. Kimselere rastlamadım uzun düzlüklerde. Sonra bir yerde gördüğüm uzun ince bir toprak birikintisinin üstüne çıktım. Birden insanlar toplandı aşağıda, neye uğradığımı şaşırdım. Benim oraya bir amaç uğruna çıktığımı sanmışlardı. Halbuki maksadım etrafta insan var mı diye şöyle bir bakmaktı. Üstelik artık inemiyordum da her nasılsa.
Aşağıdakilere bakarken, birden yanımda uçan bir insan belirdi. Etrafı açık, olabilecek en küçük helikoptere binen bu garip adamın ne dediğini de anlamıyordum bile. O helikopter ikimizi taşımaz dedim sadece ve arkamı döndüm. İnsan kalabalığı arasında birbirini tanımayan iki arkadaşımı gördüm, bizim için eylem yapar mısın diye bağırdılar. İtiraz etmedim, olur demekle yetindim. Ama tam olarak ne yapacaktım ki?
Hatırlamadığım pek çok şey arasında birden üstünde durduğum yüksekçe kaide zemin seviyesinden kırıldı. Yere doğru hızla düşüyorduk kaidemle birlikte. Lastiktenmiş gibi olsa da tam yere yapışacakken yeniden yükselse ne güzel olur diye düşündüm. Bu sırada tam da yere yapışmak üzereydim ki hızla yükselmeye başladım.
Işıklı bir kalemim var, çok güzel. Yazılmakta olan kelimeyi, bir önceki ve bir sonrakiyle birlikte aydınlatıyor. Yazan kişi için daha fazlasına gerek var mı? Bilmiyorum, benim için gerek yok. Kalemi, kağıttan birazcık uzaklaştırınca büyük resmi görebiliyorum. Çünkü ışık kaynağının önünde bir mercek var. Gözümüzde de mercek var.
Işıklı kalemimle gece karanlıkta aklıma gelen her şeyi unutmadan yazabilirim, rüyalarımı da yazabilirim, susmayan bilincimin söylediklerini de. Şikayet etmiyorum, susmasın tabi, seviyorum onu.
Işıklı kalemimi tavana doğru tutunca sekiz kollu bir yıldız oluyor. Kalemi çevirince, dönen bir yıldızım oluyor. Yıldız bile kaydırabiliyorum.
Tersine alarmlı saat üzerinde çalışıyorlarmış. Amaç minik insanların uyku düzenini sağlayabilmek. Tesadüfen rastladığım proje ekibinin üyelerinden biri de alaturka hallerini yazıyor.
İşte tavanda döndürüp, kaydırdığım yıldızımı görünce aklıma bu geldi. Tersine alarmlı saat, etkileşimli olmalı, farklı animasyonlar sunabilmeli. Yeterince iyi olduğunu düşünürsem ben de bir tane edinebilirim, neden olmasın ki?
Işıklı kalemimle uyuyakaldım sonra. Pek çok, pek çok rüyalar gördüm. Bir konser alanı, bir maraton yaşadım. Çocuklu genç bir kadınla tanıştım, erkeğini evden kovmuş. Çantalarımı onun evine bıraktım. Bir taksiye bindim, taksici Hintli çıktı. İstanbul'u da basmış bu hintliler. Ben demiştim zaten vize koyalım şunlara diye. Taksiden inince fark ettim ki benim masamın üzerindeki teneke taksiymiş bu. Ne çok sevindim.
Sabah uyanınca, yorulmuştum bile bu kadar çok rüyadan. Hoş, tatlı bir yorgunluk. Tersine alarmlı saatle uyuyan çocukların muhayyilesi daha mı zengin olacak?
Taksiyi düşündüm ve taksinin sahibinin ne yapıyor olduğunu. Bazı şeyleri unutamadığımı farkettim fakat kategorize edemedim. Kişisel tarihimin bazı kısımları hiç yokmuş gibi oluyor ve bazıları hiç gitmiyor.
Ağacı düşündüm sonra. Mezarın üstüne toprakla örtüldükten sonra dikmiştim. Geçende haberi geldi. Büyümüş, serpilmiş o ağaç. Dedikodular bile yayılmış, arkadaşı dikti demiş kimileri. İnsanlar hikaye anlatmaya çok düşkünler. Cinayet işlemeye ve kan görmeye de aynı oranda düşkünler. Hikayeciler bu yönden kendilerini tatmin edebilirler. Kasaplar da. Kurban bayramları toplumun ekseriyatını kan görmek yönüyle nötralize eder. Bir de hikaye bayramı yapmalı o halde, anlatsınlar dilediklerini. Kursunlar dünyayı yeniden.
Geçen gün koruda yürürken, patikanın yanıbaşına parkedilmiş bir uçan halı gördüm. Usta bir şoför olduğuna kanaat getirdim. Dönüşte aynı yoldan geçiyordum, halının sahibi hala ortalıkta yoktu. Uyuya mı kaldı acaba ağaçların arasında?
Ağaçların bittiği yerde kültür bakanını gördüm. Oldukça şık görünen gri bir takım elbise giymişti. Normal şartlarda sevmem gri takım elbiseleri. Bir eli cebinde konuşuyordu. Sonra kayboldu birden bire.
Aklıma uzun ömrün acısı geldi. Herkes ölüp gidince dünyada kalıp onların yasını tutan adamı hatırladım. Ne fena. Belki buna da alışmıştır.
"Lost In Translation" seyrettim bir ara. Evet, filmin isminden mülhem mevzusu oldukça iyi anlatılmış. Oradan başka yerlere kaydım hemen. Ya anadilin de yetmiyorsa anlatmak için diye düşündüm. Sonra susasım geldi çokça. Susunca susarım hep. Konuşunca da susarım. Fakat insan susayınca deniz suyu içmemelidir.
Başka bir aralıkta da "Little Children"ı seyrettim. Bir "Selvi Boylum, Al Yazmalım" tadı aldım. Konuyu sağlam, üslubu yavan buldum. Aynı hikaye daha etkileyici anlatılabilir diye düşündüm. Yine de beğenmedim diyemem, hoştu.
Selofandan bir deniz gördüm sonra, denizden yansıyan ışığın aydınlattığı bir de gökyüzü. Ondan sonra bunları yazdım işte. Kağıttan bir gemi var denizin üstünde, süzülüyor kıyıdan kıyıya.
John Fowles'un Koleksiyoncu'sundan:
Bir insanda kendinin en uç sınırına kadar gitme arzusu varsa, sanatının aldığı şeklin önemi kalmaz. Sözcükleri, boyaları, sesleri ve hangi anlatım aracını kullanırsa kullansın.(...)
Sesine katlanırsın ve başka seçim şansın olmadığından konuşursun. Ama önemli olan ne söylediğindir. Yüce sanatı da ötekilerden ayıran da budur. Teknikleri kuvvetli insanlar her çağda karınca gibi sürüyledir. Hele de evrensel eğitimin baş tacı edildiği bu çağda.
Gönderen turuncu zaman: 13:15:00 1 yorum
Etiketler: jonh fowles, kitap, samimiyet
Güneş batıyor, hep batıyor. Durduramıyoruz. Rasgele çalma aparatı "The Sun Never Stops Setting" çalmaya karar vermeseydi yazmaya hiç başlamazdım belki de. Bilemedim şimdi.
Evet, güneş batıyor. Herkes sofra başında. Bugün çorba yerine cheetos'un iyi bir seçim olduğuna karar verdim. Ana yemek olarak ruffles alacağım ve tatlı olarak adını bilmediğim dışı soya kaplı fıstığı yiyeceğim.
Enginde yavaş yavaş ilerliyor yolcu motorları. İftar saatinde deniz üzerinde bulunan taşıt sayısının az olması tesadüf değildir herhalde. Bunu acar gazetecilik malzemesi yapacak birilerinin olmaması ne acı.
Yarın bayram. Haber bültenleri bayramın sağanak yağışla geleceğini söylüyor. O zaman daha mı güzel olur bayram? Hep aynı, hep aynı işte.
Tam şimdi karar verdim, bir bayram yazısı yazmayacağım. Önceki bayramlar için yazdıklarım kâfi.
Güvenlik zafiyeti. Otopark kapısında kimse yoktu. Bina kapısından yanlış bir isim söyleyerek girmek mümkün. Personel, kuruma karşı ilgisiz. Uzun koridorlarda oturacak herhangi bir mobilya yok. Şu an oturduğum yerde, kafasını masasına yaslayıp uyuyan bir adam var. Hizmetli mi?
Bina fiziksel olarak bakımsız. Bölüm başkanlarının isimleri için bile tabela yok, dosya kağıdına yazıcı marifetiyle yazdıkları ünvanlarını bantla kapıya yapıştırmışlar. Ofis mobilyaları oldukça eski. Zemin kirli ve bakımsız. Koridorlar uzun ve sıkıcı. Hastaneyi andırıyor. Devlet üniversiteleri neden olmaz anlıyorum.
Uyuyan adam uyandı. Öğle tatilinin bitimini sordum. Hocanın keyfine göreymiş. Hava sıcak. Yüksek lisans öğrencisi miyim? Hayır, değilim. Demek ki ilk defa karşılaştığm biri için bu yaş aralığındayım.
Öğrencilere bakarak buranın bir kız lisesi olduğunu iddia etmek mümkün. Liseden farkıysa kimsenin etrafta ne döndüğünü bilmemesi. Sahipsiz gibi.
Beklediğim kişi koridorun ucunda göründü. Hareketlendim. Odanın kapısından gördüğüm güzel vazo işimi görür. Gülümsüyor.
`Merhaba´ dedikten sonra ceketimi aldı, asmak için arkasını döndü. Bu dönüşün hayatının son dönemeci olduğunu bilmeden. Vazonun tam tepesinde tuzla buz oluşunu kaydetmek istedim doğrusu, tekrar tekrar ileri geri sarmak için.
Üstüme kan sıçradı. Çantasına baktım, ıslak mendil vardı. Yaşasaydı iade edeceğime söz verdim. Üstümü başımı sildim. Çantadan anahtarı da alıp, çıkarken odanın kapısını dışardan kilitledim. Öğrencilere tuvaleti sordum ve bir güzel kustum. Anahtarı da deliğe attım. Kıyafetlerime kan bulaşması midemi bulandırıyor.
Geniş merdivenlerden aşağı indim. Ziyaretçi kartımı teslim edip, kimliğimi aldım ve çıktım.
Güneşli bir ekim gününde kalabalık caddede yürürken saate baktım ve en iyi iftar nerede yapılır bulmak için çok vakit kalmadığını farkettim.
Gönderen turuncu zaman: 00:14:00 2 yorum
Etiketler: ankara, ölüm, serbest düşüş