neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. ama belki benimle ilgili bazı şeyleri, yazacağım bir kaç kelimeyi merak edenler olur..

Pazartesi, Aralık 31, 2007

Cahit Amca

Her gün işe giderken veyahut başka bir gün başka bir yere giderken, sabah güneş doğmadan uyanıp koştururken, yahut öğle saati bir karşılamaya koşarken önünden geçtiğim dükkanın sahibidir Cahit Amca.

Eski ve bakımsız bir köşkün altında, ne ufak ne de büyük, düzenli fakat pırıltılı olmayan bir dükkanı vardır. En az yirmi senelik olduğunu tahmin ettiğim tabelasında "Tesisatçı Cahit Usta" yazar.

Cahit Amca az konuşan, genelde yalnız dolaşan, hoş sohbet ama sohbeti uzatmayan, halim-selim ama ezik olmayan ilginç bir adamdı. Bir sefer kendir lazım olmuştu, bir seferinde de bunu nasıl yaparım diye danışmıştım kendisine. Böylece tanışmıştık. Ha, bir de beyaz kıvırcık saçları vardı.

Yılın son sabahında, erken bir saatte vapura yetişmek için hızlıca yürürken, camına yapıştırılmış a4 boyutundaki kağıt dikkatimi çekti: "Tesisatçı Cahit Amca vefat etmiştir. Cenazesi İmrahor'dan kalkacaktır."

Pazar, Aralık 23, 2007

İyi Geceler

Gecenin körü olmuş. Hiç bir ışık yanmıyor evin içinde. Gece karanlık olmalı, ışık niye ki?

İnsanlar gelmişler, iyi geceler demişler ve kapıdan dönmüşler.

Cuma, Aralık 21, 2007

Dönerler

Size ne anlatayım istersiniz? Her sabah doğan güneşin çok uzaklardan kimleri çekip getirdiğini bilir misiniz? Uyanır ve derler ki; gemilerle her gece biz çok uzaklardan döneriz.

Yavaşça çeker getirir güneş, hayır koparmaz. Sonra yine yavaşça götürür. Dönüşlü olan hiç bir şey kopmaz. Dönüşlü fiiller gibi kendine dönen insan, kendinden kopmaz. Dönüşlü fil hayattan kopmaz. Dünya döner, güneşten kopmaz.

Bir de pervane var...

---

Çok uzaklardan dönerler belki her bakışta. Başka alemlerin erbabı olmuşlardır, kimse bilmez.


Her bir kutu dıştan bakıldığında birbirinin aynı ne de olsa. İçinde koyun mu var, yoksa bir kedi mi? Tasması da nerde koyunun? Kedi hem var, hem yok. Ya koyun? O da öyle. Kutuların dışı hep aynı. Kimi kutular gördüm, içi hiç kutu gibi değil, kocaman. Çünkü dönüşlü. Dönüp duruyor tıpkı bir evren gibi, muhayyile gibi. Kutuların dışı hep aynı.

Çok uzaklardan dönerler, bir evren büyüklüğünde kutularının içinden çıka gelirler. Kutuların dışı hep aynı, çıkınca dışına kimse bilmez işte.

Blog ve Yeri

Blogun hayatımızdaki yeri konulu bir mim başlamış ve hatta bitmiş bile. Bir süredir yazmadığımdan bu mim de bekleyen dosyalar arasında yerini almıştı ve şimdi günyüzüne çıkıyor işte.

Blog yazmaya nasıl başladım?

Bundan yaklaşık üç sene kadar önce etrafta bu kadar çok blog yokken bir seyir defteri tutmak için başlamıştım. Kendi kendine yazarken birilerinin okuyor olması bir miktar teşhircilik sosu katıyor gibiydi ve bunu aşabilmek için olayları değil de kavramları yazmayı tercih ettim. Bu yüzden metinler çoklukla kapalı ve zata mahsus bir hal almış olabilir.

Yazmaya başlarken gözettiğim bir diğer husus, bir şekilde ortaya çıkan çeşitli fikir-duygu durumlarının derli toplu arşivlenmesiydi. Zira blog yazma aşamasına gelene dek yazdıklarımın bir kaydı olamadı.
Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?

Evet, blog yazılarımın belli bir çizgide olması için çaba sarfediyorum: öylesine kendim için. Bu yüzden içimden geldiği gibi, sadece içimden geldiği gibi yazılması önşartını arıyorum kendi cümlelerimde.
Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?

Blog yazma işi bir nevi içimdekileri dökme seansı olduğundan bunun için ayırdığım vakti diğer başka bir şeyden feragat ediyormuş gibi tanımlamak istemem. Ve fakat bunun yanında, sadece içimden geldiği gibi yazmak istediğim için ancak başka şeylerden arınmış olmam gerekiyor. Böylece bir şeyleri erteleyip blog yazma işine girişemediğim sonucuna varabilirim.
Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?

Hiç bir zaman düzenli yazabilen bir insan olamadım. Bu yüzden periyodu ne kadar geniş olursa olsun süreli yayınlarda yazamayacağımı düşündüm hep. İnsanların düzenli yazı bekliyor olmalarını da yazma sürecimi etkilememesi için pek dikkate almıyorum. Halihazırda görüldüğü üzere bir günde iki yazı da olabilir, iki hafta boyunca tek bir harf bile düşmeyebilir. Neticede öylesine kendim için yazdığıma göre beklentilerin bir zorunluluk oluşturmaması gerek, öyle değil mi?
Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?

Bu konuda herhangi bir öngörüm yok. Herhangi bir konuya yoğunlaşmayıp seyir defteri şeklinde devam ettiğim için olabildiğimce sürmesini diliyorum.

---

Tabii ben de insanların neden ve nasıl yazdıklarını merak ediyorum. Bu cihetle, "Bir Delinin Güncesi"ni, "Pur"u ve "Imagine Room"u sobelemek istiyorum. Evet, çok eskiden mim değil de sobelemek derdik biz buna.

Cumartesi, Aralık 01, 2007

Sana Değil, Senin İçin Ağlasaydım

Hayal dergisinin güncel sayısında bir Reşide Sarıkavak şiirleri incelemesi varmış. Derginin dosya konusunun 'şiir ve zeka' olmasını es geçip, metinde dikkatimi çeken bir paragrafı şuracıkta alıntılamak isterim.

(...)

Sarıkavak, şiirini genellikle karşısındaki muhatabına söyler. Muhatap aynada yansıyan kendisidir aslında. Çünkü şiir yazılmış ise söylen(e)memiş demektir. Ve şair kendisine sığınmaktan başka çare bulamamaktadır. Sarıkavak kendisinden ve şiirinden beslenmesini bilen bir şairdir. Melankoli ona tuhaf bir hafiflik katar ve şiirini havalandırır. "oturupta karşında / sana değil / senin için ağlasaydım" derken gözyaşının nasıl değer kazanacağını pratik bir şekilde anlatmaktadır. Muhatabını bu denli önemseyen şair biraz sonra "bu kez sana da ağlamadım" diyecektir. Gözyaşının bittiği noktayla şiire konulan nokta aynıdır. Son zamanlarda şiirimizde göze çarpan umuma hitap etme tarzını benimsemeyen Sarıkavak, şiirin içine bir "sen" koyarak romantik olduğnu farkettiriyor. Şunu da ilave etmeliyim ki; romantik olması sembolist olmasına engel değildir. "bir avuç su içip de / dönüp sırtımı gittiğim / ırmakta olmadı hiç gözlerim / o yüzdendir / mirasım da yok / affedin". Gitmeyi ve aidiyetsizliği bu denli vurgulayan Sarıkavak, terekesinde hiç malvarlığının olmamasından ötürü af diler. Bu mısralardan yaşamın bir ırmak kıyısı olduğunu, akan giden zamanın ise ırmağa öykündüğünü, ölmeyecek kadar suyun kendisini ihya ettiğini metaforlara hâkim olarak okura anlatmıştır.

(...)

Cihat Duman

Çarşamba, Kasım 21, 2007

Çok Zor Bir Şey İstedin

lenore
aaah
böyle de yenmez ki ya. insan ölebilir bile böyle yerse yani
teşekkürr hem :)

turuncu
:)
ne yedin?

lenore
balık!
hem de çinekop, naber.

turuncu
vav!
fosfor ha!

lenore
ama çakal balıkçı
öyle atıvermiş balıkları
ayıklamakla uğraştım bir de. katlettim yavrucakları :(
napyim. ölüydüler zaten
martin luther yaşasaydı ölmezlerdi bence
bakalım yeni kahramanlarımız nereden nasıl çıkacaklar

turuncu
bir balıkçı köyünden bile çıkabilir, öyle değil m?

lenore
bal ıkçı köyü

turuncu
yok o kasabaydı

lenore
baksana, bütün köylerimiz kasabalarımız baldan

turuncu
ya şehirlerimiz?

lenore
şehirler elmaşekeri.
şekeri de yapay

turuncu
ballı lokma tatlısı istiyorum o halde

lenore
görüntüsü de, öyle bir şey işte
hadi yapalım
nasıl yapılıyor

turuncu
eeeööö. yonca evcimik'e bağlanıyoruz şimdi

lenore
hadi hayırlısı.

turuncu
hattı cevap vermiyor, daha sonra tekrar deneyiniz

lenore
tatlının içine lokma koyuyorlar bence
üstüne de bal döküyorlar :(

turuncu
tadını bal mı veriyor?
yoksa balına tat mı veriyor?

lenore
balina tat!
haaha
bilmem.
lokma da tatlı ki

turuncu
öğğk. balina yağlı olur

lenore
neden şekerliler tatlı acaba sadece
diğerleri tatsız sanki, heh
şekermerkezcilik.

turuncu
diğerleri tuzlu

lenore
tüm insanların şekere zaafı var di mi.

turuncu
arada kalan ibneler tatsız-tuzsuz

lenore
olmaS
acı, ekşi
tatlı adana
hmm
meyve var bir de
tatlı-tuzlu-meyve
bir de kahve.

turuncu
eöö çok karıştı
ben standart türk insanıyım
iki kutuplu düşünebiliyorum

lenore
haha

turuncu
ötesine kafam basmıyor
ya sağ, ya sol
ya ön, ya arka
ya vatansever, ya vatanhaini

lenore
ya koko, ya cambo

turuncu
mambocambo?

lenore
şarkı mıydı o ya
ya şarkı, ya şarkı
vatansever kime denir acaba

turuncu
bir ölüsever var
vatansever denen şey ölüsevere benziyor mu

lenore
ölü sevmezsen garipsemiyorlar ama
vatanı sevmemek çok, çok kötü bir şey.

turuncu
hmm hain olmasak ama sevmesek de
öylece dursak?

lenore
olmaS
ya seversin, ya sevmezsin

turuncu
niye

lenore
ya sev ya terk et
of korkutuyorum di mi seni
korkma :(

turuncu
neyden korkucam?
:)

lenore
neyden korkacaksın ha

turuncu
balıktan mı?

lenore
balıktan korkmanı öneriririm.
riiririrririm.

turuncu
balıktan korkmam da kokmaktan korkarım

lenore
korkmaktan hakkaten korkmak lazım
ben de çok korkuyom korkmaktan

turuncu
başka neden korkuyorsun?

lenore
imkansızlıklardan

turuncu
o nedir?

lenore
işte, bilirsin ya
geri dönüşü olmayan şeyler filan herhalde

turuncu
point of no return gibi
mi?

lenore
bir mucizelerin olmaması durumu belki
poyint of no ritörn, he

turuncu
başka da bir şeyden korkmaz mısın

lenore
bugün eve gelirken akşam
ilkokuldaki okul müdürümü gördüm
ödüm koptu
evet. çok korktum.
hızla yürüdüm tanımasın diye
yusuf bey.
bir de yusuf bey işte
başka bir şeyden korkmuyorum
sen çok mu şeyden korkuyorsun

turuncu
kızıl büyüden korkuyorum ben sadece

lenore
o neymiş kü

turuncu
kızıl büyü, gelir sarar gecenin bir vakti her yanı
kaçamazsın, kıpkırmızı keser her yanı
kurtulamazsın
beklersin geçsin diye
geçmek bilmez, kanatır her teni
korkunç kızıl büyü işte.
kitaplarımızda yazdık biz bunları

lenore
arı bende bal yok desen de mi gitmez.

turuncu
yok gitmez. kızıl büyünün balla işi olmaz. kansever o.

lenore
gitmez, tamam.

turuncu
arı bende kan yok desen inanmaz, ısırır da bakar

lenore
bence çok sağlıksız yaptığı
zararlarını anlatırsan gider bence
tenyalardan filan bahsetmelisin

turuncu
a-ha!
bu hiç aklıma gelmemişti sahiden

lenore
tamam sen bunu bir dene
işe yaramazsa başka bir formül bakarız arık.

turuncu
tamam, paraşüt gibi yani, önden test edemiyo muyuz?
yok mu sende kara büyü filan?

lenore
olmaz mı
herkeste bir büyü vardır

turuncu
başka ne çeşitler var?

lenore
ne çeşiti saydım ki daha.

turuncu
e, kara var demedin mi

lenore
kara babandır.
demedim öyle bir şey

turuncu
ne var peki?

lenore
dıçrıkı büyüsü

turuncu
ne yapar?

lenore
söyler miyim!
söyliyim de başına gelsin di mi
öyle herkese gelmez işte

turuncu
gün gelir.

lenore
tabi gelir
hergün bir tane geliyor

turuncu
gün gelir, büyü de gelir, büyüdükçe gelir, büyü de gel denir.

lenore
büyüdükçe geliyorsa daha neden büyü de gel diyeceksin, bozacaksın asabını.

turuncu
yusuf bey filan dediğine göre aynı saat diliminde miyiz?

lenore
saat daha kaç ki

turuncu
10a 20var

lenore
tabii aynı dilimdeyiz, yani
evet aynı dilimi paylaşıyoruz
sabaha ben güney amerika'da uyanana kadar!
hoho.
geceye uyanmak, ne hoş olurdu

turuncu
ve böylece ne çok uyurdun. gün de gelmezdi, büyü de gelmezdi.

lenore
olsun. daha fazla özgür olurduk.

turuncu
prangan ağaçtan mı?

lenore
neden alay ediyorsun ki.

turuncu
yok alay etmedim, severim ağaçları
ve ağaçtan olan her şeyi
velev ki pranga da olsa

lenore
sırf prangan ağaçtan diye katlanacak mısın yani. bu hayatımda duyduğum en saçma şey.

turuncu
ne olacak yani, severim ağacı, o da salıverir kendini ve dahi beni

lenore
onun adına karar vermemelisin bence

turuncu
kim sevdiğini boğar ki?
boğayılanı boğar belki

lenore
seni sevdiğini filan da nerden çıkardın
ağaçlara kimse fikrini sormadı
biz insanlar böyleyiz işte.

turuncu
ağaçlar öyledir, seversen ağacı, sever seni
sen hiç ağaç sevdin mi
orda da bağırıyorlar mı
alt kattakiler, üst kattakiler, yan binadakiler?

lenore
sevdim ağaç.
neden bağırsınlar

turuncu
bağırıyorlar işte.
çünkü ağaç sevmiyorlar.
senin sevdiğin ağaç, sevmedi mi sen?

lenore
bilmem. düşünmedim ki. sevdim ben sadece.

turuncu
düşünülmez ki sevilmek
seviyorsa görürsün zaten

lenore
hayvanlar gibi işte
neden sevdiklerini bilmiyorlar ya
gelişigüzel öyle.
öyle sevdim ben de.
beni sevmiş, sevmemiş. severdim ki yine de.

turuncu
zaten sevmiş, sevmemiş düşünürsen, sevmez ki seni
ne zaman seversin ki yine de, o vakit sever seni her halde.

lenore
tabii. işte, nerden bileceğim beni sevdiğini,
söylemiyor ki bana
onun adına karar vermek istemem
bence sen de seni sevdiğine o kadar emin olma

turuncu
sevdiğin için yine de, bileceksin seni sevdiğini. sevmeseydin eğer yine de, işte o zaman iyice bilirdin sevmediğini.
söyledi bana beni sevdiğini

lenore
vay canına!
benimki de bana biraz aptal görünmüştü son sefer.
yine de pek inandırıcı bulmuyorum söylediğini
eğer beni kandırıyorsan ağaçlar sana ebediyen darılırlar.
yerinde olsam şimdi hemen gerçeği söylerdim.

turuncu
senin ağacın seninle konuşmaz ki hiç?

lenore
benimle konuşmasını filan da istemiyorum zaten
henüz ağacıma bencil olamadım

turuncu
ne hakla ve cüretle benimle konuşmasını istediğimi düşünebilrsin ki

lenore
sen bir insanın bir ağacı koşulsuz sevebileceğine inanır mıydın?

turuncu
ve üstelik ağacıma bencil olduğumu söylüyorsun

lenore
biraz öyle gibi göründün, kusura bakma.

turuncu
ve bunun yanında ağacına gösterdiğin özeni bana göstermiyor musun

lenore
bak işte! yine yaptın.
ne hakla ağacıma gösterdiğim ilginin aynısını bekledin ki sen.
ağacım bunun için senelerce tek kelime etmedi
gösterdiği fedakarlığa bakar mısın!
seninse yaptığına bak.
hep ukalalık.

turuncu
ah peki, ben de susayım o halde şuracıkta.
susup, derin bir sessizliğe gömülenleri biriktirdiğinizi bilmiyordum
ve karşılaştığınız herkesi bir ağaca çevirecek büyüye sahip olduğunuzu da bilmiyordum
demek o adını bile söyleyemediğim dıçrıkçi büyüsü tam olarak bu işe yarıyor

lenore
eh
numaralarından biri de bu diyebiliriz
ama böyle kolay kurtulabileceğini sanma dıçrıkı'dan.

turuncu
ya daha neler olacak?

lenore
bunu hep birlikte göreceğiz...
- fade out -

turuncu
başka kimler var etrafta, hey ne oluyor
kaç kişiyiz?

lenore
-5
en fazla uğraşıp da olabileceğimiz kişi sayısı 0 olabiliyor.

turuncu
tamamlanınca hiçliğe ulaşıyoruz yani

lenore
sen de amma kolaycısın ha
hiçliğe öyle ulaşılır mı hiç.
ben 5 yaşında doğmuşum
annemler öyle diyor.

turuncu
sonra?
şimdi kaç yaşındasın

lenore
5

turuncu
seneye kaç yaşındasın?

lenore
doğduğumdan beri de hiç büyümemişim
belki seneye 6 olabileceğimi söylüyorlar
bekliyorum ben de sabırsızlıkla.

turuncu
bence sabretmezsen büyüyemezsin

lenore
sabretmek ne demek
ne demek ne demek

turuncu
sabırsızlık ne demek?

lenore
sabredememek demek mi
şimdi ben şeyi düşünüyordum
dün
yani şimdi
biz bu kelimelerin anlamını filan aslında hiç bilmiyoruz di mi
öyle küçükken öğreniyoruz hareketlere atıflarla, bilmemnesiyle
ama mesela
'saygı' ne demek
düşününce bir cevap bulamıyorum
yani herkesin bunu aynı şekilde öğrendiği ne malüm hem?

turuncu
ya renkler?
renkleri herkesin aynı gördüğü ne malum?

lenore
görmüyorlar kı zaten.

turuncu
e ama aynıymış gibi davranıyorlar
lenore
ama sana mavi dersem aklındaki rengi bilirim
ama aşk deyince, nefret deyince
nerden bileyim ki nası
ne olduğunu.

turuncu
sen kendi aklındaki maviyi bilirsin de
benim aklımdaki maviyi bilemezsin
mavi dediğinde ne hissedeceğimi hele, hiç bilemezsin

lenore
tamam sen kazandın.

turuncu
ne kazandım peki?

lenore
sevgimi!!!!

turuncu
hmm, sevginin kazanıldığını hiç bilmiyordum.
ama olsun, her şartta sevgi güzeldir

lenore
tamam. teşekkürler

turuncu
peki ağaç?
onu sevmeye devam ediyor musun

lenore
sen ben hatırlatmayıncaya kadar anneni sevmeye devam ediyor muydun.
sevgi süreksiz bir şey mi acaba, bu manada
nasıl bilebiliriz acaba bunu

turuncu
sevgi biter mi peki? belki buradan başlayabiliriz sürek avına

lenore
her şey biter

turuncu
ağaca olan sevgin biter mi mesela, ya annene olan sevgin?
neye karşı sevgimiz biter, neye karşı bitmez?
niye biter, niye bitmez?

lenore
nasıl söylersin ki bunu
bunu söylemen için niye sevdiğini de bilmen lazım
asıl bunu bilmek zor

turuncu
sevginin sebebi olur mu her zaman

lenore
olur ama bilmeyiz
bilmem. olması daha mantıklı geliyor
yani niye 'o' da başkası değil ki o zaman
'o'nu bir diğerinden ayıracak bir şey olmalı
yerine her şey gelecekse o sevginin ne özelliği var

turuncu
aghh boynumda beliren ağrı için ne yapmalı

lenore
kaynar kazaana aatmalı
sıcağa tut, bir şey sar etrafına
ben de sıcak çikolata içmeye meylediyorum
sence o kadar balıktan sonra ölür müyüm?

turuncu
ne kadar balık?

lenore
çok işte.
bir 300 gram kadar belki

turuncu
çokçokçok değilse bi şeycik olmaz
300 gram ne ki, hiçbişi yapmaz

lenore
peki öyleyse. sana güveniyorum

turuncu
sevdiğin için mi güveniyorsun?

lenore
evet

turuncu
hmm demek ki sevince güveniliyor.

lenore
her zaman değil.
belki inanmayacaksın ama hakikaten sıcak çikolata oldu bu yahu
ne güzel bilsen.

turuncu
bilemem ki.
bildirmen gerek.

lenore
şimdi hatta günün ilk sigarasını içeceğim!

turuncu
o da şu dudaklara çikolata tadı kondurandan olsa bari
captain black

lenore
hiç de değil.
onun kadar aptal başka bir sigara işte

turuncu
aptal olmayan sigara var mı ki?

lenore
yook.
ondan dedim işte

turuncu
boynumu sarmalı ve sıcak bir şeyler almalyım
geleceğimdir

lenore
pekala.

turuncu
ah geldim
böylesi daha iyi

turuncu

olur ama bilmeyiz
bilmem. olması daha mantıklı geliyor
yani niye 'o' da başkası değil ki o zaman
'o'nu bir diğerinden ayıracak bir şey olmalı
yerine her şey gelecekse o sevginin ne özelliği var

biraz geri dönmemizin sakıncası var mı?

lenore
buyrun

turuncu
mantık diyince aklıma makina geliyor
sevgi mantıklı bir şey midir

lenore
değildir pek
bilemememiz de o yüzden işte
mantıklı olsa bilirsin

turuncu
bilişle de alakalı değil sanki

lenore
dünya'yla alakalıysa bilmekle de alakalıdır

turuncu
hmm kazandın mı acaba?
bilemedim.
lenore
ne kazandım?
cimrisin sanki.

turuncu
yo hayır
tam olarak anlatmak istemiştim sadece
biraz sevgimi, biraz kafa karışıklığımı.
sevgi hislerle tecrübe edilebilir bir şeyse, nasıl bilişle alakalı olabilir ki?

lenore
hisler her şeyden daha iyi bilir vesselam.

turuncu
pekala, o halde, kazandın.

lenore
nasıl bilmek olmadığını söyleyebiliriz ki?

turuncu
sevgimi kazandın evet.

lenore
: )))))))
artık kaybedecek bir şeyim var demek
riske girebilirim.

turuncu
risk nedir ki

lenore
dünyayı döndüren şeydir

turuncu
hayır, inanmıyorum.
dünyayı döndüren şeyi yazmışlar kitaplarda
dünya aşkla döner.

lenore
aşk da riskle döner

turuncu
nasıl bir risk bu?

lenore
nasıl bilmezsin.

turuncu
ne bildiğimi söyledim, ne de bilmediğimi.
sadece sordum

lenore
ben de bildiğini söyledim zaten

turuncu
ve fakat kazancını maksimize ediyorsun sanki

lenore
buna izin veriyorsun sanki

turuncu
ne engel oluyorum, ne de teşvik ediyorum
sadece duruyorum

lenore
durmayı becerebilmek de bir şeydir, belki

turuncu
ah evet, kimisi öylece durmayı bile beceremez değil mi?

lenore
tabii ya. durmak zordur zira.

Perşembe, Kasım 15, 2007

İnanmak?

Geçtiğimiz ilkbaharda mı yazdım bunları, yoksa daha önce mi? Neden bahsettiğimi şimdi anlayamadığım eski bir nota rastladım temizlik yaparken:

Q klavyesi olan bir cihazın belki de en iyi özelliği yürürken yazabilmek.

Aklıma şu geldi; eğer kendimle çok ilgilenirsem, deli olduğumu sanabilirsiniz. Belki bana ilaçlar vermeye kalkarsınız. Ama bunu farketmeyeceğiniz şekilde rol kesersem, bunu yapmazsınız. Bu durumda daha deliyim demektir. Yani sizler için daha tehlikeli. Üstelik bundan habersizsiniz. Bu sizin için çok yazık ve benim için daha çok eğlence demektir. Her şey kontrol dışı ve tek yapabileceğin inanmak. Her durumda.

Neye inanacağını bilmiyor musun yoksa?

Ben, kendim; biliyor muyum?

Çarşamba, Kasım 14, 2007

Dörtlük

Kendinizi anlatan dörtlük adı altında bir mumdur, iki mimdir dolanıyor ortalıkta bir süredir. Şimdilerde tüy gibi olan Deryik vasıtasıyla biz de şenlendik. Ve fakat fazlaca şiir okumayan biri olarak 1 Kasım'dan beri düşünüp duruyorum. Yo hayır, şiir sevmediğimden değil. İyi şiiri severim velakin iyi şiirin peşinde koşmak lazım. Ha diyince, karşına gelmiyor.

Buyrun, sizleri Brecht ile başbaşa bırakıyorum:

nasıl olduğunu yaz bana! rahat mı?
sana neler yaptıklarını yaz bana! cesaretin yetti mi?
ne yaptığını yaz bana! iyi şeyler mi?
neler düşündüğünü yaz bana! beni mi?

sorulardır sana bütün verebildiğim,
ve gelen yanıtları kabullenmeliyim.

Pazartesi, Kasım 12, 2007

Kasılmayan Pazartesi

Kasım ayının nerdeyse ortaları. Hava düpedüz sıcak. Güneş hem dışardaki, hem de içerdeki sokakları aydınlatmakla meşgul. Oda sessiz. İnsanlar dingin. Ağaçlar serin fakat nazik bir rüzgarda yapraklarını titretiyor.

Bu kadar.

Pazartesi, Kasım 05, 2007

Kasım Kasım Kasılan Pazartesi

Dün gece kendimi düşünürken yakaladım: İstanbul tümdengelim, Ankara tümevarımdır. Başka şeyler düşünüp bunu unutmak tehlikesine karşı, unutmadan hemen uykuya daldım. Pek çok rüyalar gördüm.

Gece elektrik kesilince uyandım. Kesintisiz güç kaynağı benim için kesintili uyku kaynağı olmaya başladı bir kaç gündür. İşyerine götürmeye karar verdim en kısa sürede. Yoğun bir şekilde yağan yağmuru seyrettim sokak lambasının ışığında. Uyudum sonra yine.

Sabah uyandığımda yağmur sürüyordu. Kahvaltıda yeni bir kitaba başladım. Tek başıma yemek yiyemem ben. Ya birileriyle konuşurum ya da bir şeyler okurum.

Kahvaltıdan sonra mikrodalgada kek yaptım. 15 dakikada aynı browni gibi oldu. Çikolata eritip döktüm üstüne, leziz oldu.

Sevdiğim şemsiyemi aradım, bulamadım. Halbuki evde olduğunu düşünüyordum, değilmiş. Halbuki işyerinde de değildi. Eski şemsiyemi çıkardım. Kendisiyle pek çok hatıralarımız vardır. Kapı kırmak için, ıslanmamak için, yere düşmemek için, arabaların sıçrattığı sulardan korunmak için hep kendisinden yararlanmışımdır.

Yola çıkınca yine bir yabancılık hissi yakaladı. Şemsiyenin uçlarından aşağı doğru inen bir kafesin içinde gibiydim. Yağmurdan saklanmış kediler gördüm yolda, selam verdim. Evden çıkmadan da pencerenin önündeki güvercinlere bulgur verdim.

Belediye başkanını yağmurda yürütmeli bu caddelerde sokaklarda diye düşündüm. Sokağın her yanını dolanan minik dereler, çatılardan düzensiz bir şekilde dökülen sular, düzensiz kaldırımlar... Hepsi güneşli günlerde göze görünmeyen, yağmurda hayatı zorlaştıran detaylardı. Çok mu zor yağmurda yürüyüş standardizasyonu sağlamak? Aç insanlar varken, buna gerek yok dedi bir ses. Sustum.

123 basamak tırmandım yine. Basamakların yanından çağlayan genç irisi dereciğe hayretle baktım. Geçen gün orada oturan fare şimdi herhalde şu deliğe sığınmıştır. Islanan paçalarımın beni üşüttüğünü farkettim. Bu yağmur da düzgün yağamaz mıydı? Neyse şimdilik yağsın, ilerde onu da öğrenir.

Bir Başka Hayal

Bu da "söğüt ile defne" için, 2 kasım tarihli Radikal'den.

Çarşamba, Ekim 31, 2007

Hayali


30 ekim tarihli Radikal'deki bu Piyale Madra çizgisi "Basınç ve Yürüyüş Halleri"ni hatırlattı, sanki onun çizgisi gibi.

Pazar, Ekim 28, 2007

Kızıl Sesler Büyü Akşam Karışık Gece

Bizim evde pazar akşamları popstar alaturka nam yarışma seyrediliyor. Kazara telefon filan çalıp da televizyonun sesi kesilince yine de susmuyor alaturka sanatçılarımız. Yan dairede yaşayan, kulakları ağır işiten yaşlı komşularımız sağolsun. Aslında sadece onlar değil. Pazar akşamları apartmanın girişinden itibaren her katta aynı bet sesi duymak mümkün.

İşte o bet sesi duyunca, sabah konuştuklarımız geldi aklıma: Türkiye'nin en çok kazanan, lafı üstüne laf söylenilemeyen sanatçısı, korkunç görünümlü bir transeksüel. Şaka gibi. Absürt komedi yapan birileri karşımıza böyle bir karakter çıkarsa gülmekten ölürüz herhalde. Hele de böyle konuşsa. Reklam arasında tomar tomar paralarını saysa... Ve fakat hani bu çok normal, kimse yadırgamıyor ablayı.

Merdivenden çıkarken bunları mı düşünüyordum bilmiyorum. Her katta aynı seviyede duyuluyor mu testini yaptığıma eminim ama ne düşündüğümü şimdi hatırlayamadım.

Merdivenden çıkıp eve girdiğimde neler olacağını hiç bir zaman bilemiyorum. Olmakta olanları çoklukla manipüle ediyorum. Kendimce yeniden kuruyorum tümünü. Kurduğum dünyanın içinde yaşıyorum sonra.

Çok özel bir eğitim metoduyla yetiştirildim. Bakırköy'lü mürebbiyelerim vardı benim. Her türlü paranoid ve şizoid bozukluklarla ilgili özel olarak bilgilendirildim. Unutmadan halisünasyonlar ve yanılsamaları [delusion] eklemeliyiz.

Başkaları ve kendim için oldukça farklı hayatları kurabilir, gerçekmişcesine işletebilirim. Hani sistemler için işletmeye almak denir ya, onun gibi. Cümle içinde kullanalım: Ekim ayı içinde işletmeye almak için çalışmalarını sürdürmektedir.

Truman Show'daki dekorları kurup bulutların arasından projektör düşüren bendim işte. Çocuk yaştan itibaren dekorlar arasına hayat kurmak konusunda çalışıyorum. Her şeyin yolunda gitmesi için insanüstü gayret sarfediyorum. Her şeyin olması gerektiği gibi görünmesi sorumluluğunu üstlendim. Böyle olunca herkes mutlu olurdu. Sanırım. Zaten başka bir yol da bilmiyordum.

Rüyaları sadece kendim için kurdum. Bebekken oynadığım tehlikeli oyunları tam olarak bilmiyorum. Ne kuruyordum da ağlayarak uyanıyordum bilmiyorum. Sonra bir şekilde üstesinden gelmişler.

Dün çok karışık rüyalar gördüm. Bir pembe yatak vardı, ne işi vardı bilmiyorum. Atraksiyonun bini bir para. Uçmaca, kaçmaca, tren istasyonunda tren kovalamaca. Öyle uzun sürdü ki, uyanıp su içip tekrar devam ettim filan. Bir de rüyaların oldukça kısa sürdüğünü iddia ederler, külliyen yalan. Uyuduğum andan, uyanana dek kesintisiz ve oldukça eğlenceli partiler düzenliyorum. Hepiniz davetlisiniz. Cidden bak.

Başka yalanlar da söylüyorlar rüyalar hakkında. Neymiş efendim beynimizde görürmüşüz, gözlerimizle alakası yokmuş. Hadi ya? O zaman neden rüyamda renkleri ayırdedemiyorum yine? Hı? Renk körlüğü neden rüyama sirayet ediyor. Beynimin kodları mı karışmış, hiç çözemeyecek miyim? Almanlar renk körlüğünü çözmüşler, kromlu lens yapmışlar mesela. Yaramayacak mı işe?

Ölçülebilir olanın ancak cetvelle ölçülebilen olduğunu düşünen özgür düşünceden habersiz bilim adamlarını ne zaman tepeleyecek insanlar? Belki de bu hiç olmayacak. Yığınlar ancak ve ancak gaza gelmeyi, sevmedikleri sıfata sahip olduğunu düşündüklerini tepelemeyi severler. Sıfatları, sıfatlar kümesinin oluşturduğu aidiyetleri ve o aidiyetler içinde kaybolmayı çok severler. Hayır çocuğum, orada değil, başka yerde kaybol.

Bilim adamları diyordum değil mi? Onlar bilim adamı değil hafız!

Ev diyordum aslında en başta, oraya döneyim. Alaturka sanatçıları ve alaturka sanatçı adaylarını dinledikten sonra uykusu gelir ahalinin. Çekilirler odalarına. Ne bir ışık, ne bir ses. Işık ve ses varsa, pek sorun olmaz. İkisinden birinin varlığı kötü bir şey demektir. Evimizin üzerine kızıl bir büyü çöküyor demektir.

Kızıl büyüden bahsedeli neredeyse bir sene olacak ve fakat ben bir türlü başetmeyi öğrenemedim. Onu aşmak için belki bir asa, belki de eski zaman cadılarına ait bir yüzük gerekir. Bir zaman uzun saplı bir süpürge edinmiştim üstüne binip gidebilirim belki diye. Şimdi nerede olduğunu bile bilemiyorum.

Biraz evvel ses geliyordu. Çok korkunçtu. Sonra sessizlik geri geldi. Şimdiyse ışık var. Üzülüyorum böyle olunca. Zaten bu kadar korkunç olup da sesiyle ışığı ayrı olan bir de yıldırımlar var. İnsanların üstüne düşünce kül ediveriyorlar. Koskoca ağaçları ortadan ikiye yarıyorlar. Bir de kızıl büyü var işte sesiyle ışığı ayrışık korkunç şey.

Kızıl büyü evimize geldiğinde üzüntüyü olanca çıplaklığıyla hissederim ruhumda. Her seferinde bunun anlatabilemeyecek bir şey olduğuna inanırım. Her seferinde bir kedi gibi kusmaya çalışırım onu. Olabildiğince kusarım işte. Her seferinde bir kaç topak tüy kalır midemde. Ağrı yapar daldan dala gezerken.

Kızıl büyü geldiğinde kurduğum tüm dekorları yıkıyor bazen. Bu da üzüyor beni. Yıllar yılı gelmemesinin sebebi onun içinde dolaşması için kurduğum mükemmel dekorlardı aslında. Artık biraz kendim için yapacağım bunlardan diyince o saçlarımın düz olduğu ilk gün yaptığımız anlaşma bozuldu ve muhtelif zamanlarda musallat olmaya başladı işte. Halbuki artık saçlarım düz değil. Bunu geç öğrenmem kötü oldu, daha erken öğrenmiş olsaydım bir takım kazançlar sağlayabilirdim.

Kızıl büyü geldiğinde ölümü düşünüyorum. Kefenimin nasıl olacağını düşündüm mesela bugün. Şu yün kumaştan mamül, kareli mont-kaban arasındaki şeyin üstümde olmasını isterim mesela. Annem dikti onu bana. En sevdiğim pantalonumu giymek isterim. Kendim aldım yeni bir pantalona ihtiyacım olduğunu düşündüğüm güneşli bir günde. Tek başıma almıştım, oldukça zor karar vermiştim hem de. Bir de lacivert kazağım var. Onu da çok seviyorum. Biraz eski olsa da sorun değil, babam almıştı beni sevdiği zamanlarda. Son zamanlarda takıntı haline getirdiğim siyah spor ayakkabılarımı giymek isterim, bir zaman ailem kadar çok sevdiğim biri almıştı.

Böyle bir kefen hayal ettim işte. Sonra eğer ecelimle ölürsem kimsenin beni bu kılıkta gömmeyeceğini düşündüm. Lakin benimde böyle gömülmeyi sağlayabilecek bir cesaretim yok, mesela kendimi gömmek gibi.

Bir gün ben olmadığımda, dünyalı kimse ne anlattığımı bilmeyecek belki de. Ben bile. Ne fena.

Yoruldum, nefesim kesiliyor, yeter bu kadar.

Cuma, Ekim 26, 2007

Uçan Bıçak

Yıl 1941. Bir anadolu şehrinde güneşli bir gün. Mahalleli çeşmeden su doldururken bu evin bahçesinde hususi çeşmesi var. Çeşmeden su dolduruyor evin annesi. Savaş yıllarından mı kalmış o sert bakışlar?

Biraz ötede kocaman bir sepet dolusu üzüm. Öylesine çok ki bir kişinin tek başına taşıması imkansız. Sekiz yaşında bir çocuk sesleniyor annesine: Anne üzüm verir misin?
Annenin hiç gönlü yok bu işe. Olmaz diyor, çocuk üzülüyor.

Beş dakika sonra çocuk dolaşıp geliyor, yine üzüm istiyor. Yine olumsuz. Biraz düşündükten sonra gidip sepetten avucunu bile doldurmayacak kadar küçük bir salkım koparıp güneşe doğru kaldırır: Anne bak!

Kafasını kaldıran anne güneşte parlayan üzüm tanelerini görünce ateş çıkar gözlerinden. Çocuk kaçmaya yeltenir. Anne, elinde iş yaptığı bıçağı tuttuğu gibi fırlatır ve hedefi onikiden vurur. Bıçak çocuğun kalçasına saplanır.

-Son-

Yirmi Dakika

Bir cuma günü öğleden hemen önce, hava açık, rüzgar neredeyse yok, deniz sakin. Sesler yaklaşıyor ve uzaklaşıyor. Gidiyorum ve geliyorum, olduğum yerde dolaşıyorum gelmişleri ve gelecekleri. Başım dönüyor hafifçe. Ayağa kalksam belki gözüm bile kararır.

Yüksek Sadakat'i çıktığı zaman hiç dikkate almamıştım, sebepsiz. Geçenlerde radyoda duyunca ilginç geldi, kim bunlar diye sordum. Yeni mi çıktı? Çoktandır varmış.

Sevdiğim bir dizinin eski bölümlerine göz attım şöyle bir. Sokakta gençlerle konuşan yaşlı bir adam gördüm. Adam uzaklaşınca gençler arkasından söylendiler. Esnaf kepenklerini kaldırdı. Bir anne çocuğun kolundan çekiştirdi. Çocuk rengarenk giyinmiş kıza bakakaldı.

Hiç birine bulaşmadım. Orada olmayan adam gibiydim. Olmasam da çok şey değişmezdi. Çok sevdiğim ceketimi kimse bu kadar çok sevmezdi evet ama o ağacın yaprağı yine düşerdi. O anne yine çocuğunun nereye baktığıyla ilgilenmeksizin koparırcasına çekiştirirdi.

Özellikle sokakta gezerken daha çok hissediyorum bir 'sistem'in varlığını. Yürürken bulundukları yerden çıkan ve arkama düşen insanları hayal ediyorum bazen. Niye peşime düşsünler? Ya linç etmek için birinin peşine düşer insanlar, ya da omuzlarına almak için. Benim peşime niçin düşecekler?

Bir tır varmış, İstanbul'a gelmiş. İki gün boyunca buradaymış. Tam olarak nerede olduğunu ve hangi iki gün boyunca şehirde olduğunu bulmak neredeyse mümkün değildi. Tüm haber kaynakları Anadolu Ajansı mahreciyle sundukları haberlerinde başka bir şey anlatıyorlardı. Vazgeçtim korku ile kaplı o tırı görmekten.

İnsanların suratlarına baktım sonra yürürken. Başka hikayelerin insanları. Bir tanesi amele pazarında müşteri bekleyen zevzek bir işçi. Halini, vaziyetini görünce esir pazarındaki bu adamı satın almayacağımı düşündüm. İşlevsiz bir beden. Duyguları, hayalleri, düşünceleri var mı? Bir kap yemek ve şu yiyecekmiş gibi baktığı kadınlardan başka ne düşünüyor? Bir ailesi var mı? Oksijen tüketmeyi hakediyor mu? Hayır, topluma yararlılık açısından bakmıyorum, iki gün sonra o basit istekleri ve dizginleyemediği içgüdüleri yüzünden birilerinin başına bela olacak mı? Bu onun suçu mu? Halbuki onu da sevmeli, yaratılmış işte.

Sevgiyi düşündüm bir de. İnsanları niçün severiz? Bir insanı özel yapan tam olarak nedir? Yoksa aslında hiç birimiz özel değil miyiz? Aynı ilaçlarla iyileşebilen benzer mekanizmalar yığını.

Yabancılaşma, sevgi, insanlar, hayat, yapraklar ve bir sürü başka şey. Fakat yirmi dakikam doldu.

Perşembe, Ekim 25, 2007

İhtiyar

123 basamak tırmandıktan 10 adım sonra karşılaştığım yaşlı adamın bana baktığını farkettim. İster istemez ben de ona baktım, kendime onun baktığı kadar bakmadığımı anladım. Ceketi, özenli taranmış saçları, yeni ütülenmiş gömleği ve hangi çağdan kaldığını bilmediğim gözlüğüyle oldukça şıktı. Gözümün içine bakıp gülümsedi.

- Neden, ihtiyar gibi yürüyorsun?
- Merdiven çıktım, yoruldum.

(İç ses: Sadece merdiven mi?)

Sonra yürüdük, yolumuza gittik.

Çarşamba, Ekim 24, 2007

Sallanan Dişler

Diş, dişim sallanıyor. Üst köpek dişim olmalı. Zaten onlar iki dişlik yerin tam ortasından çıktığı için arkasında önünde yarım diş büyüklüğünde boşluk var, bir dişim de üstte bekliyor.

Bayram günü olmalı. Dışarı çıkıyorum, Fa ve Fö ile karşılaşıyorum. Fö, bir Mitsubishi pikap kullanıyor. Bayram münasebetiyle ailesini gezdiriyormuş. Fa ile yürüyüruz. Devasa bir binanın ikinci katından itibaren olan çıkmalarına zincirler asılmış, uçlarında birer döner tezgahı var. Önlerinden geçiyoruz, hiç temiz görünmüyorlar. Bir kaçı temizlik yapsa ne güzel olur, hem rekabet oluşur diyorum.

Yürümeye devam ediyoruz. Fa'ya şu kızı tanıyorum diyorum, kız geçip gidiyor ama ben kim olduğunu bir türlü hatırlamıyorum. Ardından bankamatik sırasında bekleyen bir çocuğu daha tanıdığımı sanıyor ve bilemiyorum.

Fa, dişçiye gidelim diyor. Mihrimah'taki doktorumdan başka olmaz diyorum. O yoksa bile nöbetçi bırakmıştır yerine kesin. İçimden düşünüyorum, yahu tıbbi kayıtların sürekliliği hakkında hiç mi bir şey bilmiyorsun? Bu yaşta köpek dişimin sallanıyor olması kötü, iyi hissetmiyorum. Yürümeye devam ediyoruz. Merdivenlerden inip deniz seviyesine ulaşacağız. Moda'da sahile inen merdivenleri çağrıştırıyor, hatta çok benziyor.

Tinerci kılıklı bir çocuk yaklaşıyor yanıma. Fa uzaklaşıyor. Çocuk gülümseyerek konuşuyor: Abi ben nerede kalabilirim, nasıl meslek edinebilirim? Biraz laflıyoruz ayaküstü. Hapisten çıkmış olduğunu öğreniyorum. Halbuki en çok 14-15 yaşlarında olmalı. Bir şeyler söylüyorum tavsiye kıvamında. Çocuk biraz tavır değiştiriyor, yankesici olabilir mi? Arkamı dönüp gidiyorum, merdivenlerden iniyorum.

O sırada merdivenlerden yukarı çıkan birinden bir şeyler çalıyor. İnsanlar hemen yakalıyorlar çocuğu, merdivenden aşağı atmak üzere sarkıtıyorlar. Çocuk ağlıyor. Hiç bir şekilde sorumluluk duymuyorum tüm bu olanlardan, zaten ne olabilir ki?

Deniz kenarında yürüyoruz. Dalgalar deniz yükseldiğinde yürüyüş yolunu ıslatmış. Suların üstünden zıplıyoruz Fa ile birlikte. Yoruldum diyor ve yarısı denizin üstünde kazıklara oturtulmuş bar kılıklı bir yere giriyoruz. İçerisi loş, bir masaya çörekleniyoruz hemen. Oturduğum yerden arkamdan bir yerden konuşan kalabalığın içinden Ya'nın sesini duyuyorum. Bir yerde de karşılaşmasak ne olur sanki? Fa gülüyor.

Garson içeceklerimizi getiriyor, masaya bakıyorum o anda. Aa! Burası, bu mekan; bir başka rüyamda Ya'nın bizi getirdiği yer değil mi? Bunları düşünürken garson iki de çay uzatıyor. Arka masadan gönderdiler diyor. Gülüyorum, yan masaya çay gönderilir mi be?


Masamıza bir kız çocuğu yaklaşıyor, elinde üç iskambil kağıdı: Sen olsan bunlardan hangisini seçerdin? Önümüzde beliren ekranımsı vizyondan masanın durumunu görüyoruz. Tam olarak yanda görülen kağıdı seçiyorum. Her niyeyse gözlerim parlıyor onu görünce. Kız gidiyor oyununa, önümde açılan ekranımsı şeyden oyunu seyrediyorum. Seçtiğim kağıt oyunu kazanmak için önünü açıyor, seri halde tüm masadakileri topluyor ufaklık. Meğerse bizim Ya, gidin şuna sorun, çok şanslıdır demiş.

Bir çocuk daha geliyor elinde üç kağıtla, tersliyorum: Bugün bitti şansım, yeter bu kadar! Pek de umrunda değilmiş gibi gidiyor.

Tam içeceklerimizi içecekken ortaokul çağında üç çocuk geliyor masanın yanına, bir şeyler soruyorlar. Yüzlerine bakıyorum, siz falanca okuldan mısınız? Evet, öyleler. Nasıl da bildim edasıyla Fa'ya bakıyorum. Aslında bu üç çocuk şimdi büyümüş, yetişkinlik kıyısında genç irileri. Ben sizin büyüklüğünüzü bilirim demiştim ki çalan telefona uyandım.

Salı, Ekim 23, 2007

Rüyalı Uzun Gece

Hamur işi yiyince uykum gelir. Evde yapılmış sıcacık gözlemeyi böğürtlen çayıyla birlikte hüpletirken de bunun böyle olacağını biliyor, yine de öyle olmaması umudunu besliyordum. Bir Arzuyu Beslemek'le karşılaştım sonra. Selam verdim, severim seni diye göz kırptım. Kırmızı Pelerinli Kent'i arıyordum aslında. Bir elime geçtiği günü bilirim, başka da bir şey bilmem. Sonra nereye gitti o kitap?

Tam kitap raflarını gözden geçirirken beklendiği üzere içimdeki ejderha ateş püskürtmeye başladı. Bu sıcaklık uykunun ilk habercisi. Oturdum, geçmesini bekliyordum işte. Bu sabah vazgeçtiğim tebdili yazdım. Gitmedi işte, dönerim bir kaç saate diyip uykuya daldım.

Işıklı kalemimle yazmaya başladığımdan beri rüyalarım çok yoğun. Maceralar peşimi bırakmıyor, psikolojik savaşlar yıpratıyor. O derece derinden. Sabah uyanınca ışıklı kalemimle not aldıklarıma baktım ve hiç bir şey anlamadım.

Güya Fatih tutuklanmış, bununla ilgili hiç bir şey hatırlayamadım. Yiğit'i görmüşüm bir de, o ki serzenişlerimizin kahramanı. Polis, şişman adam, yolda kalan çocuk, durdurup geri al... Hiç biri hakkında fikrim yok. 00:55 sularında yazmışım.

Sabah kalktığımda en yoğun hatırladığım, o kallavi binanın altında ortaya çıkan bambaşka bir dünyaydı. Otopark rampalarından aşağı inerken görünen bir pencereden atlayınca binanın aslında bir kayıp şehrin üstüne kurulduğunu görmek olağanüstüydü.

Kapadokya'ya benzeyen bu yerde pek çok yükseltiler aştım, dolaştım. Kimselere rastlamadım uzun düzlüklerde. Sonra bir yerde gördüğüm uzun ince bir toprak birikintisinin üstüne çıktım. Birden insanlar toplandı aşağıda, neye uğradığımı şaşırdım. Benim oraya bir amaç uğruna çıktığımı sanmışlardı. Halbuki maksadım etrafta insan var mı diye şöyle bir bakmaktı. Üstelik artık inemiyordum da her nasılsa.

Aşağıdakilere bakarken, birden yanımda uçan bir insan belirdi. Etrafı açık, olabilecek en küçük helikoptere binen bu garip adamın ne dediğini de anlamıyordum bile. O helikopter ikimizi taşımaz dedim sadece ve arkamı döndüm. İnsan kalabalığı arasında birbirini tanımayan iki arkadaşımı gördüm, bizim için eylem yapar mısın diye bağırdılar. İtiraz etmedim, olur demekle yetindim. Ama tam olarak ne yapacaktım ki?

Hatırlamadığım pek çok şey arasında birden üstünde durduğum yüksekçe kaide zemin seviyesinden kırıldı. Yere doğru hızla düşüyorduk kaidemle birlikte. Lastiktenmiş gibi olsa da tam yere yapışacakken yeniden yükselse ne güzel olur diye düşündüm. Bu sırada tam da yere yapışmak üzereydim ki hızla yükselmeye başladım.

Pazartesi, Ekim 22, 2007

Işıklı Kalem

Işıklı bir kalemim var, çok güzel. Yazılmakta olan kelimeyi, bir önceki ve bir sonrakiyle birlikte aydınlatıyor. Yazan kişi için daha fazlasına gerek var mı? Bilmiyorum, benim için gerek yok. Kalemi, kağıttan birazcık uzaklaştırınca büyük resmi görebiliyorum. Çünkü ışık kaynağının önünde bir mercek var. Gözümüzde de mercek var.

Işıklı kalemimle gece karanlıkta aklıma gelen her şeyi unutmadan yazabilirim, rüyalarımı da yazabilirim, susmayan bilincimin söylediklerini de. Şikayet etmiyorum, susmasın tabi, seviyorum onu.

Işıklı kalemimi tavana doğru tutunca sekiz kollu bir yıldız oluyor. Kalemi çevirince, dönen bir yıldızım oluyor. Yıldız bile kaydırabiliyorum.

Tersine alarmlı saat üzerinde çalışıyorlarmış. Amaç minik insanların uyku düzenini sağlayabilmek. Tesadüfen rastladığım proje ekibinin üyelerinden biri de alaturka hallerini yazıyor.

İşte tavanda döndürüp, kaydırdığım yıldızımı görünce aklıma bu geldi. Tersine alarmlı saat, etkileşimli olmalı, farklı animasyonlar sunabilmeli. Yeterince iyi olduğunu düşünürsem ben de bir tane edinebilirim, neden olmasın ki?

Işıklı kalemimle uyuyakaldım sonra. Pek çok, pek çok rüyalar gördüm. Bir konser alanı, bir maraton yaşadım. Çocuklu genç bir kadınla tanıştım, erkeğini evden kovmuş. Çantalarımı onun evine bıraktım. Bir taksiye bindim, taksici Hintli çıktı. İstanbul'u da basmış bu hintliler. Ben demiştim zaten vize koyalım şunlara diye. Taksiden inince fark ettim ki benim masamın üzerindeki teneke taksiymiş bu. Ne çok sevindim.

Sabah uyanınca, yorulmuştum bile bu kadar çok rüyadan. Hoş, tatlı bir yorgunluk. Tersine alarmlı saatle uyuyan çocukların muhayyilesi daha mı zengin olacak?

Taksiyi düşündüm ve taksinin sahibinin ne yapıyor olduğunu. Bazı şeyleri unutamadığımı farkettim fakat kategorize edemedim. Kişisel tarihimin bazı kısımları hiç yokmuş gibi oluyor ve bazıları hiç gitmiyor.

Ağacı düşündüm sonra. Mezarın üstüne toprakla örtüldükten sonra dikmiştim. Geçende haberi geldi. Büyümüş, serpilmiş o ağaç. Dedikodular bile yayılmış, arkadaşı dikti demiş kimileri. İnsanlar hikaye anlatmaya çok düşkünler. Cinayet işlemeye ve kan görmeye de aynı oranda düşkünler. Hikayeciler bu yönden kendilerini tatmin edebilirler. Kasaplar da. Kurban bayramları toplumun ekseriyatını kan görmek yönüyle nötralize eder. Bir de hikaye bayramı yapmalı o halde, anlatsınlar dilediklerini. Kursunlar dünyayı yeniden.

Geçen gün koruda yürürken, patikanın yanıbaşına parkedilmiş bir uçan halı gördüm. Usta bir şoför olduğuna kanaat getirdim. Dönüşte aynı yoldan geçiyordum, halının sahibi hala ortalıkta yoktu. Uyuya mı kaldı acaba ağaçların arasında?

Ağaçların bittiği yerde kültür bakanını gördüm. Oldukça şık görünen gri bir takım elbise giymişti. Normal şartlarda sevmem gri takım elbiseleri. Bir eli cebinde konuşuyordu. Sonra kayboldu birden bire.

Aklıma uzun ömrün acısı geldi. Herkes ölüp gidince dünyada kalıp onların yasını tutan adamı hatırladım. Ne fena. Belki buna da alışmıştır.

"Lost In Translation" seyrettim bir ara. Evet, filmin isminden mülhem mevzusu oldukça iyi anlatılmış. Oradan başka yerlere kaydım hemen. Ya anadilin de yetmiyorsa anlatmak için diye düşündüm. Sonra susasım geldi çokça. Susunca susarım hep. Konuşunca da susarım. Fakat insan susayınca deniz suyu içmemelidir.

Başka bir aralıkta da "Little Children"ı seyrettim. Bir "Selvi Boylum, Al Yazmalım" tadı aldım. Konuyu sağlam, üslubu yavan buldum. Aynı hikaye daha etkileyici anlatılabilir diye düşündüm. Yine de beğenmedim diyemem, hoştu.

Selofandan bir deniz gördüm sonra, denizden yansıyan ışığın aydınlattığı bir de gökyüzü. Ondan sonra bunları yazdım işte. Kağıttan bir gemi var denizin üstünde, süzülüyor kıyıdan kıyıya.

Sanat

John Fowles'un Koleksiyoncu'sundan:

Bir insanda kendinin en uç sınırına kadar gitme arzusu varsa, sanatının aldığı şeklin önemi kalmaz. Sözcükleri, boyaları, sesleri ve hangi anlatım aracını kullanırsa kullansın.

(...)

Sesine katlanırsın ve başka seçim şansın olmadığından konuşursun. Ama önemli olan ne söylediğindir. Yüce sanatı da ötekilerden ayıran da budur. Teknikleri kuvvetli insanlar her çağda karınca gibi sürüyledir. Hele de evrensel eğitimin baş tacı edildiği bu çağda.

Cuma, Ekim 12, 2007

Serçeyle Uçurtma

Minimini bir kuş donmuştu pencereme konmuştu,
donan kuşla çocukluğum savruldu.


Benim bir uçurtmam vardı, ipini koparıp gitmişti. Hiç unutamadım onu. Pencereyi açıp, ucu boşta makarayla karşılaşınca yaşadığım garabeti hiç anlatamadım. Sonra gün geldi kaboom(!). İlk uçuşumun müsebbibi uçuverdi. Elimde makara kalıverdim. Hep merak ediyorum uçurtmamın nereye gittiğini. Bir gün ıslanmış bir şekilde penceremin önüne konuverse, sorarım nereleri gezdiğini, neler gördüğünü. Hiç sormam bunca zaman nerelerde olduğunu.

Minimini bir kuşu hep serçe olarak hayal etmişimdir. Yerinden duramayan, pır-pır oradan oraya koşturan serçeden başka kime yakışır donuvermek. Sanırım ilk öğrendiğim şarkıydı. Güneşli bir günü, boyumun mutfak penceresinden bakmaya yetmediği zamanları hatırlatıyor. Bir de ikiyüz metreden müteşekkil küçük dünyamı.

Artık olmayanlar geliyor aklıma sırasıyla. Özlediklerim geliyor aklıma. Bayram sabahlarını serin hatırlıyorum nedense. Serin ve sessiz bir fonda yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Elindeki palamutu düşüren sincabı, orada olmayan yolu, bazı bayramlarda çağlayan ırmağı. Irmak dediysem, içinde iki kişinin yan yana duramayacağı kadar minik bir sulama kanalı.

Bir de bedenin içine tutsak olanlar var, onları sonra anlatacağım. Şimdi beceremedim.

Perşembe, Ekim 11, 2007

Hep Batıyor

Güneş batıyor, hep batıyor. Durduramıyoruz. Rasgele çalma aparatı "The Sun Never Stops Setting" çalmaya karar vermeseydi yazmaya hiç başlamazdım belki de. Bilemedim şimdi.

Evet, güneş batıyor. Herkes sofra başında. Bugün çorba yerine cheetos'un iyi bir seçim olduğuna karar verdim. Ana yemek olarak ruffles alacağım ve tatlı olarak adını bilmediğim dışı soya kaplı fıstığı yiyeceğim.

Enginde yavaş yavaş ilerliyor yolcu motorları. İftar saatinde deniz üzerinde bulunan taşıt sayısının az olması tesadüf değildir herhalde. Bunu acar gazetecilik malzemesi yapacak birilerinin olmaması ne acı.

Yarın bayram. Haber bültenleri bayramın sağanak yağışla geleceğini söylüyor. O zaman daha mı güzel olur bayram? Hep aynı, hep aynı işte.

Tam şimdi karar verdim, bir bayram yazısı yazmayacağım. Önceki bayramlar için yazdıklarım kâfi.

Çarşamba, Ekim 10, 2007

Kafasına Sert Bir Cisimle Vurdum

Güvenlik zafiyeti. Otopark kapısında kimse yoktu. Bina kapısından yanlış bir isim söyleyerek girmek mümkün. Personel, kuruma karşı ilgisiz. Uzun koridorlarda oturacak herhangi bir mobilya yok. Şu an oturduğum yerde, kafasını masasına yaslayıp uyuyan bir adam var. Hizmetli mi?

Bina fiziksel olarak bakımsız. Bölüm başkanlarının isimleri için bile tabela yok, dosya kağıdına yazıcı marifetiyle yazdıkları ünvanlarını bantla kapıya yapıştırmışlar. Ofis mobilyaları oldukça eski. Zemin kirli ve bakımsız. Koridorlar uzun ve sıkıcı. Hastaneyi andırıyor. Devlet üniversiteleri neden olmaz anlıyorum.

Uyuyan adam uyandı. Öğle tatilinin bitimini sordum. Hocanın keyfine göreymiş. Hava sıcak. Yüksek lisans öğrencisi miyim? Hayır, değilim. Demek ki ilk defa karşılaştığm biri için bu yaş aralığındayım.

Öğrencilere bakarak buranın bir kız lisesi olduğunu iddia etmek mümkün. Liseden farkıysa kimsenin etrafta ne döndüğünü bilmemesi. Sahipsiz gibi.

Beklediğim kişi koridorun ucunda göründü. Hareketlendim. Odanın kapısından gördüğüm güzel vazo işimi görür. Gülümsüyor.

`Merhaba´ dedikten sonra ceketimi aldı, asmak için arkasını döndü. Bu dönüşün hayatının son dönemeci olduğunu bilmeden. Vazonun tam tepesinde tuzla buz oluşunu kaydetmek istedim doğrusu, tekrar tekrar ileri geri sarmak için.

Üstüme kan sıçradı. Çantasına baktım, ıslak mendil vardı. Yaşasaydı iade edeceğime söz verdim. Üstümü başımı sildim. Çantadan anahtarı da alıp, çıkarken odanın kapısını dışardan kilitledim. Öğrencilere tuvaleti sordum ve bir güzel kustum. Anahtarı da deliğe attım. Kıyafetlerime kan bulaşması midemi bulandırıyor.

Geniş merdivenlerden aşağı indim. Ziyaretçi kartımı teslim edip, kimliğimi aldım ve çıktım.

Güneşli bir ekim gününde kalabalık caddede yürürken saate baktım ve en iyi iftar nerede yapılır bulmak için çok vakit kalmadığını farkettim.

Perşembe, Eylül 27, 2007

Dönence

Bezen yazmak için bir başlangıç kelimesi yahut cümlesi arıyorum. Bulamadığımda günlerce yazmadan/konuşmadan durabiliyorum. Bu başlangıç sözü, bir anahtar gibi oluyor. Mahiyetini bilmediğim bir kapı için oldukça gerekli bir anahtar bu.

Pek bir şey yapmayacak kadar isteksiz, uyuyamayacak kadar enerjik olduğum şu saatlerde yatağın içinde debelendim biraz. Sağa, sola, aşağı, yukarı olabilecek her hali denedim. Olmadı. Ne uyuyabildim, ne de aklımdan geçenleri durdurabildim. Yazmak istedim, yazamadım, çünkü bir başlangıç sözüm yoktu. Spiraller geldi aklıma sonra, çok sevdiğim spiraller. Her biri, içinde kaybolmak için oldukça elverişli.

Bugün bir yavru kedi gördüm arka bahçede, kıvrılmış yatıyordu. Tıpkı şu böcek gibi. Yavru insan da kendine doğru dönüp, kıvrılıp yatıyor. Kendine dönmek, kendine içine bakmak.

[Fotoğraf: Mehmet Can]

Yattığım yerde spiralleri düşündüm. Bir zamanlar sayfalar dolusu çizerdim hiç sıkılmadan. Kendine dönmek gibi bir şeydi. Nedense kalemi elime alıp çizesim gelmiyor şimdi. Sadece yattığım yerden düşünüyorum.

Yatağım pencerenin yanında, doğruldum ve başka ne var görebileceğim ne var görmek istedim. Tam şimdi bunları yazarken devrik kuruluyor öncelikle. Mesela öncelikle niye cümlenin sonuna geliyor? Devrik olmasınlar diye kes-yapıştır yerlerini değiştiriyorum.

Yatağım pencerenin yanında. Masam da pencereye kafamı çevirince dışarıyı görebileceğim kadar yakın. Bunu önemsiyorum. Arada bir bulutlara bakmak, ufuk çizgisi yerinde duruyor mu diye göz atmak iyi geliyor. Sebebi hakkında şimdilik hiç bir fikrim yok, belki ilerde düşünebilirim.

Doğrulup dışarı bakınca ötedeki binalardan birinde birinci katta hep ışığı yanan balkonu gördüm. Geçtiğimiz beş-altı yıl boyunca hiç kimseyi görmedim orada ve fakat her gece ışığı yanar. Eskiden böylesi kabak gibi görünmezdi, zira aramızda söğüt ile defne vardı. Onları özlediğimi farkettim ve özlediğim tek şey olmadıklarını da.

Müzik dinleyemiyorum. Pek çok çeşit sanatçı, binbir türlü müziğin arasından benim için iyi olan hangisi bir türlü bilemiyorum. Birilerinin benim için uygun bir şeyler seçmesini umudediyorum ve radyo dinliyorum, her zaman olmasa da yardımcı olabiliyor. Son zamanlarda çıldırmayan pianistleri dinlemeyi seviyorum galiba sakin sakin.

Puzzle Inlay isminde bir oyun varmış bilgisayarımda. Bir çeşit yap-boz, canım çok sıkılırsa ondan oynuyorum. Mızıkçılık yapmadığı sürece oldukça keyifli. Bilgisayarımda başka oyun olmadığı için kendime kızıyorum. Vakti zamanında neden yüklememişim ki? Şimdi beni eğlendirecek oyun seçmeye halim yok hiç.

Penceremden bakarken ışığı yanan balkonun hizasında kafamı kaldırınca şerefesi ışıklandırılmış zarif bir minare görünüyor. Kendi içinde eşsiz [unique] bu eserin penceremden görünüyor olmasını seviyorum. Selam veriyorum bazen, uzaktan gülümsediğini hayal ediyorum. Şapkasına bakılırsa, güleç biri bence. Sevmek için önşartım değilse de gülümseyen birilerini seviyorum galiba.

Cumartesi, Eylül 22, 2007

Günce

André Gide beyefendinin güncesinden:

10 Haziran 1891

Kişinin kendi kendisi olma yürekliliği. Bu düşüncenin altını kafamın içinde çizmeliyim.

Hiç bir şeyi; hafiflikle, kolay olsun diye, başkaları yapmış diye, ya da salt başkaları yapmamış diye, terslik olsun diye yapmamalı.

Hiç bir uzlaşmaya girmemeli. Başkalarıyla sık sık görüşmem gerçekten benim için pek iyi olmuyor. Çünkü herkesin hoşuna gitmeye kalkıyoruz. Kabuğuna çekilmek, benim için belki daha iyi. Evde kapalı geçen çocukluğum herhalde beni böyle etti. Bu durumumu mübalağa etsem belki benim için daha iyi olur. Yalnızlığa çekilişte büyük güçler bulurum belki.


(...)


10 Temmuz 1891

Yazmaya başlıyorum. Durmam gevşekliktendi. Salt, sağlığı koruma bakımından, şuraya her gün bir kaç satır yazmalıyım.

Yazıya başlarken en güç olan samimiliktir. Bu düşünceyi biraz kurcalamalı ve sanatta samimilik nedir, onu bulmaya çalışmalı. Şimdilik, o şudur diyorum: deyiş, düşünceden önce gelmemeli. Deyiş, düşünceden doğmalı ve cayılamaz, başka türlü olamaz olmalı. Deyiş, yalnız söz dizisi için değil, yapıtın bütünü için önemli olmalı. Ve sanatçı yaşaması boyunca, yazma isteğinin önüne geçememeli, yazmadan duramamalı (isterim ki, önce kendisi, bu isteğine karşı koymaya çalışsın, dirensin, acılar çeksin).

Samimi olmamak korkusu, aylardır elimi kolumu bağlıyor, yazamıyorum. Tepeden tırnağa samimi olmak....

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Blog'a Mektup -II-

Sevgili Blog,

Bugünlerde pek görüşemiyoruz değil mi? Bazen kalem daha cazip geliyor, bazen de hiç yazmıyorum. Hep söylediğim gibi seninle hiç alakası yok bu sebepsiz gibi görünen aralıkların, hiç sitem etme bana.

Ramazan geldi burda şehre; pür telaş şehir, bir görsen. Böyle akşam saatlerinde fırının önünde pide sırası oluyor. İnsanların neden tam da iftara yarım saat kala pide almak için ısrarcı olduklarını anlayamıyorum. Halbuki mesela ben iftardan 1 saat önce uğruyorum, sadece bir kaç kişi oluyor.

Ramazan geldi geleli elmalı yeşil çay içiyorum yemekten sonra. Siyah çayı çok tüketmemem gerekiyormuş. Eh, yeşil çay da sağlıklı bir şey zaten. Bazılarına 'sası' geliyormuş ama bana sorarsan kendine has bir lezzeti var. Peki sen elmalı yeşil çayların hikayesini biliyor musun? Boş ver, sonra anlatırım.

Parktaki devrilmiş ayıyı anlatırım istersen bak. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde ben küçücük bir çocukken Beylerbeyi nam muhitte ikamet ederdik. Yüksekten yüksekten Boğaziçi'nin gerdanlığına bakar, rüzgarın getirdiği deniz kokusuyla yetinerek yaşardık. Kışın kar yağdığında o yüksek yokuşların tepesinde mahsur kalır fakat keyiften geri kalmaz kızaklarımızı çıkarırdık. Laf aramızda benim hiç kızağım olmadı be blog. Dedemi kışın görme imkanı olmadığından kızak çakan bir dedem de olamadı.

İşte zamanın içinde saklanmış duran eski zamanlarda, deniz kokusu almak, iyotu ciğerlerimize çekmek ve dahi beni denize atmak için kıyıya akın ederdik. Beylerbeyi'nde kıyının büyük kısmı çeşitli kodaman ailelerin yalıları tarafından, kalan kısmı da yaya olarak akın eden çevre halkınca işgal edildiğinden başı boydak rüzgarı teneffüs etmenin imkanı olmazdı. Bu ve bunun gibi sebeplerle hususi arabamızla yaya ulaşımının görece zor olduğu Paşalimanı-Kuzguncuk civarındaki sahil parklarına doğru yol alırdık.

Parka varınca, çocuk olarak üstümüze düşen vazife gereği hep aynı oyuncaklarla, aynı aptal çocuklarla birlikte vakit geçirirdik. Bu çocukların ambalajı değişse de içerikleri hiç değişmez. Tam olarak AB standartlarına uygun olarak en hassas makinalarda üretim. Ambalajlar pazarlama stratejisine yönelik olarak değişiyor.

Bu hiç değişmeyen park oyuncaklarından birisi de siyah renkli ayı yogiye benzer şekilde kravatı olan, bir kolunu denize doğru uzatmış ayı kardeşti. Az evvel bahsi geçen hassas üretim mamüller, ayı kardeş derlerdi buna. Bense, 'Yogi' demeyi tercih ediyordum. Sonrasında sokakta tanımadığı çocuklara 'çocuuk' diye seslenenler gibi, hiç bir şey dememeyi tercih ettim.

Ayı kardeşin denizi işaret eden kolunda asılı salıncakta sallanmak nedense pek hoşuma giderdi. Normal salıncaklara göre daha yavaş olsa da güzeldi işte. Sebebi belirsiz bir şekilde mamüllerin anne-babaları sevmezlerdi bu ayıyı ve işte bu da sallanmak için daha uzun süre demekti.

Sonra aradan günler, aylar ve yıllar bile geçti Üsküdar'da yaşar oldum. Artık deniz bir kaç dakika mesafedeydi, üstelik dokunmak bile mümkündü. Yogi'nin yaşadığı park, artık neredeyse yürüme mesafesinde yakın olmuştu. Geçtiğimiz gün civarından geçiyordum, bir de ne göreyim! Yogi yerde yatıyor. Parkı yenileme çalışmaları çerçevesinde beton kaidesiyle birlikte kumdan çıkarmışlar. Yine de morali bozulmamış, öylece gülümsüyor.

İşte böyle sevgili blog, ayı dediğin kim bilir kaç yıl hizmet verdikten sonra devriliyor da gülüşünden bir şey kaybetmiyor.

Başka anlatacaklarım da var bak dinle hele. Geçtiğimiz hafta ben yokken kimlerle haşır neşir olmuşsun diye baktım. Okulların açılması öncesinde en popüler konu beslenme çantaları olmuş. En iyi beslenme çantaları nerde bulunur, beslenme çantasına ne koyulur gibi soruların cevaplarını aramış durmuş bilinçli anne-babalar.

Sanıyorum ki bu noktada görevimizi hakkıyla yerine getirdik. Pek tabii ki bir çocuğun beslenme çantasındaki en mühim malzeme tecavüz edilmemiş, ucundan kıyısından kırpıştırılmamış bir muhayyile, ezberlenmeyen zevkler ve renkler olacaktır.

Ne düşünüyorum biliyor musun blog, resimli bir sözlük yapıyor olsaydık muhayyile kelimesini nasıl tasvir ederdik? Bence bulut şeklinde olmalı, kocaman, alaca bir bulut. İçinde türlü türlü hayallerin hiç sönmeden yüzebildiği.

Geçen gün mor üzümler gördüm rüyamda, her bir tanesi mandalina büyüklüğünde. Boş ver hangi geçen gün olduğunu, her biri geçiyor nasılsa. Bunu da çizmek gerek muhayyile bulutuna. Aslında ne biliyor musun, cennet gibi bir yer muhayyile, içinde yaşamayı bilince.

Kafeste bir cadı da çizebiliriz bulutumuzun içinde bir yerlere. Tavşan olmazsa olmaz, bir koyun lazım ve koyuna tasmayı unutmamak gerek. Özlem çekene kılavuzu kesinlikle eklememek lazım. Özlememek nasıl olur diye düşleyenlere ders olsun diye. Bulutun içinde bir yerlerde şelale de olsun, şelalenin altında `gözüm yanıyo´ diyen bir adam duş alsın. Nasıl diyecek, tabii ki konuşma balonuyla. Konuşma balonu helyumla şişsin.

Görüyorsun ya sevgili blog, ne çok şey birikmiş. Belki daha sonra resimli sözlüğün muhteviyatı hakkında yine konuşuruz. Bunlardan başka da bir sürü şey düşünmüştüm sana söyleyecek, not almayınca unuttum işte. Halbuki, hep hatırlatıyorum kendime; aklına geldiğinde yaz şunu diye. Bir dahaki sefere artık...

Şimdilik hoşçakal.

Pazar, Eylül 16, 2007

Çizgi Klip

Pek şirinmiş, buyrun.


Cumartesi, Eylül 15, 2007

Gün Doğarken

Güneş doğmadan hemen önceki şu saatte, yazamamanın tek çaresi ancak yazmak olduğu için aklımdakileri ortaya çıkarabilmek için çaba sarfediyorum.

....

Neticede yazamıyorum. Başka bir şey anlatayım. FoxyTunes isimli bir firefox eklentisi çıkmış. Tarayıcı arayüzünden sayısız müzik çaları kontrol etme imkanı veriyor. Bu sayede vakit kaybetmiyoruz, pencereleri değiştirmekle uğraşmıyoruz filan.

Yani hayatımıza bir kaç saniye daha katıyoruz. Malum, bu şekilde yıllar katıyoruz hayatımıza. Hep o can alıcı soru var aklımda, bu kazandığımız saniyeleri nerede harcıyoruz?

FoxyTunes eklentisinin bir diğer özelliği de eposta yahut blog yazarken çalan parçayı otomatik olarak metnin sonuna ekleyebilmesi. Tıpkı bu metnin sonunda olduğu gibi. Eh, teknoloji çağında içimizdeki kendini ifade etme aşkı bambaşka ne de olsa.

----------------
Ne çalıyormuş? Jay-Jay Johanson - Believe in us, Jay-Jay Johanson - As Good As It Gets

Salı, Eylül 11, 2007

Erişim

Bildirgeç'in bildirdiğine göre wordpress bloglarına wordprexy yardımıyla pek kolay ulaşılıyormuş.

Pazar, Eylül 02, 2007

Gamlı Uçak

Benim kağıt uçağım yok, kimisinin var. Üstelik bulutların arasında bir çizgisi bile var. Benim ne çizgim var, ne bulutum. Eylül geldi diye seviniyorum, belki bulutum olur böylece. Eskiden tavşanlı, ayılı bulutlar vardı şimdi kalmadı. Dünya değişiyor işte, artık yapmıyorlar onlardan.

Eylül demek sonbahar demek, güz demek, hüzün demek, sadelik demek, sükunet demek, yerlere dökülen yapraklar demek. Çınar yaprağını çok severim, huzur verir. Çınar sükunet demektir, mûkim olmak demektir, uzun ömür demektir. Bu yaprağı bayrak yapan milletler var, saygı duyarım.

Eylül bazen balık demek, sabaha karşı `rastgele´ diyen balıkçılar demek. Uzun bir aradan sonra taze balık yemek, fosforu görünce gözleri parlamak filan.

Eylülde gel, diyorlar ya, işte ona inanmıyorum. Vakit kazanmaya çalışmış bana kalırsa.

Hafızam eskisi kadar iyi değil, hangi filmdeydi o? Her sene aynı gün ve saatte aynı bankta buluşup konuşan sevgililer vardı. Sevgili dediysem, hemen öyle çıtır kız, toy oğlan gelmesin akıllara, bunlar 40'lı yaşlardaydı. Hatta evliler miydi? O kadarını bilemedim.

Park diyince aklıma Musa Rami'nin, iki erkek aynı yatakta, ne ilginç değil mi, diyişi geliyor. Sokakta kallavi limonata satan kaldı mı? Lemonade Tycoon vardı, pek keyifliydi. Yaz da bitiyor, ağız tadıyla limonata keyfi bir kış rafa kalkacak görünüşe göre. Yolunu bilen birileri benim için gidip Akman Pastanesi'nde içiversin. Haber de versin ki canıma değsin.

Senede bir gün yapan amca ile teyzeyi unutmuş değilim. The Dolls'da anlatılan yan hikayelerden birinde olabilir mi? Neden olmasın. Doğu taraflarından olduğunu iyi hatırlıyorum, çizgi gözler kalmış hatrımda.

The Dolls de ne güzel filmdi, nereye kaldırdım acaba? Tekrar seyredesim geldi. Acaba o filmi seyredip kaç genç adamın hayatı aydınlanmış, yahut kararmıştır? Amelie de soruyordu, şu an kaç çift... Balkondan şehri seyrederken 15 diye cevap veriyordu.

Dolls diyince aklıma ayrıca Black geldi. Reca ederim n'alakası yok deme. Adanmış bir ömür var ortada, kendinden vazgeçiş. Fena mertebesi nedir duydun mu hiç? Yoklukta var olmak. Üstelik bu filmlerin her ikisi de dünyanın doğusundan.

Kağıt uçağım yok, uçurtmam da yok, ağacım da yok. Ağacım vardı, kestiler. Anlatmıştım vaktiyle. Uçurtmam da vardı, uçtu gitti. Onu da anlatmıştım vaktiyle. Uçak katlamayı da hiç bir zaman beceremedim, öyle güzel uçamadı uçaklarım.

Gamlı uçak vardı, onu hatırlar mısın peki?

Cuma, Ağustos 24, 2007

Molanın Ardından

O blog senin şu blog benim dolaşırken, faremin tekeri tıngır mıngır dönerken karşılaştığım bir vesikalık fotoğraf tüm dünyanın sessizleşmesine yol açtı ya da ben sağır oldum. O sessizlikte ilk aklıma gelen domates-biber-patlıcan oldu. Neyse ki artık işportacılar yok ve dünyam başıma filan yıkılmadı. Bir türlü bu tanıdık yüz kimdir bilemedim.

Uzun düşünceler ve sayfayı aşağı yukarı kaydırmaların sonucunda hatırladım. Çok yıllar evvel küçücük bir çocukken aynı serviste okula giderdik. Aynı sınıfta olduğumuzdan yan yana oturur, sohbet ederdik. Nasıl desem, sizin orda cool mu diyorlar; kolay heyecanlanmaz, soğuk kanlı davranır, serviste ön sırada oturan küçük kızlara birlikte pek yüz vermeyiz filan... Gerçi o kızların da pek umrunda değildi durum. Servis kaza yaptığında kızlar hemen ağlamaya başlamış, biz de birbirimize bakıp gülmüştük. Böylesi servis arkadaşlığıydı bizimki.

Son yazısının tarihine bakınca uzunca bir zaman önce blogu kapattığını, artık burada yaşamadığını öğrendim. Hatta yorum bile yaptım, artık yazmıyor musun diye. Duramadım yerimde, başka bir yerlerde devam ediyor mu acaba diye dolandım ortalıkta. Bir sonraki evini buldum ama ancak google önbellek sayesinde görülebiliyordu. Ve en sonunda şimdiki evi.

Okumaya başladım, kocaman bir adam olmuştu. Bu yazdıklarına dair onunla ilgili hiç bir fikrim yoktu. Başka biri gibiydi, hiç tanımadığım biri gibi. Garip hissettim.

Okuduklarımdan çıkardığım bir ipucunu değerlendirip ekşi sözlük yazarı olduğunu keşfettim. İzini orada sürmeye devam ettim. Hala İstanbul'da yaşadığını ve çalışıyor olduğu gibi pek çok bilgiye ulaştım. Meksika'da yaşayan birinin hayatının detaylarını öğrenmekten farksız olmaya başlamıştı. Imdb'de oy verdiği filmlerin listesine göz attım sonra, You've Got Mail 'e 5 puan, The Truman Show'a 7 puan vermiş. Yazdıklarını bakılırsa başta NBA olmak üzere pek çok spor dalını hala tutkuyla takip ediyor filan.

Neyse işte, bu şekilde hakkında bulabileceğim her bir bilgi kırıntısını tükettim. Tüm bunların neticesinde iletişim kursam mı bilemedim işte. Zamanın içinde bir yerlerde kesişmişiz, sonra başka insanlar olmuşuz. Kim olduğunu biliyorum, hayatının bir kısmına şahitlik ettim filan ama bu uzun molanın ardından onu tanımıyorum.

Yıllar sonra rastlamak, bambaşka yerlerde, alakasız hayatlar yaşıyor olmak, zaten hep olan şey ama bana ilginç geldi. Onunla görüşmek için herhangi bir şey yapmayacağım, ikinci bir kesişim noktasını bekleyeceğim. Sanırım en iyisi bu.

Akılda Kalan

Bugün kaldırımda yürürken -ki ben hep kaldırımdan yürürüm- park halinde bir arabanın plakası dikkatimi çekti: nzs 20. Sonrasında nerede olduğunu tam bilmediğim '93 - '99 yılları arasında bir yerlere gittim bir anda.

Şehrin işlek caddelerinden birinde kısa süreli duraklamamız gerekiyordu. Park yapılmaz tabelasının hemen altında durduk. Çok kısa süre kalacak olmamıza rağmen trafik ekipleri geldiğinde `hemen gideceğiz´ diyebilmek için nöbetçi oldum.

Bu kısa süreli bekleyişler keyiflidir. Gelen geçeni izlersin, belki oralardan bir yerden çokonat alırsın ya da belki meyve, bir şeyler okuyabilirsin, polis gelince rol yapma kabiliyetini sınarsın, akşamsa Yapı Kredi'nin artık olmayan leyleğinin kanat çırpışlarını seyredersin ve daha pek çok şey.

Ben böyle beklerken, önümüzde parketmiş duran Falanca Ciğerci kamyonu hareketlendi. Bulunduğu yerden çıkmak için geri geri geliyordu ve hiç bir şey yapmaya vakit kalmadan ÇTTÖNK efekti eşliğinde çarpışma gerçekleşti.

Bir anda yürüyen kalabalık başımıza toplanmıştı, meraklı insanlar güruhu. Herhangi bir hasar yoktu ama arabanın sahibi de gelmeliydi. Hemen gelecek, iki dakika bekleyin dedim zaten. Fakat kamyon şoförü ve muavininin hiç beklemeye niyeti yoktu. Benim de onları orada tutacak kudretim yoktu. Bi'şii yok ki yav, diyip bindiler gittiler.

Plakasını aklıma yazmıştım, nzs 18. Kamyonun üstünde de kocaman Falanca Ciğerci yazıyordu. Bu da durduğumuz yere 200 metre mesafedeydi. İşte ben tam bunları düşünürken, bir yandan da can sıkıntısı içindeyken meraklı insan gürühundan bir kaç kişi yazmayacak mısın plakasını dediler. Gerek var mıydı? Unutursun dediler, unutmam dedim. Yaşlı biri kalem-kağıt uzattı. Kalabalığın gözü üstümdeydi, gönülleri olsun diye yazdım ben de.

İşte bugün yürürken o günlere gittim istemeden. Düşündüm, hala unutmamışım. Falanca Ciğerci de kapandı zaten geçtiğimiz sene.

Perşembe, Ağustos 23, 2007

Ben Film Gördüm

Ben bugün film gördüm. Yıllardır etrafta bahsi geçen, o hayatları değiştiren filmlerden birini gördüm. Hani şu sizin, onun, bunun hayatını değiştiren, hiç unutulmayan, hiç unutmadığınız filmlerden biri işte: Fight Club.

Herkesin bahsettiği filmleri izlemeyi başaramıyorum işte. Çenenizi tutmayı başarabilirseniz daha bir keyifle seyredebilirim. Bir filmi seyretmek için sadece bir sebebim olmalı, yeterli. Bak şu da oynuyormuş, bu da oynuyormuş, yapımcısı şuymuş denmesine gerek yok. Güvendiğim bir işaret yahut işaretçinin budur demesi yeterli. Bundandır ki öncesinde neymiş bu diye araştırmam, hiç bir şey okumamaya gayret ederim. Seçiminize göre bakir yahut bakire bir zihinle karşılarım perdeden aktarılacakları. Böylece havsalamın beklemediği şeyler onu zorlar. Bu aldığım keyfi katlar değil mi? Ne de olsa tecavüz kaçınılmaz olduğunda ne yapılması gerektiğini artık herkes biliyor. Bu durumda etrafta hiç bir travmatik vaka olmamalı. Ama bir sürü var. Çünkü bilmek her şeye yetmiyor.

Bu film yani şu dövüş klübü zımbırtısı çıktığında olanlardan haberim bile yoktu. O sıralar ben kaçırmakla meşguldüm, pek çok şeyi kaçırıyordum işte. Doğrusu ya çok şey kaçırdığım söylenemez. Bu durumda asıl önemli olan sizin kaçırdıklarınız oluyor.

Neyse, o zamanlar daha msn filan ortada yoktu, kişisel iletimize afilli bir replik düşürmüyorduk. Bildiğimiz bir irc vardı, bir de eski dost icq. Hala özlerim sesini, bir telefonun mesaj sesinde duyunca içim titrer. Öylesi bir bağ vardı aramızda, ölesiye.

Bütün çet kanallarının mutlaka bir Marla'sı, bir Tyler'ı vardı. Anlamazdım o zamanlarda. Bu millete ne olmuş, kimyasal silahla beyinleri uyuşturulmuş gibi bir şeyler yapıyorlar. Önemli olduğu yüz ifadelerinden anlaşılan laflar filan ediyorlar. O zamandan bu yana çok değişmedim, şimdiki gibiydim ama biraz farkla, daha az... Hmm... Daha az `ne´ bilemedim, daha az ne olduğunu sonra düşüneceğim.

Üstelik bu kulüpten bahsetmek yasak olduğu için hiç kimse çıkıp da kahrolası bir Hollywood filmi seyrettiklerini söylemiyor. İşte benim nefis dondurmalı baklavaya ödediğim parayı sinemaya ödemişler. Gerçi o dondurmalı baklava yüzünden bir hafta hasta yattım ama bence değerdi. Ayrıca yukarda geçen kahrolası kelimesi aslında bir çeviri, İngilizcesinin ne olduğunu da artık herkes biliyormuş. Hani bilmiyorsanız ne çok şey kaçırdığınızı farkedin, şöyle bir aydınlanma yaşayın diye söylüyorum.

Aklıma gelmişken gidip imdb.com'da filme bir de oy verdim. 10 üzerinden 7. Fazla bile.

Yıllar böyle geçti. Ne zaman sinemadan ve insanları derinden etkileyen filmlerden bahsedilse mutlaka birisi de çıkıp bu filmden bahsediyor. Neden bilmiyorum üniversite kantinleri ne kadar kültürlü, ne kadar anarşist ve dahi ne kadar zeki olduğunu ispatlamaya çalışan gençlerle doludur ya hani, bu filmden bahsedip ezberlerinden bir kuot okuyorlar. Bu filmden haberi olmayanlar yan gözle süzülüyor filan.

Ben de akıllıyım tabi, biliyormuş gibi davranıyorum. Aslında ben daha henüz Requiem For A Dream'i filan da bilmiyorum ve sonrasında 8 dakikalık tecavüz sahnesiyle insanları sarsacak Irréversible'ı da bilmeyeceğim. Kimse çaktırmıyor ama filmi seyreden tüm erkeklerin Monica Belucci diyince gözleri parlıyor. Taş gibi hatun ne de olsa, di mi? Dur şuraya bir de fotoğrafını koyalım, hoş durur.

Bu sarsıcı film, sarsıcı kitap furyası devam ediyor durmaksızın, kim durdurabilir ki? Bir kitap okuyorlar hayatları değişiyor, sabah başka bir insan olarak uyanıyorlar. Her şey süfer. İşin ilginç yanı tüm bu insanlar, Japon inşaat mühendislerinin elinden çıkmış gibi sağlamlar. Sarsılıyorlar ama hiç yıkılmıyorlar. Eskiden televizyonlarda gösterirlerdi: Vay be adamlar yapmış! Deprem olur, bina bir o yana, bir bu yana sallanır, çekmeceler açılır kapanır. Sonra deprem bitince tek yapman gereken etrafı toplamaktır.

Hah, işte bu Japon mamülü insanlar da aynı o binalar gibi. Namusum ve şerefim üzerine and içerim ki çok sağlamlar. Sarsıcı film yahut kitap geliyor, şöyle sıkı sıkıya sallıyor, etraf biraz dağılıyor. Sahiden ertesi sabah başka bir insan olarak uyanılıyor. Yapılması gereken ilk şey yapılıyor: Etraf toplanıyor, Queen'e selam gönderip, gösteri devam ediyor arkadaşlar deniyor. İşte hepsi bu kadar. Zor değil, di mi?

Ne anlatıyordum? Ben bugün film seyrettim evet. Hayat değiştiren filmlerden. Makus talihimin yepyeni bir cilvesi olsa gerek hayatım değişmedi. Şehrin ışıkları bile değişmedi, sen ne diyorsun?

Bir de filmin yarısından sonra iki değil sadece bir başrol oyuncusu olduğunu öğreniyoruz. Çünadam şizofren! Bu da başka bir güzellik. Seviyorum ben bu insanları yahu.

Bak şimdi söyleyeceklerimi gaipten gelen ulu bir ses söylüyormuş gibi yaz kafana: Bir hikaye anlatıyorsan mutlaka çok kişilikli bir karakterin olsun, böyle hangisi kim net olmasın filan. Artık anlattığın mecra her neyse, o şeyin çok satmasını böylece garanti altına alırsın. Velev ki kitap, velev ki film, fark yapmaz. Bir şeyler yazarken velev ki dedim, bu da ayrıca güzel.

Bende bir ben var benden içerü diyip diyip Yunus'un ruhunu şâd eden insan evlatları o içlerindeki kendileriyle pek görüşmediklerinden olsa gerek, bunun bir şekilde aksettirilmesini severler. Kan sıçratmak gibi düşün, bir yerlere sıçramalı bu. Beyaz bir yatak çarşafı filan olursa daha iyi olur, kırmızıyı parlak bir şekilde gösterir. Saten mesela?

Kendiyle görüşmeyen insanlar böyle işte kendini döven bir adamı görünce nasıl mest olurlar, nasıl itminana ererler makara döndükçe bilemezsin. Makara durunca? Onu söylemiştim, unuttun mu, gösteri devam ediyor diyeceksin. İtminan kelimesini çok seviyorum, bu da kayıtlara geçirilsin.

Bu kendiyle görüşme ve dahi şizofrenik karakterlerin perdeye yansıtılması meselesini öyle hemen geçemeyiz, çok mühim. Ne kadar mühim olabilir ki deme lütfen, gücenirim bak. Eğer ünlü bir şizofrenin hayatını film yaparsan, sinema sanatı adına çok şey ortaya koymadan Oscar heykelciğini kucaklayabilirsin. Hmm, o kadar büyük olmadığına göre avuçlamakla yetinmek gerek sanırım.

Tüm bu anlattıklarımın aslında bir tür zihinsel boşalma olduğunun ben de farkındayım. Biliyorum, hiç kimseye bir faydası olmayacak. Olsun diye yapmadım zaten, tek amacım biraz rahatlamak, sonra okuyup gülmek. Aslında yazdıklarımı tekrar okumam pek, ama bunu okuyacağım.

Herkes halinden memnun olduğuna, herkes yarın sabah cicilerini giyip işine gideceğine ve herkes köşede bekleyen içerü'yü görmezden geleceğine göre sorun yok. Hadi şimdi dağılın, makara koptu, yapıştırınca çağırırım.

Kimsin Sen?

Sen kimsin ya da kimsin sen? Bir sergiyi tam biterken haber vermek ilginç doğrusu. Tam burada Candan Erçetin'den Ben Böyleyim çalıyor, kimsenin haberi yok.


30 MAYIS 2007 - 26 AĞUSTOS 2007

Fortis'in katkılarıyla

Dünyanın en önemli fotoğrafçılık kurumu olan ICP’nin (International Center of Photography – Uluslararası Fotoğraf Merkezi) düzenlediği 22. Infinity Awards’ta "Genç Fotoğrafçı" ödülünü kazanan ilk Türk-Hollandalı fotoğrafçı olan Ahmet Polat’ın sergisi 30 Mayıs 2007’de İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’nde açıldı.

Fortis’in katkılarıyla gerçekleşen ve 26 Ağustos 2007 tarihine dek sürecek olan "Kimsin Sen?" başlıklı sergi, İstanbul Modern’in genç sanatçıları destekleme misyonunun da güzel bir örneğini oluşturuyor.

(...)

Ahmet Polat, "Kimsin Sen?" başlıklı sergisinde, kimlik ve aidiyet arayışını özyaşamöyküsel hikâyelerle birleştiren çalışmalarıyla son dönemde gerçekleştirdiği farklı dizilerden örnekleri bir araya getirerek, izleyicilere 1999 yılından bu yana hem yaşamının hem de fotoğrafçılığının yolculuğunu sunuyor. Ahmet Polat’ın Transvaal’deki gettodan Dordrecht’teki göçmenlere, 1999 depreminden sosyete manzaralarına dek değişik konuları içeren sergisinde toplam 81 fotoğraf yer alıyor.

Türk ve Hollandalı olmak, göçmenlik, kültür farklılığı, dışlanmışlık, ikilemde kalmak, yalnızlık gibi duyguların, kendisini köklerini araştırmaya, keşif yolculuğuna çıkmaya doğru yöneltmesiyle, Ahmet Polat, fotoğrafı yaşamı anlamanın bir aracı haline getiriyor. Geçmişini sorgulama, kültürel mirasını tanıma sürecinde genç sanatçı, dünyadaki farklılıkların yerine benzerliklerin araştırılması ve ortaya çıkarılmasının çok daha önemli olabileceğini düşünmeye başlıyor.

Bir de haziran ayında Radikal'de `Hakikaten kimsin sen?´ diye sormuşlar sanatçıya, okunabilir.

Salı, Ağustos 21, 2007

Ben Yaptım Oldu

Ben Deryik'ten duydum, sonra bir google araması ile TNT'nin kendi sayfasına ulaşmaya çalışırken aslında pek çok mecrada, gazetelerde, dergilerde bundan bahsedildiğini gördüm. Belki benim gibi haberi olmayan vardır diye yazayım dedim.

Üstelik sahiden oluyormuş, öyle masal ülkesindeki kadar uzak değilmiş. Dün arayıp gelin alın şu kitapları dedim, bugün gelip götürdüler. Bir de teşekkür ettiler. Olur mu öyle şey, ben teşekkür ederim, dedim.

Yalnız telefonda biraz çok olduklarını söylemeyi unutmuşum. Adamcağız görünce biraz şaşırdı, yardım istedi. Arabasına kadar yardım ettim artık.

Eskiden reklamların sonuna `bir telefon kadar yakınız´ diye eklerlerdi. İşte aynı onun gibi, çekinmeyin, bir telefon kadar yakın sahiden.

Pazartesi, Ağustos 20, 2007

Dönüşlü Fil

Dönüşlü filler lunaparkta olur, atlı karıncanın hemen yanıbaşında. Dönüp dururlar mütemadiyen. Gondol filan da olur lunaparkta, binince mideniz havalanır. İnsanın burnunun havalanmasından iyidir elbet. Biz büyüdük ve kirlendi dünya vecizesi mucibince büyüyen insanlara, lunapark eskisi kadar pırıltılı gelmeyebiliyor.

Dönüşlü fiiller var bir de. Kendi kendine, kendi için yapılan şeyler bunlar; yıkanmak, taranmak, giyinmek gibi. Görüldüğü üzere fiilin emir kipine bir -n eklemek suretiyle elde ediliyor.

Düşününce; blog yazmak işi her ne kadar -n ekini barındırmıyorsa da dönüşlü bir fiildir. Hiç değilse benim için, öylesine, kendim için olduğu sürece.

Bu ve bunun gibi bilgilere sahip olduktan sonra diyebiliriz ki bloga mektup yazmak, bir nevi kendine mektup yazmaktır, kendiyle konuşmaktır. Kendiyle konuşmak yaşamak olduğuna göre, bloga mektup yazmak bir şekilde yaşamak olmaz mı bu halde? Bir yerde yaşadığını yazmak işte.

İlhan Berk demiş ki, "ben yaşamadım, yazdım." Ne de hüzünlü onun için. Yaşamadığını yazanlara iyi bakmadığımı daha önceleri söylemiş miydim?

Yazı neden insanın amacı olsun ki, ancak bir araç olmalı sanki. Yaşam dediğimiz yaşamak içün olduğundan kelli yazmak ancak `böyle bir şey de yaşandı´ keyfiyetinde notlar düşmek içindir. Yahut sadece düşünmek, düşünceleri bir arada görmek içindir. Fikriyatın inkişafını tetkik edebilmek içindir filan.

Netice itibariyle, kendime mektup yazarken, kendimi yaşıyorumdur zaten kendi kendime. Sanırım.

Pazar, Ağustos 12, 2007

Çürüksulu Yalısı


Ankara'lıları anlamakta güçlük çekiyorum. Susuzluktan şikayet ediyorlar, halbuki şehir bir nev'i Venedik bozkırların ortasında. Yataktan kalkınca ayakların suyun içinde, yok böylesi bir lüks hiç bir yerde. Vücutta bulunan tüm negatif iyonlar suya dağılıyor ve olası kötü rüyaların etkisi geçiveriyor.


Çürüksulu Yalısı'nın ise konuyla hiç alakası yok, Ankara'da bile değil. Turgut Cansever'in portfolyosunu görmeseydim yıllardır olduğu gibi ismini bile bilmeyecektim.

Perşembe, Ağustos 09, 2007

Sır

İbn Arabî'nin kaleme aldığı Zunnûn-ı Mısrî'nin hayatından:

Verirlerse bir sır kişiye, izhar eder kendi insiyatifiyle
Güvenmezler artık ona hiç bir sırda yaşadığı müddetçe

Uzaklaştırırlar hem bulamaz asla yanlarında huzur böyle
Ünsiyetleri değişir yerine vahşet geçer hep bundan böyle

Sırlarının bir kısmını bile yayıp duran seçilmez bu şekilde
Hâşa ki nerede kaldı sevgileri, yazık onlara bundan böyle!

Çocukluk

turuncu
hiç bitmeyen 45 dakikalık bir dilim ister misin?

pur
kaça satıyorsun?
bir dilim asla yetmez :)

t
paha biçilemez.
elinde paha biçilemez ne varsa onu istiyorum
paha biçemediğin bir silgi bile olabilir

p
paha biçemediğim tam karşımda randevu defterim var
benim için paha biçilmez bi şey :)

t
tamam olur :)

p
vermem ama :)

t
onu bana verirsen sana hiç bitmeyen dilimlerden veririm

p
ben bulayim paha biçilmez başka bişey
seni kandırmak da istemem
bu silgi benim büyük büyük büyük babamdan kalmadır
o yüzden paha biçilmez diye

t
:)

p
gördün mü ne kadar iyi bi insanım

t
görüyorum, uçağın bile var
o kadar iyi bir insansın

p
yel değirmenlerine karşı don kişot muyum
uçuyorum durmadan ben pilot muyum

t
kuşsundur belki?
belki de kağıt uçak
şimdi tosan olsa içimizdeki hiç bitmeyen çocuktan dem vururdu

p
vururdu
çocuuuk hiiç biter mii
çoocuuk hiiç biter mii
kalıır içimizde
bir parkta salıncakta
bir oyuncak uçakta
bir renkli kağıtta
çocuuuk hiiiç biteer miii
-müzik giriyor araya-

t
düet yapalım bu şarkıya
bitmez canım, bitmez elbet
gözü parlar, karnı acıkır
bir salatalıkla doyar
bitmez çooocuuuk

p
:)
güzel oldu
çocuuk hiiç biter miii
kalıır bi küsüşte
bir yenilişte
bir anne dizinde
bir çizgi filmde
çocuuk hiiç biter mii

Çarşamba, Ağustos 08, 2007

Ormandaki Ağaç

İyi ki ormanda devrilen ağaçları umursayan birileri var, çok sevindim.

Salı, Ağustos 07, 2007

Dost

Hani Mevlana'nın meşhur sözüdür:

Kusursuz dost arayan dostsuz kalır.

Az önce düşündüm de; bu her bir insan evladı kusurludur anlamına gelmiyor. Yani aslında gelebilir. Henüz tam olarak niye öyle düşündüğümü bilmiyorum. Düşünüp bulacağım elbet.

Renkler ve Renk Körlüğü

Wittgenstein'ın renkler hakkında bir şeyler söylemiş olması hiç şaşırtıcı gelmedi birden...

9. Eğer yeşil sarı ve mavi arasında bir ara renk değilse bile, mavi-sarı ve kırmızı-yeşile sahip bulunan insanlar olamaz mı? Mesela, renk kavramları bizimkinden ayrı olan insanlar – çünkü, hepsine rağmen, renk-körü olan insanların renk kavramları da normal olanlardan başka olur, ve normdan her sapma bir körlük, bir kusur olmamalıdır.

...

12. Tüm insanlığın, birkaç istisna ile birlikte, kırmızı-yeşil renk-körü olduğunu düşün. Ya da başka bir deyişle: herkes ya kırmızı-yeşil ya da mavi-sarı renk-körüdür.

13. Renk-körü insanlardan oluşan bir kabile düşün, ve kolayca birinden olabildiklerini. Onlar aynı renk kavramlarına bizim sahip olduğumuz gibi sahip olmazlar. Zira onların konuştukları, mesela İngilizce, ve böylece tüm İngilizce renk sözcüklerine sahip oldukları farz edilse de, onları hep bizimkinden farklı olarak kullanırlar ve farklı kullanımlarını öğrenirlerdi.

Yahut onlar bir yabancı dile sahip olsalardı, onların renk sözcüklerini dilimize çevirmek bizim için zor olurdu.
Kaynak

Blog'a Mektup

Sevgili Blog,

Sevgili dediğimden anlamışsındır, seni seviyorum.

Biliyorum, bazen seni ihmal ediyorum. Unutuyorum seni oralarda bir yerlerde. Sağolasın, şimdiye dek bunu hiç yüzüme vurmadın. Sadece en son yazdığım zamanı gördüğümde aklıma geliyor, vay be ne çok olmuş diyorum.

Bazen yazamadıkça yazamıyorum işte. Bir süreden sonra yüzüm tutmuyor ben geri geldim demeye. O zaman da ihtiyacım olana kadar bekliyorum. Tuzsuz gelmeye başlayınca bir şeyler, dayanamayıp geliyorum. Sahi sevgili blog, sen tuz gibi sevmek ne demek bilir misin? Bir de tuz bile koktu deyimi var ama onun şimdi konuyla ilgisi yok, alınma.

Doğum gününü de unutuyorum, yani en azından doğduğundan beri hiç tam zamanında kutlayamadım. Sen bunu da hiç dert etmedin. Başka özel günlerin var mı bilmiyorum. Belki seni yeterince iyi tanımıyorumdur. Mesela belki bu sana yazdığım ilk mektubu bir özel gün olarak kutlamak istersin?

Aslına bakarsan yazmadığım zamanlarda yazacak şeylerim olmuyor değil. Ancak aklından geçenleri hemen yazmalısın düsturunu sahiden yeterince iyi monte edemedim hayatıma. Tam da şeyleri yaşarken onları yazmak aklıma gelmiyor. Geldiği zaman da yazmayı değil yaşamayı tercih ediyorum ya da tembellik ediyorum, peki tamam.

Bilirsin, yazmak mı yaşamak mı diye bıdı bıdı yapan edebiyatçılar ve dahabirsürücüler var. Halbuki ben yaşadığını yazmak diyorum. Yaşamadığı, tecrübe etmediği meseleleri yazanları da samimiyetsiz buluyorum.

Bunun yanında yazma işinin bu kadar çok kişi tarafından meslek haline getirilmesini de ilginç buluyorum. Yazmak, derdini anlatacak kadar yazabilmek [bence] insanların büyük çoğunluğunun sahip olması gereken bir yeti. Daha önce psikoloji alanı için de söylemiştim sanırım. İnsanların tümünün vasat denebilecek ölçüde bilgi sahibi olması gereken bazı alanların sadece uzmanlara tahsis edilmesini ilginç buluyorum.

Bir de az önce anlattığım gibi bir sürü -cı, -ci, -çı var ortalıkta. Herkes birşeyci olmaya çalışıyor. Edebiyatçı, matematikçi vesair. Bu devirde insanların bu denli sadece birşeyci olmaları durumu bana ilginç ve dahi tehlikeli geliyor. Halbuki tüm şeyler, önceden birlikteydi ve sonradan kollara ayrıldılar. Üstelik çoklukla farklı notasyonlarla aynı şeyi anlatacak şekilde kesişiyorlar.

Uzmanlaşmaya karşı değilim ama düşünsene sevgili blog, herkes sadece bir konuyu bilirse nasıl olup da ortaya bir kompozisyon koyabiliriz?

Bunları geçelim, sana yazdığım bu ilk mektubu bir çok başka meseleye kurban etmeyelim.

Dedim ya, seni seviyorum. Senin sayende bir şeyler öğreniyorum, seni tanırken dünyayı ve kendimi tanıyorum filan. Bak, ne de güzel klişe cümle kuruyorum. Bu kelimenin ingiliz dilindeki telaffuzu çok daha güzel, vaktin olursa şuradan dinleyebilirsin.

Sonra seninle konuşmalarımızı dinlemeye gelenler oluyor, sohbetimize katılıyorlar. Keyifli oluyor. Böylece onlardan da bir şeyler öğreniyoruz birlikte, kimi zaman neş'elenip, kimi zaman kederleniyoruz.

Biliyor musun sevgili blog, seninle tanıştığımızdan bu yana -ki bu senin doğumun oluyor aynı zamanda- ben çok değiştim. Gerçi bi ara sana değişmeyen bir özden bahsetmek isterim ama şu an kastettiğim o değil, biliyorsun. Hala daha değişiyorum. Bunu seviyorum aslında, değişiyor, değişebiliyor olmak güzel şey. Bunda senin de payın var biliyorsun değil mi? Aynı zamanda şahitlik ediyorsun buna. İlginç birisin eninde sonunda.

Bugün kardeşimin bir arkadaşının vefat ettiğini öğrendim. Kemik iliği nakli olmuştu, yanılmıyorsam bu ikincisiydi. Bir kaç defa ancak gördüm çocuğu sanırım ama bugün haberi alınca iki damla yaş süzüldü gözlerimden. Neden olduğunu bilmiyorum. Bunu üzüntüyle açıklayamam. Değişiyorum işte, eskiden daha soğukkanlıydım ölüm konusunda. Anlatmıştım sana, benim ölümüm çok sorun değil ama etraftaki insanların ölümü daha başka.

Bugün sana bu mektubu yazmayı düşündüğümde, değişimden bahsetmeyi kafama koymuştum. Tabi olmazsa olmaz metamorfoz geldi aklıma. Adam böceğe dönüşmüş, değil mi? Ömrü yetseydi veyahut bir blogu olsaydı; sonrasında bir ota, sonra bir ağaca, sonra bir kuşa, sonra bir başka şeye dönüştüğünü de yazabilir, bütün bunların kötü olmadığını farkedebilirdi. Tabii kendisi kötü olduğunu söylemiyor ama ters dönmüş böceğin hikayesi oldukça karamsar. Gündelik hayatla barışamayan böcük.

Tamam blogu yokmuş ama günlükleri varmış, ben bir türlü okuyup bitiremedim. Bak sen bu işte daha iyisin, ne kadar sıkıcı olursa olsun günlük, hatta bir kaç günlük dozlarla verdiğin için yenilir yutulur bir hal alıyor anlatılanlar/yaşananlar.

Böyle işte, bugünlük anlatacaklarım bu kadar. Bundan sonra ne zaman sana mektup yazabilirim bilmiyorum, seni sevdiğimi unutmamanı dilerim.

Şimdilik hoşçakal.

Cuma, Ağustos 03, 2007

Zaman Metinleri

Zaman metinlerini keyifle okuyor-dum.

Uzun süredir yazmıyor, özledim.

Anlatabildiklerim

Dün akşam saatlerinde birden aklıma geldi, aslında anlatabildiğimi sandığım şeylerden emin olmam imkansız.

Aynı metni veya aynı sahneyi izleyen iki kişinin tamamen farklı çıkarımlar yapması mümkün. Ya da buna çıkarım demeyelim, iki farklı bilince değişik çağrışım yollarını açması ve umulmadık yolculuklara çıkarması olası.

Üstelik bu durum, bir kişinin iki farklı zamandaki algısı için de geçerli. Vücut ısısı, beslenme davranışları ve dahi hava durumu gibi pek çok iç yahut dış etken algı ve çağrışımlar üzerinde etkili olabilir.

Anlattıklarımın anlaşılması benim ne anlattığımdan neredeyse bağımsız olduğuna göre benim tek yapabileceğim ancak kendim olmaktır. Sonrasında şansımın yaver gitmesini bekleyip muhatabımın kafatasının içindeki kaosun lehime sonuçlanmasını bekleyebilirim.

Bu, tıpkı silahla adam öldürmenin teorik olarak imkansız olması gibi.

Neyse ki tetiğe bastığımızda adamlar ölüyor. Çok şükür.

Bil-sen-de

Pardus... Özgürlük Için...

Firefox 2

Bazen Okurum

Dinle-sen-de